“Erkekler, kadınlar üzerinde titizlikle durur, onları korur ve onlara sahip çıkar.[1] Çünkü erkeklerle kadınlar kendi yaratılışları içinde üstün yeteneklere sahiptir. Erkek ve kadının ötekine göre üstün tarafları vardır.[2] Erkekler mallarından kadınlara infakta bulunurlar. Bunun karşılığında da barışçı ve erdem sahibi kadınlar[3] erkeklerine hem saygıda kusur etmezler hem de eşleri yanlarında olmadığında bile cinselliklerini kocaları için korurlar. Ancak eşler arasında şiddetli geçimsizlik çıkarsa eşler öncelikle sorunun ne olduğu konusunda oturup konuşsun. Sorun çözülemezse eşler yataklarını ayırsın, bu da çare olmuyorsa eşler mekânlarını ayırsın[4] yahut eşler cinsel birliktelik kurmayı denesin.[5] Bunların sonucunda eşler barışırsa taraf tutarak onların ayrışmasını hızlandırmayın ve işleri yokuşa sürmeyin. Toplum olarak büyüklük gösterin.[6] Eşlerin arasının iyice açıldığı ve işin boşanmaya doğru gittiğini görürseniz erkek ve kadın tarafından onların aralarında hakemlik yapacak kimseler belirleyin. Eşler eğer gerçekten barışmak istiyorlarsa hakemler onları uzlaştırır.[7] Bütün bunlar toplumun gözü ve kulağı önünde gerçekleşsin.[8]”[9] ayetlerinde Allah kelimesiyle hakemler kastedilir. Çünkü eşlerle Tanrı doğrudan konuşarak onları ikna etmez. Onları barıştıran hakemlerdir. Bu da Kur’an’ın bir üslubudur. O nedenle Allah ve diğer sıfatlar geçen ayetlerde derhal Tanrı anlamı vermek maksadı doğru yansıtmaz. Bu nedenle ayet tercümelerimde rab ve Allah kelimelerini toplum, halk; sağduyu, akıl ve vicdan olarak çevirmemin nedenleri arasında “Ey Adem oğlu! Hastalandım, ziyaretime gelmedin; yiyecek istedim, doyurmadın; su istedim, su vermedin…”[10] tarzındaki mecaz ve teşbih barındıran ifadeleri de yatar.[11] Çünkü hem Kur’an’da hem de bazı hadislerde devrin bir dil özelliği bu tarzda ortaya çıkar. Elçi Muhammed’in yaşadığı devirlerde Tanrı çoğu zaman kamuoyu, halk kitlesi, vicdanın sesi, akıl ve sağduyu anlamları yerine kullanılmıştır. Bu konuda atıf yaptığım ilgili kitabın bahsedilen bölümünde gerekli detay verilmiştir.
Nisa 34-35’de dikkatimizi çeken önemli kavramlar vardır. Bunların başında gelen kavvâm kelimesi, ayağa kalkma anlamındaki g-v-m üçlü harfinden[12] türemiştir. Kayyûm kelimesi de bundan türemiştir. Süryanicede kayyûm sürekli uyanık duran, gözünü kırpmadan bakan, uyuşukluk göstermeyen ve gaflet hali yaşamayan (uyumayan) anlamlarında kullanılır.[13] Ayetin bağlamında düşündüğümüzde koruma ve bakım konusunda görev ve sorumluluktan asla kaçmamayı ve bu konuda oldukça titiz olmayı anlatır. Erkeğin kavvâm olması tamamen tarihseldir. Çünkü Arap toplumunda kadının ticaret yapması ya hiç olmayan ya da ender olan bir durumdur. Sermaye, ticaret, para ve mülkiyet erkeğin elinde bulunan bir toplumda kavvâm/kayyûm doğal olarak erkek olacaktır. Ancak ayet karşılıklı hak ve sorumluluk yükleyerek kadını erkeğin kölesi olmaktan çıkarmaktadır. Kur’an o günkü toplumda kadının erkek tarafından korunması ve geçiminin sağlanmasını kadın hakkı olarak dillendirir; erkeğin hakkı olarak da kadının cinselliğini başkalarıyla paylaşmaması ve erkeğinin emeğine saygı duyan bir davranış sergilemesi koşulunu öne sürer. Ayrıca ayet kadın mı erkekten, erkek mi kadından üstün biçimindeki saçma tartışmayı herkesin kendi yaratılışında üstün olduğunu söyleyerek her varlığın kendine özel konumda değerlendirilmesini belirtir. Yani fiziksel kavvâmlık erkekte, ruhsal kayyûmluk kadındadır. Kavvâm, bir abartı ifadesi olduğundan[14] sürekli ayağa kalkan, iletişim ve ilişkisini hiç kesmeden sürdüren anlamları taşır. Bu da erkeğin kadına karşı taşıdığı koruma ve geçimini sağlama sorumluluğunun dinamik olduğunu gösterir.
