Umut MİHMANDAROĞLU
Lale Devri ile başlayan ve Tanzimat Devri ile ivme kazanan, neticede Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’teki ilânı ve sonrasında yaşanan 2 asrı aşkın modernleşme sürecinde, bu sürecin normal bir sonucu olarak tarihî mimarîden kopuş yaşandı.
Bir yandan modern şehircilik hedeflenirken, diğer yandan kültürel köklere bağlı kalma isteği mimarlıkta “ikilem” doğurdu.
Bir misal verecek olursak, Ankara’da modernist mimarlık ile Selçuklu-Osmanlı referanslı “millî mimari” arayışları aynı dönemde var oldu. Yani tarihî mimarîden kopuşa âdeta bir karşıtlık da kültürel köklere bağlı kalma isteğinden dolayı hâliyle doğmuş ve bu karşıtlığın etkisiyle de maziden ilham alan ve özellikle de Selçuklu-Osmanlı referanslı “millî mimari” arayışlarının etkisiyle maziden esintilerin olduğu bir mimarîlik tarzı da birtakım çevrelerce benimsendi. Yani modernizmin getirdiği yeni koşullara muhalif olan bir tarzın benimsenmesi söz konusu olup millî kimliği de mimarlığa yansıtma çabası söz konusudur. Bu çaba da haliyle bir kimlik seçeneğinin ete kemiğe bürünmesinden başka bir şey değildir aslında. Fakat bununla modern şehircilik anlayışına paralel yürütülmeye çalışılan millî kimlik seçeneğinin bir yandan tarihsel miras ile modernleşme arzusu arasında, diğer yandan da Doğu ile Batı kimlikleri arasında sıkışmışlığın ürünü olarak mimarlık alanında ciddi kimlik bunalımları yaşanmasına sebep oldu. Bu süreci şu maddelerle ele alabiliriz:
- Osmanlı’nın Son Döneminde Başlayan Batılılaşma Baskısı
Tanzimat ve Islahat Fermanları sonrası Avrupa ile daha yakın ilişkiler kurulmuş, Batı’daki mimari tarzlar (neoklasik, barok, rokoko, art nouveau vb.) Osmanlı’ya taşınmıştır.
Saray mimarlığında Balyan ailesi gibi Ermeni mimarların yaptığı Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi sarayları Batı üsluplarını yansıtır.
Bu durum, Osmanlı’nın geleneksel mimarlık kimliğini (selatin camileri, külliyeler, ahşap konut dokusu) gölgede bırakmış ve “taklitçilik” tartışmalarını doğurmuştur.
- Birinci Ulusal Mimarlık Akımı (1908–1930)
II.Meşrutiyet sonrası “millî kimlik arayışı” mimarlığa da yansımıştır.
Osmanlı klasik döneminden (özellikle Mimar Sinan etkisi) alınan öğelerle Batı’nın simetrik, anıtsal düzen anlayışı birleştirilmiştir.
Vedat Tek (Sirkeci Büyük Postane) ve Kemalettin Bey (Ankara Palas) gibi isimler bu dönemin öne çıkan mimarlarıdır.
Bu akım, Osmanlı’dan kopmadan, fakat “millî” bir Cumhuriyet kimliği oluşturma çabasının ilk aşaması olarak görülür.
- Cumhuriyet’in Başlangıcında Mimari Kimlik Arayışı
1923 sonrası genç Cumhuriyet, Batı uygarlığıyla bütünleşmeyi hedeflediği için modern mimarlık arayışına yönelmiştir.
Ancak toplumun köklerinden gelen “İslam-Osmanlı” mimari geleneği ile Batı’dan ithal edilen “modernist” üsluplar arasında gerilimler yaşanmıştır.
Bu dönemde Ankara’nın başkent oluşu ile birlikte kentin planlanması (Hermann Jansen planı) ve yeni kamu binalarıyla “yeni devletin yüzü” tasarlanmaya çalışılmıştır.
- İkinci Ulusal Mimarlık Akımı (1930’lar–1950’ler)
Erken Cumhuriyet yıllarında davet edilen yabancı mimarlar (Ernst Egli, Clemens Holzmeister vb.) modernist bir çizgi getirmiştir.
Buna tepki olarak 1930’ların ortalarında İkinci Ulusal Mimarlık doğmuştur.
Bu akımda, daha yalın, simetrik, anıtsal, taş kaplamalı yapılarla devlet otoritesi ve millî ruh yansıtılmaya çalışılmıştır (ör. Anıtkabir, TBMM 2. Binası).
Ama bu akım da yine “özgünlük mü, Batı etkisi mi?” tartışmalarını sonlandıramamıştır.
- Kimlik Bunalımının Temel Sebepleri
Gelenek–Modernite Çatışması: Osmanlı’dan miras kalan dini–sivil mimari ile Batı’dan alınan yeni tarzlar arasında sıkışma.
Doğu–Batı İkilemi: “Türk kimliği”ni ortaya koyma çabası ile Avrupaîleşme baskısı arasındaki gerilim.
Devletin Yeni İdeolojisi: Cumhuriyet, seküler ve ulus-devlet ideolojisini mimarlık üzerinden de görünür kılmak istedi. Bu, Osmanlı-İslam mirası ile ideolojik mesafe doğurdu.
Eğitimde Yön Değişimi: Osmanlı’da Sanayi-i Nefise Mektebi (1882) daha çok klasik–oryantalist bir eğitim verirken, Cumhuriyet döneminde Bauhaus etkisiyle modernist mimarlık eğitimi benimsendi.
