İzzettin Önder
Her yıl olduğu gibi, 2026 yılı kamu bütçesi de, biri teknik diğeri ideolojik iki temel sebepten dolayı sosyoekonomik hedeflere uygun görülemez. Teknik sebep, bütçenin bir plana dayandırılmayıp, orta vadeli program çerçevesinde bir önceki yıl bütçesinden ufak artışlarla hazırlanmasıdır. İdeolojik sebep ise, bütçeyi onaylayan parlamentonun burjuva devletinin baskın niteliği çerçevesinde çeşitli halk gruplarının parlamentoda temsilinin gerekli ağırlıkta ve burjuva ideolojisinden arındırılmış olarak bulunmamış olmasıdır.
2026 yılında ulusal gelirin TL olarak yüzde 24 artışla 77.3 trilyon liraya, dolar bazında ise yüzde 5 artışla 1.7 trilyon dolara çıkacağı öngörülmektedir. Aradaki fark, enflasyon artışı ve halkın fakirleşmesi olarak yorumlanmalıdır. Nitekim, enflasyona baktığımızda, her ne kadar Bakan Şimşek 2025 yıl sonu itibarıyla yüzde 28-29 bandını yakalayabileceğimizi söylese de, durdurulamayan enflasyonun yıl sonundan iki ay kadar öncesinde dahi yüzde 30’larda seyrediyor olması, hedefin tutturulamayacağının göstergesidir. Planlamaya göre, enflasyon 2025 yılında yüzde 30 oranına, 2026 yılında yüzde 20 bandına gerileyerek, 2027 yılında tek haneli orana düşecektir. Ulusal gelir nominal artışı ve enflasyonun yavaş hızda düşüyor olması, toplumun bir kesiminin yoksullaşırken, ufak bir kesiminin, özellikle de politik çevrelerle ilişki içinde bulunanların varsıllaştığına işaret eder. Hızla seyreden gelir erimesi ve servet transferi toplumda aranan adaletin bozulması toplumsal çöküşün temel dinamikleridir.
Gerek ekonomide gözlemlenen gelişmeler, gerek bütçe kalemlerinin incelenişi siyasi kadronun “Yoksullaştır ve destekle” yöntemi ile tabanını tahkim etme politikası güttüğü anlaşılmaktadır. Bu mekanizmanın nasıl çalıştığını çeşitli yıllar bütçelerinde izleyebiliriz. Sosyal güvenlik ve sosyal yardım hizmetleri harcamalarının muhtelif yıllarda ulusal gelire oranı yüzde 4.5 ile yüzde 5 aralığında seyrederek hem sağlık hizmetlerini hem de eğitim hizmetlerini münferiden aşmış, hatta söz konusu iki kalem harcama toplamına eşit düzeyde seyretmiştir. Yoksulluk sınırı 92 bin dolayına, açlık sınırı ise 28 bin dolayına dayanmışken, işsizlik bir türlü yüzde 30’ların gerisine düşmezken doğal olarak sosyal destek kimilerine bir kapı aralayabilir, kimilerini de “celladına aşık psikolojisi” ne sürükler!
Yukarıda sözünü ettiğim eğitim ve sağlık gibi modern devletin vatandaşa karşı en temel görevlerine gelince, neoliberalizm politikalarının eğitimin kısmen özelleştirilmesiyle kamu üzerindeki eğitim yükü(!) hafifletilmiştir. Eğitim harcamaları, ulusal gelire yüzde 3.5 düzeyi ile fevkalade yetersizdir. Eğitim harcamalarının bir ülke bütçesindeki yeri ve trendi ülke içinde zaman analizi ile değil, benzer ülkeler, hatta rekabet içinde olan ülkeler eğitim harcamaları trendiyle mukayese edilerek değerlendirilir. Gençlerimizi eğitim ya da çalışmak için yurt dışına itiyorsak, bunun ülke açısından fevkalde vahim bir politika olduğunu idrak etmeliyiz. Eğitimin çökertilmesi, açıktır ki ülkeyi küresel koşullardan koparırcasına yöneten bir iktidara beka sağlarken, ulusun geleceğini karartır. Bir mülakatta politikasının uzun vadedeki etkisini soran gazeteciye Keynes’in yanıtı “Uzun vadede hepimiz ölüyüz” olmuştur. Kendilerini iktisatçı gören siyasi liderlerin Keynes’i okumamış olmaları beklenemez! Ünlü bir eğitimcinin harika ifadesiyle, “Cahil, cehaletinin farkına varamaz!”