Ayetlerdeki başka bir kavram olan nuşûz; nefret duyma, sevgisini kaybetme, başkaldırma, huysuzluk yapma, sevgi ve ilgisini başkasına yönlendirme anlamlarına gelir.[15] Ayette kadının nuşûzunun dillendirilmesinin nedeni erkeğin sadakatsizliği, kayyumluğu yerine getirmemesi, sorumluluktan kaçınması ve ezilen kitlenin esasında kadın olmasından dolayı iç huzursuzluğu başta kadının hissetmesi dolayısıyladır. Yoksa hiçbir kadın olumsuz bir sebep yokken yuvasını yıkmaya teşebbüs etmez. Yuvanın yıkılmasında erkeğin ilgi, sorumluluk ve görevlerinden kaçması başlıca nedendir. Bu durum kadının huysuzlaşmasına, kocasına sevgisini kaybetmesine ve eşler arasında da nefretin doğmasına neden olur. Fakat az da olsa görev ve sorumluluktan kaçan kadınlar da vardır. O durumda da erkekler haklı olur ve erkeğin nuşûzundan (huysuzluğundan, geçimsizliğinden) bahsedilebilir.
İlgili ayetlerde Faddala’l-lâhu ifadesi görmezden gelinemeyecek bir tamlamadır. Genelde Allah’ın fazlı diye çevrilerek anlam ıskalaması yapılmaktadır. Fazl/fadl, ihtiyaçtan fazla olan, ihtiyaçtan arta kalan, ihtiyaç fazlası olan demektir. Araplar birine üstünlük taslamaya tafaddul, üstün birinden emir almaya tefaddal, gözde kimseye de mafaddal der. Yani fadl kelimesi üstünlük merkezli bir anlam taşır.[16] Ancak kelime kapsamlı anlamlara sahiptir. Fadl, ekonomik ve norm bakımından ortaya çıkan fazlalığı kasteder. Bilgi ve ahlakiliğin artması, öfkenin gerekenden fazla olması, hayvanın bitkiden ve insanın hayvandan fazlalıklarının olması,[17] bir kimsenin başkasından üstün yönünün olması anlamları fazl ile anlatılır.[18] Nisa-34’teki fazl da erkeğin kadından, kadının erkekten ileride olan fazlalığıdır. Her ikisi de ötekine göre fazlalığa sahiptir, yani faziletler farklıdır. Allah’ın fazlı, Tanrı’nın her varlığa özel[19] verdiği üstün yönlerdir. Bu üstünlük hem tür içinde hem de tür dışındadır. At insandan hızlı koşar, ancak atlar arasında da daha hızlı ve en hızlı koşanlar vardır. İnsanlık dünyasında hukukun var oluş nedeni de eşit yaratılan insanları eşit ve adil bir dünyada yaşatarak herkesin kendi fazlını özgürce ortaya çıkarmasına vesile olmaktır. Bu sırada başkasının fadlını engellemek isteyenlere engel olma amaçlanır. Yani hukuk, şeriat, nomos, töre ve Tevrat’ın varlık nedeni insanlık âlemini eşitlemedir. Daha açıkçası bir kimsenin bir başkasından öne çıkan yeteneğini engellemeye karşı durmadır; tam özgürlük ve mutlak eşitlik sağlamadır.
“Tanrı, evrendeki Tanrı yasaları, hava, su, toprak ve ateş toprağın oğullarına[20] çok cömert davranmakta; onları kara, hava ve denizde taşımakta; onların hem emekleriyle kazanmalarına hem de kirden uzak rızıklara ulaşmalarına fırsatlar vermekte, onları yaratılmışların pek çoğunun önüne geçecek fazlalıklara ulaştırmaktadır.”[21] ayetinde fazl/fadl, kişiye özel fazlalıkları dillendirir ve bunun bir Tanrı yasası olduğunu belirtir. Bu nedenle hiç kimse ben ötekinden geriyim diyerek tembelliğine bahane oluşturamaz ve başkasının başarısını kıskanamaz. Çünkü herkes kendi yetenek, nitelik ve özelliğinde başarılıdır. Çağımızda kapitalist küresel sömürü ekonomisini egemen kılmak için üretilmiş olan eğitim sisteminin bu gerçekliği görmezden gelerek tek tip insan üretme metodu insana ihanet, evrene saygısızlık, doğal gerçekliği görmezden gelme,[22] yaratılışın çeşitliliğinden kaçma,[23] dayatmalarla aydınlığı karanlığa dönüştürme[24] ve Tanrısal gerçekliğe başkaldıran bir şeytanlıktır. Sonra da ortaya çıkan mutsuzluk, eşitsizlik, adaletsizlik, işsizlik ve eşsizliği Tanrı’nın adaletsizliği söylemine sığınarak meşrulaştırmak tam bir akıl tutulmasıdır. Bu ayetin derûnundan haberdar olmayan gelenekçi dindarların “Tanrı ahirette adaleti sağlayacak, dünyada adaletsizlik geçicidir; bir mahkeme-yi kübra[25] vardır.”[26] oyalaması Kur’anla asla bir araya gelemeyecek bir Emevi uydurması olduğu gibi günümüzün egemeni olan abdestli kapitalistlerin hukuksuz ve adaletsiz düzenlerine biat sağlama amaçlıdır. Kur’an’dan beslenen hiçbir barışçı[27] bu tarz düzenbazlıklara prim vermeyecektir.
“Evren, doğa ve toplumda sahip olduğunuz nimetler bakımından herkes birbirinden farklı üstünlüklere sahiptir.[28] Fazla imkân ve nimet[29] içinde olanlar kendilerindeki fazlalıkları emri altında çalıştıklarıyla, esir ettikleriyle ‘Elimdekileri verirsem onlardan üstünlüğüm kalmaz, onlarla eşit[30] duruma gelirim.’ korkusuyla rızıklarını paylaşmıyorlar. Çalışanlarıyla nimetleri eşitçe pay etmekten kaçanlar[31] toplumdan elde ettikleri nimetlere rağmen toplumuna nankörlük edenlerdir.”[32] ayetinde fadl kelimesi üzerinden öznel üstünlükler dile getiriliyor. Ancak piyasa ve koşullar nedeniyle para getiren işlerin değişmesi karşısında kişilerde sermaye fazlalığı oluştuğu için elinde fazlalık olanların olmayanlarla eşitçe paylaşması Kur’an tarafından Tanrı’ya sadakat ve toplumsal görev olarak nitelendiriliyor. Yukarıdaki ayetteki mâ-meleket-eymânuhum ifadesi işçi-patron, efendi-köle, gâlip-esir, sahip-hizmetçi ilişkisindeki ezilen ve emekçi olanları kasteder. Bu anlamı verişimizin doğruluğunu dört ayet sonraki mesajda görürüz. “Tanrı size şöyle bir darb-ı mesel[33] anlatır: Bir tarafta köle sınıfından biri[34] öte yanda sahip olduğu nimet ve imkân güzelliklerini gizli ve açıktan infak eden biri düşünün. Bunların durumu aynı mıdır? İşte bu nedenle tüm övgüyü birey değil toplum hak eder.”[35] ayetinde toplum efendi, birey ise toplumun verdikleriyle varlığını sürdüren bir köleye benzetilir. Köle nasıl ki her alanda efendisinin tercih ve emrine bağlıysa birey de toplumun önüne sunduğu imkanlar oranında varlık sahibidir. Çünkü verdiğimiz tüm infakları toplum eliyle kazandığımız gibi paylaştığımız tüm nimetleri toplum sayesinde elde ederiz. Bu nedenle topluma borcumuz vardır. Borcumuzun ödenme biçimi de bizimle para, mülkiyet ve özgürlük bakımından eşit olmayanlarla eşitlenmek için borcumuzu ihtiyaç sahiplerine ödemektir. Kur’an eşitlenme konusunda kölelik üzerinden örnek vermekle yine tarihsel bir dönem ve gerçeklikten bahsetmiştir.