Sağlık harcamaları da eğitim harcamalarına analojiktir. Şöyle ki, gelir düzeyi itibarıyla bölünmüş halkımızın bir bölümü izdiham nedeniyle kamu hastanelerinden yararlanamazken, ufak bir bölümü ise özel kliniklerde ertesi gün MR randevusuna kavuşabilmektedir. Oysa, ülkemizde kucak açtığımız insanlar kamu kaynaklarına ulaşırken, buna ilaveten, vatandaşlarımızı adeta itercesine yabancı uyruklu stajyerlere yer açmada da cömert davranıyoruz.
Her dönem bütçenin ezeli-ebedi derdi olan faiz harcamaları 1990 sonlarına doğru yaşanan derin krizle ulusal gelirin yüzde 15’lerine kadar yükselmişken, 2000 güçlü ekonomiye geçiş programı ile gerileyerek, 2017 yılında en düşük seviyesi yüzde 1.8’i bulmuş, izleyen yıllarda ise yine yükselişe geçerek, 2024 yılında yüzde 2.8’e ulaşan oranın 2026 yılında yüzde 3 dolayında seyredeceği öngörülmektedir. İç ve dış derin sömürü aracı olan faiz, kimi zaman “Ponzi finansman sistemine” yönelişi dahi zorunlu kılmaktadır.
Bütçenin gelir kısmına geçtiğimizde, yıllara göre değişmekle beraber, ulusal gelirin yaklaşık yüzde 33’ü dolayında seyreden toplam gelirler içinde doğrudan vergilerin oranı maalesef yüzde 27’lerde seyrederken, malum dolaylı vergilerin oranı, farklı yıllarda yüzde35-40 arasında değişmektedir. Geçerek şunu söylemek isterim ki, vatandaşlarımızın düşündüğü gibi, dolaysız vergiler mutlaka adil olmadığı gibi, dolaylı vergiler de mutlaka adaletsiz değildir. Bir kere, bazı lüks kullanımlara ya da zararlı olduğu gerekçesiyle talep denetimi amacıyla salınan dolaylı vergilere adaletsiz damgası vurulamaz. Dolaysız vergilerde de, beyana tabi gelirlere tanınan istisna ve muafiyetler, örneğin 2026 yılında da yaklaşık 3.5 trilyon liraya varacak vergi harcaması (Alınması gereken verginin alınmaması!) ya da, tüm denetimlere rağmen türlü yöntemlerle vergi kaybına yol açan işlemler nedeniyle dolaysız vergilerde de adaletsizlik durumu ortaya çıkabilmektedir.
Yol ve köprü özelleştirmeleri, elde kalmamış kamu kuruluşları özelleştirmeleri ya da zaman zaman tüketiciyi canından bezdiren cezalar yoluyla da vatandaştan ne tırtıklanırsa kâr sayılan sistemde bütçe analizinin de fazla bir önemi kalmamaktadır. En son kabul edilen yasaya göre, maaşlardan 10 yıl boyunca yüzde 3 kesilerek bütçeye bir tür “sosyal fon” oluşturulması adalet ve ekonominin geldiği yer açılarından ilginç görülmektedir.
Ulusal gelirin yıllar itibarıyla yaklaşık yüzde 24’ünü oluşturan kamu bütçesi, ulusal gelirin yüzde 18’ine ulaşan vergi gelirleri ile beslenirken, bütçe açığı yüzde 3.5 düzeyinde seyretmektedir. Kamu borç stokunun ulusal gelire oranı ise yüzde 24 dolayındadır. Bu koşullarda önlenemeyen işsizlik, müzmin cari açık, denetlenemeyen enflasyon ve tüm baskılamalara rağmen yükselişteki kur sosyoekonomik sorunların devamının temel işaretleridir. Ulusal gelirin yüzde 24’üne ulaşan 2026 bütçesi ekonomide yapısal dönüşümü sağlayacak bir plana dayanmayıp, finans parazitlerinin orta vadeli programa dayalı bir bütçe olarak halka yararlı olamayacağı gibi, yükselen faiz haddine rağmen, önlenemeyen kamu açığı ve enflasyon nedeniyle, “Godot’u bekler” misali sıcak para bekleyenlerin de hayalini gerçekleştirme kapasitesini haiz görülmemektedir. Bürokrasinin harcamalarına rağmen, 2026 bütçesinde de vitrin malzemesi olarak “tasarruf” sözcüğünü görüyoruz!