“Gökler ve yerin Tanrı’nın evrensel yasaları sayesinde ayakta durması Tanrı’nın varlığına delil ve işaretlerden biridir. Bir gün yattığınız yerden kalkmanız için size seslendiğinde siz hemen ayağa kalkacaksınız. Çünkü yer ve göklerde gördüğünüz hiçbir şey varlığın kendine ait değildir. Bu nedenle varlığı ayakta tutan her şey Tanrı’nın yasalarına göre işler.[36] Yaratmayı ilk başlatan Tanrı olduğu gibi yaratmayı sürdüren de odur.[37] Ne ilk yaratma ne de sürekli yaratma ona zor gelir.[38] Gökler ve yerdeki yaratılış ve varoluşa ait tüm sembol, masal, misal, temsil ve dolaylı anlatım türlerinin en güzel örneklerini o verir. Çünkü yöneten de odur bilmediğiniz gerçekleri bilerek davranış ortaya koyan da odur.[39] Tanrı size kendi bildiğiniz bir darb-ı mesel üzerinden konuşur ve der ki: İşçileriniz, ırgatlarınız, köleleriniz ve hizmetçilerinizle nimetleri eşitçe paylaşmayı kabul eder ve denginiz olanlardan çekindiğiniz gibi bunlardan çekinir misiniz? Aklını kullanmak isteyenler için işaret ve delilleri bu şekilde açıklıyoruz. Fakat gerçekleri dinlemek yerine bencilliğinin peşine takılanlar aydınlığı baskı ve dayatmayla bastıranlardır. Evren, doğa ve toplumun yola getiremediğini kim yola getirir? Bu yoldan çıkmışlar evren, doğa ve topluma ihanetleri yüzünden kimseden yardım da göremezler.”[40] ayetleri tarihsel içerikli mesajlarla doludur. Çünkü kendini Tanrı’nın eşiti görerek emir yağdıran, yasalar uydurarak insanları köleleştiren, toplumda cinsiyet, mülkiyet ve kavmiyet üstünlükleri oluşturan Mekke efendilerine Tanrı ile eşit varlıklar olmadıkları onların toplumsal gerçeklikleri üzerinden anlatılıyor. Siz kendiniz gibi yaratılmış olup emrinizde kullandığınız kimselerle eşitlenmekten kaçarken Tanrı’nın sizinle veya sizin Tanrı’yla eşit olmanız, Tanrı’ya eşdeğer yetki, güç ve karizma iddiasında bulunmanız mümkün müdür? Siz, bir yaratılmış olarak başka bir yaratılmışla eşitlenmekten kaçarken Tanrısal büyüleyici özellikte olma iddianızı hangi akıllı kabul eder, denilmektedir. Bu ayet köleleştirmeyi meşrulaştıran değil, toplumdaki kölelikten örnek verilerek Tanrı’nın üstünlüğünün anlatımıdır. Zaten köle örneğinin verilmesi öncesinde Arapların öteden beri bildikleri bir darb-ı mesel aktarılacağı baştan vurgulanıyor ve köleliğin onaylandığına dair bir imada dahi bulunulmuyor.
“Şundan emin olun ki Kur’an, en doğru yolda nasıl yürüneceğini göstermekte, toplumda güven oluşturan salihât[41] sahiplerinin kesinlikle harika sonuçlara neden olacağını müjdelemekte; yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını düşünenlerin yürek yakıcı bir sonla buluşacağını bildirmektedir. Ancak aceleci davrananlar hayrı çağırıyoruz diyerek şerri davet ederler. Gece ile gündüz Tanrı’nın varlığına işaret eden iki delildir. Gecenin silinmesinin arsından gündüzün aydınlığa ulaşması sayesinde evren, doğa ve toplumun size sunduğu nimetlere kavuşursunuz.[42] Ayrıca yılları hesaplar ve sayısal veriler ortaya koyarsınız. Bu tür ayrıntılara girmemizin nedeni farkına varmadıklarınızı fark ettirmektir.”[43] ayetlerinde gece ile gündüz birbirlerine karşı fadl sahibi işaretler olarak gösteriliyor. Böylece her varlığın kendi gerçekliğini yaşayarak Tanrı’nın işaret ve kanıtı olduğu belirtiliyor. Şu halde doğası değiştirilen veya doğal olmayan yöntemlerle kendisi dışında başka bir şey olmaya zorlanan varlık doğada hayır değil şer nedeni olacaktır. Bu da gıda anarşisi, insan terörü ve toplum kaosuna neden olacaktır. Dünyadaki tüm karmaşa ve çatışma bölgelerine bakılırsa doğal olanı isteyenler ile doğal olana ideolojik dayatması nedeniyle karşı çıkanlar arasındaki vuruşma olduğu görülür. Bu nedenle eğitim, sağlık, sanayi, tarım, imar gibi alanlarda doğal olan neyse onun çizgisinde gidilmelidir. Sonucun ne olacağını görmek için müneccim[44] olmaya gerek yoktur.
“Toplumda güven oluşturanlardan biri olmasına rağmen herhangi bir mazereti olmaksızın yerinden kımıldamayanlar ile toplum için malları ve canlarıyla çaba ortaya koyanlar[45] hiç eşit olurlar mı?[46] Toplum bunlar arasında kimin kimden hangi yönlerden üstün olduğunu bilmektedir.[47] İnsanlara güven veren herkesin toplumda güzelliklere ulaşacağı kesinken toplum için çaba sarf edenlerin sadece iyi olarak kalanlardan fazlalıklarının olacağı da kesindir. Toplum için seferber olanlar toplumun yüreğinde çok büyük bir ödüle kavuşacaktır.”[48] ayetinde fadl kelimesi iki eşit arasındaki mesai ve gayret fazlalığı anlamında kullanılmıştır. Burada yürüyenin oturandan, koşanın yürüyenden fazlalık sahibi olduğu belirtilerek bunlar arasında eşit muamele yapılamayacağı dillendirilir. Yani çalışanla çalışmayana eşit imkân sunulmaz. Sunulursa zulüm olur. Ancak toplumun tüm bireyleri toplum için çalışır haldeyken ve herkes kendi yeteneklerini ortaya koyarak üretim sağlarken oluşacak ekonomik dengesizlikleri gidermek için eşitlenme yoluna gitmek eşitlikçi toplumun meselesidir.
“Toplum için iş yapan ve değer üretenler sözlerini estetik[49] kalıba döksünler. Çünkü estetik olmayan öfke, kin, nefret ve sinirlilik gösteren sözler aranızı açar. Bu olumsuz üslup hepinizin apaçık düşmanıdır.[50] Sizi eğiten, besleyip büyüten ve donanım kazanmanızı sağlayan toplum neye layık olduğunuzu iyi bilir. Toplumdan size acıma ve sevgi de gelir can yakıcı durumlar da gelir. Sen toplumun bekçisi değilsin, kimsenin vekili de değilsin. Kimseye bir şeyler dayatamazsın ve kimse adına konuşamazsın.[51] Vicdan, akıl ve sağduyu elçilerinin her biri kendilerini besleyen, büyüten ve donatan toplumlarından ötekine göre daha üstün olan nitelikler kazanmışlardır.[52] Örneğin Davut’un hikmetli sözler içeren sayfalarını hatırlayın.”[53] ayetlerinde peygamberlerin arasında birbirinden üstün yönlerin olduğu faddalnâ kelimesiyle anlatılır. Bu ayetten de anlaşılıyor ki eşitlik herkesin tıpa tıp aynı olması değil, herkesin kendi yetenek ve niteliklerinin özgür ortamda ve hiç kimseye torpil yapmadan ortaya çıkma fırsatı tanımaktır. Balık, maymun, kuş ve deveyi eşit biçimde uçma, yüzme, yük taşıma ve zıplama sınavına tabi tutmak her varlığın kendi gerçekliğini görmezden gelmektir. Eşitlik, herkese imkân sunmak iken fadl herkese kendi yeteneğine uygun iş ve ortamı hazırlamaktır. Deveyle neden aynı oranda yük taşımıyorsun diyerek bir balığı diskalifiye etmek, maymuna neden kuş gibi uzaklara gidemiyorsun diyerek maymunu sınıfta bırakmak ancak eğitim, eşitlik, adalet ve fadl’dan anlamayanların yolu olur. Yeryüzündeki tüm tek tipçi eğitim sistemleri Tanrısal gerçekleri görmezden gelen körlerin metodolojisidir. Gerçeği reddedenleri ve dahası söylenen doğrulara kulak tıkayanları Kur’an kâfir, zalim, fâsık olarak nitelemektedir.
“Kiminizin kiminizden üstün olan yönlerine bakıp da kendinizde görmediğiniz ancak başkasında gördüğünüz fazlalıkları istemeyin.”[54] ayeti “Komşunun tavuğu kaz görünür.” psikolojisine işaret etmektedir. Herkes başkasına bakınca kendindeki yetenek, nitelik ve özelliği görmez olur. Kapitalist dünyada reklam furyaları sürekli ideal bir tip oluşturup onunla insanları uyuşturduğundan, insanlar ve bilhassa kadınlar idealize edilen tipe benzemek için kendi gerçekliğiyle çatışmaya girmektedir. Kur’an, kapitalist dünyanın ekonomik kâr ve sömürü getiren cilalı reklam dünyasına psikolojik donanımla karşı koymaktadır. Şarkıcı Tarkan’ın “Başkası olma, kendin ol.” nakaratı ilgili ayetin mesajıyla örtüşür. Çünkü kendimizde olan güzellikleri ancak iç dünyamıza yöneldiğimizde ve yeteneklerimize uygun iş yaptığımızda fark edebiliriz. Bu nedenle başkasında olana göz dikme ve başkasındakine düşmanlık yapma demek olan kıskançlık hastalığı kendi gerçeklerimizle barışmakla ortadan kalkar.
“Ey insan ailesi! Toplum vicdanından, akıl ve sağduyudan size bir öğüt,[55] psikolojik rahatsızlıklarınıza bir ilaç,[56] topluma güven duyanlara yol haritası,[57] sevgi ve acıma[58] gelmiştir. Onlara ‘Huzuru, toplumdan kazandığınız kimi üstün niteliklerinizin[59] yanında sevgi ve acımada arayın. Böylesi bir huzur tüm birikimlerden daha hayırlıdır.’[60] de.”[61] ayetlerinde Kur’an öğüt, şifa, rehber ve rahmet olarak nitelenmektedir. Köleci, eşitsiz, bağnaz, kabileci, kadın düşmanı, savaşçı, kız çocuğunu gömen ve fuhuşçu bir topluma Kur’an’ın yol göstermesi, başkalarına acımayı öğretmesi, çare arayanlara umut olması ve düşünmeye yönlendirmesi onun bir devrim manifestosu olduğunu bir kez daha ispatlar. Kur’an’ın Arap-Sami gelenek, hukuk ve ritüellerinden bahsetmesi tarihsel yönünü gösterir. Ancak ortaya koyduğu evrensel ilkeler, direniş teolojisi,[62] peygamber tipolojileri ve sürekli devrimi tetiklemesi ile evrensel bir rehber olduğunu, bu karakteriyle devam edeceğini gösterir.
“Tanrı’nın kiminize kiminizden farklı verdiği özellikleriniz[63] ile sevgi ve acıması olmasaydı çok azınız dışında herkes öfke, nefret, kin ve düşmanlık ateşine kapılırdı.”[64] ayetinde sevgi ve acıma yanında farklı sıfatlara sahip olma toplumsal barışın sebebi gösterilmektedir. Demek ki herkesi aynı iş ve konuma talip hale getirmek sosyal patlamaların ana nedenidir. Herkesi memur yapmaya kalkmak, herkese aynı eğitim müfredatını uygulamak, herkesi aynı tip okullarda okutmak, herkesi aynı giydirmek, herkesi aynı ideolojiye bağımlı kılmak, hiç kimseye özünü gür bir sesle çıkarmasına izin vermemek, farklı ses, sembol, dil ve düşünceyi düşman ilan etmek Tanrı’nın verdiği çoğulcu, renkli ve kucaklayıcı dünyaya ihanet etmektir. Gökkuşağına sövmektir; tüm renklere düşman olup beyazdan öte bir renge tahammül edememektir. Bu anlayışa literatürde faşizm, dogmatizm, despotizm, diktatörlük, abdestli dikta, Süfyanizm, Muaviyeizm, Sünni hilafet ideolojisi, Şii imamet mitolojisi, Hitlerizm ve Stalinizm diyoruz. Yeryüzünün ister Muhammedi barışçıları isterse ateist, komünist ve sosyalist barışçıları yahut İsevi ve Musevi barışçıları olsun herkes fadl’ı engelleyen tüm siyasal, askeri, ekonomik ve hukuksal aktörlere yahut bu tiplerin kontrolündeki sistemlere karşı mücadele etmek zorundadır. Bu konudaki her çabaya cihat denir. Cihat sırasında saldırıya uğrayan her barışçının kıtale kıtal[65] ile karşı koyması ise Muhammedi, İsevi, Musevi, vicdani ve devrimci bir zorunluluktur. Çünkü özellikle Kur’an’ın tanıttığı Tanrı elçileri sistem egemenlerine, mülkiyet kodamanlarına, sermaye şımarıklarına, askeri güç tekellerine ve ekonomi baronlarına karşı dik duruş ve fiili çatışma sergileyen kimselerdir. Müslüman, hegemonik zulüm düzenlerinin beynine saldıran kimsedir. Tıpkı bir sinek olarak görülen İbrahim’in Nemrut’un beynine yani ideolojisi ve devlet düzenine saldırması gibi.
Nisa-34’te geçen vedribû-hunne[66] cümlesindeki darabe fiili Arapların kadın dövme kaprisleri yüzünden kavram kargaşasına uğramıştır. Kur’an’da yüzüne tokat vurdu[67] denirken sakket, Musa ona yumruk attı[68] denirken vekeze; sopa, sopalama[69] denirken ehuşşu, boğazını kesmek[70] denirken kata’a, kişileştirilerek konuşturulan yeteneklerin sırt ve yüzlere vurması[71] anlatılırken yedribûne denilmesi darabe üzerinde geleneksel bir operasyon yapıldığını gösterir.[72] Darabe, Arapçada Türkçedeki etmek, eylemek yardımcı fiilleri gibi pek çok kelimeyle gelir. Darabe mesel, masal anlattı, misal verdi, sembol oluşturdu; darabe heyme, çadır kurdu; darb, baskı yapma, dayatma, zorlama anlamlarına gelir. Bir yerden kısa süreliğine ayrılmaya[73] darabe denir.[74] Gece gündüz karısını döven bir toplumda her gün dayak şikayetiyle Elçi Muhammed’e gelen onlarca kadın varken ayetin anlamını kadınları dövün diye anlamlandırmak tam bir maskaralıktır. Arap toplumunda ciddi boyuta ulaşmış kadına şiddet ortamında Kur’an en uygun çözümlerden birini sunuyor: Geçici olarak evlerinizi ayırın. Kur’an ve Elçi Muhammed’in hem evrensel mesajı hem de tarihsel davranışı birbiriyle uyuşur. Örneğin salat, zekat, karz-ı hasen ve infakta ayetle Elçi Muhammed tam bir uyum içindedir. Ancak uydurma olduğu yüzde yüz sabit olan kaynaklarda dahi hiçbir eşini dövmediği belli olan biri nasıl olur da şiddet gören kadınların dramları ortadayken erkeklere dayağa devam mesajı veren bir zulüm ve işkence onayı ortaya koyar? Eşleriyle arası açılan Elçi Muhammed’in eşlerinden iki ay uzak durduğu bilinir. Bu durumda bile eşleri evlerindeyken o evlere gitmemiştir. Darabe, talak gibi kesin bir ayrılık değildir, geçici süreliğine ikametgâhını terk etmedir. Anlaşmaya varıldıktan sonra da yeniden birlikte hayat sürmedir. Darabe, çiftleşme anlamına[75] da geldiği için “Kadınları darb ediniz.” ayeti kadınlarınızla cinsel temas kurunuz anlamına da gelir. Konuşmuş, bir süreliğine yataklarını ayırmış bir çiftin yakınlık kurmak için en sonunda cinsel birleşmeyi deneyerek aralarındaki soğukluğu gidermeye çalışmaları da doğal ve normaldir. Çünkü Araplar dişi deve ile erkek devenin çiftleşmesini anlatırken darabe fiilini kullanırlar.[76] Yani arası açılan çiftlerin konuşma, yataklarını ayırma, cinsel birliktelik kurma, mekânlarını ayırma, hakemlerin kararını dinleme ve en sonunda mahkemeye gitme süreçleri tüm çağlarda geçerliliği olacak olan bir Kur’an şeriatıdır.
[1] Erricâlu gavvâmûne ‘ale’n,nisâi
[2] Bimâ faddala’l-lâhu ba’zuhum ‘alâ ba’zin
[3] Fessâlihâtu gânitâtun
[4] Vadribû-hunne
[5] Bu tercümenin gerekçesi aşağıda açıklanacaktır.
[6] İnne’l-lâhe aliyyen kebiyran
[7] İn yuriydâ ıslâhen yüveffigi’l-lâhu beynehumâ
[8] İnne’l-lâhe kâne aliymen habiyran (Tanrı bilmekte ve haberi olmaktadır.)
[9] Nisa,34-35
[10] Müslim,Birr,43
[11] Bkz. Namık Kaya, Kızıl İslam, Tanrı’nın Nefsi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2016
[12] Sülâsî
[13] İhsan Eliaçık, Yaşayan Kur’an, Nisa Suresi, 32 nolu dipnot, İnşa Yayınları, İstanbul, 2014
[14] Kâim kelimesinin mübalağa sigasıdır.
[15] Rağıp el-İsfehani, el-Müfredât, n-ş-z maddesi, çeviren ve notlandıran:Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007
[16] İhsan Eliaçık, Yaşayan Kur’an, Nisa Suresi, 33 nolu dipnot, İnşa Yayınları, İstanbul, 2014
[17] İsra,70
[18] Rağıp el-İsfehani, el-Müfredât, f-z-l maddesi, çeviren ve notlandıran:Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007
[19] Özel: Öz ile ilgili, öze ait, birinin sadece kendisinde olan, başkasında olmayan
[20] Benî-Âdem: Âdem’in oğulları, toprağın oğulları
[21] İsra,70/Ve faddalnâ-hum ‘alâ kesiyrin mimmen halagnâ tafdiylen (Onları üstün yarattıklarımızdan daha üstün yönlerle var ettik.)
[22] Kâfirlik
[23] Fâsıklık
[24] Zâlimlik
[25] Mahkeme-yi Kübra: Büyük mahkeme, Tanrı’nın yargıçlık yaptığı mahkeme
[26] Said Kürdi, Sözler, Haşir Risalesi, 10. Söz, Envar Neşriyat, İstanbul, 1989
[27] Müslüman, Kur’an İslam’ının taraftarı
[28] Vallâhu faddale ba’zakum ‘alâ ba’zin fi’r-rızgi
[29] Rızık
[30] Sevâun (tesviye, düzleştirme,eşitleme, tepeleri düz etme)
[31] Mâ meleket eymânu-hum fe-hum fiyhi sevâun
[32] Nahl,71
[33] Darb-ı Mesel: Ataların anlattığı eski hikayeler
[34] Abden memlûken
[35] Nahl,75
[36] Kullun lehu gânitûn (Her şey ona boyun büker.)
[37] Yebdeu’l-halga sümme yu’iyduhû
[38] Ve huve ehvenu ‘aleyhi
[39] Ve huve’l-azizyzu’l-hakiymun
[40] Rum,25-29
[41] Namık Kaya, Kızıl İslam, Hasenat ve Salihat, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2016
[42] Li-tebteğû fadlen min rabbi-kum (Rabbinizin bir diğerinden üstün nitelik verdiklerini fark etmeniz için)
[43] İsra,9-12
[44] Müneccim: Yıldız falına bakarak gelecekten haber veren
[45] Fi sebili’l-lâhi bi-emvâli-him ve enfusi-him
[46] Lâ yesteviy
[47] Faddala’l-lâhu
[48] Nisa-95
[49] Ahsen
[50] İnneşşeytâne kâne li’l-insâni aduvven mubiyn(en)
[51] Ve mâ ersel-nâ-ke ‘aleyhim vekiylen
[52] Ve legad faddal-nâ ba’za’n-nebiyyine’alâ ba’zin
[53] İsra,53-55
[54] Nisa,32
[55] Mev’izetun min rabbi-kum
[56] şifâun limâ fi’s-sudûri
[57] Huden
[58] Rahmeten
[59] Bi fadli’l-lâhi
[60] Huve hayrun mimmâ yecme’ûn
[61] Yunus,57-58
[62] Teoloji: Teo bilimi, Tanrıbilim; Tanrı’nın varlığı, eylemleri ve nitelikleri üzerinde düşünce ortaya koyan bilim dalı, ilahiyat, kelâm. Direniş teolojisi, Tanrı mesajlarının devrim ve direniş alt yapısına bağlı adil, özgür ve eşit bir üst yapısı kurma amacı taşıdığı fikridir.
[63] Velev lâ fadlu’l-lâhi aleykum (Tanrı’nın üzerinizdeki birbirinden farklı yetenekleriniz olmasaydı)
[64] Nisa,
[65] Kıtal: Öldürme, öldürülme (Kâtil: Öldüren, Maktül: Öldürülen, Katl: Öldürme)
[66] Kadınları darp edin
[67] Zariyat,29/fe-sakket vechehê
[68] Kasa,15/Fe-vekeze-hû Mûsâ fe-gazâ ‘aleyhi
[69] Taha,18/Ehuşşu bihê (Onunla sopalarım)
[70] Hâkka,46/Le-katağnâ min-hu
[71] Enfal,50/Ve’l-melâiketu yedribûne
[72] Bkz. Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Nisa Suresi, 60 nolu ayet, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2014
[73] Taha,77/Fadrib lehum tariygan fi’l-bahri (Denizde kuru bir yol bul/Denizde kuru bir yola vurun kendinizi)
[74] Nisa,101/Ve izâ darabtüm fi’l-arzi (Yeryüzünde yurdunuza geri dönmek için çıktığınızda)
[75] Rağıp el-İsfehani, el-Müfredât, d-r-b maddesi, çeviren ve notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007
[76] Darabe’l-fahlü’n-nâgate