Özetle, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte mimarlık kimliği bunalımları, tarihsel köklere bağlı kalma arzusu ile yeni bir ulusal–modern kimlik inşa etme hedefi arasındaki gerilimden doğmuştur. Bu süreç, günümüzde bile Türk mimarlığında “yerellik–evrensellik” tartışmasının temelini oluşturmaktadır.
Şimdi bir yandan tarihsel miras ile modernleşme arzusu arasında, diğer yandan da Doğu ile Batı kimlikleri arasında sıkışmışlığın ürünü olarak mimarlık alanında yaşanan ciddi kimlik bunalımlarına bir misal verecek olursak İznik için tasarlanmış bir TOKİ mahallesi, kimliğimiz Türk/Osmanlı ise binalarımız da bu olur demeye çalışıyor. ½ oranlı düşey pencereler, çıkma ve saçaklar, alaturka kiremitli çatılarla Osmanlı simülasyonu yapılıyor orada. Site bize kim olduğumuzu anlatıyor. Yani kültürel köklere bağlı kalma isteğinin ortaya çıkardığı Selçuklu-Osmanlı referanslı “millî mimari” arayışlarının bir tezahürü oraya yansıtılmaya çalışılmış.
İznik’teki siteyse dünyanın pek çok yerinde uygulanan ama artık ambalajdan başka bir şey olmadığını çoktan fark ettiğimiz bir tasarım olarak o kimliği ezeli ve ebedi gerçeğimiz olarak takdim ediyor.
Hatta nasıl Lale Devri’nden başlayıp Tanzimat Devri’nde hız kazanan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’teki ilânı ve sonrasında âdeta nirvanasını yaşayan, özetle 2 asra yayılan modernleşme sürecinde mimarî alandaki modern kimlik-millî kimlik çatışması bugün de TOKİ-AVM mimarisi ile tarihî şehir dokusu arasında yaşanan çatışmalarla devam ediyor. Dün geleneksel kimlik ve modern kimlik arasında yaşanıp bugün TOKİ-AVM mimarisi ile tarihî şehir dokusu arasında yaşanan bu malum çatışmalar, aslında hem mimarlık kimliği bunalımını hem de kültürel süreklilik sorununu gözler önüne seriyor. Bunu birkaç başlık altında ortaya koymak mümkündür:
- Tarihî Dokunun Bozulması
Anadolu şehirlerinin çoğunda Osmanlı ve Selçuklu döneminden kalma tarihî çarşılar, camiler, konaklar ve mahalle dokuları bulunuyor.
TOKİ’nin “seri üretim mantığı” ile inşa ettiği apartman blokları, bu tarihî siluete uyum sağlamıyor.
Bir misal verecek olursak Safranbolu, Mardin gibi koruma altındaki şehirler dışında birçok kentte tarihî doku, yüksek katlı beton yapılarla görsel olarak kesintiye uğradı.
- Yerel Mimari ile Uyuşmazlık
Geleneksel Anadolu evleri; avlu düzeni, ahşap işçiliği, taş malzeme kullanımı ve iklime uyumlu planlarıyla kimlikli yapılardır.
TOKİ yapıları ise tek tip betonarme, hızlı üretim ve maliyet odaklı olduğu için bu özelliklerden yoksundur. Böylece kültür kimliği ile yeni konut üretimi arasında uçurum oluşur.
- AVM’lerin Ticaret Kültürünü Dönüştürmesi
Tarihî şehir merkezlerinde “çarşı” ve “pazar” kültürü, toplumun sosyo-kültürel hayatında önemliydi.
AVM’ler, bu kültürü homojenleştirerek tüketim merkezlerine dönüştürdü.
Örneğin: İstanbul Kapalıçarşı’sı gibi tarihî merkezler bir kültür değeri taşırken, AVM’ler sadece küresel tüketim zincirlerinin mekânları oldu. Bu da tarihî-kültürel kimliğin silinmesine yol açtı.
- Kent Siluetine Müdahale
Yüksek katlı TOKİ yapıları ve AVM kompleksleri, tarihî kentlerin siluetini bozan en önemli unsurlar.
İstanbul’da Süleymaniye, Sultanahmet gibi anıtsal eserlerin arkasında yükselen gökdelenler, görsel bir çatışma oluşturuyor.
Bursa, Konya gibi şehirlerde de tarihî cami ve külliyelerin yanında yükselen modern yapılar, kültürel sürekliliği kesiyor.
- Kimliksizleşme ve Yabancılaşma
TOKİ ve AVM mimarisi, genellikle “yerel kimlikten kopuk, evrensel-modern görünümlü” binalar üretiyor.
Bu durum, hem mimarî kimlikte bir homojenleşme yaratıyor hem de toplumun kendi tarihî-kültürel kökleriyle yabancılaşmasına yol açıyor. Şehirlerin her biri birbirine benzemeye başlıyor; Konya’daki TOKİ ile Erzurum’daki TOKİ neredeyse aynı.
Yani sadede gelecek olursak Türkiye’de TOKİ-AVM mimarisi ile tarihî şehir dokusu arasındaki çatışma, aslında hızlı modernleşme ile tarihî-kültürel sürekliliği koruma mücadelesinin bir yansımasıdır. Bir tarafta işlevsellik, hız ve ekonomik kaygılar, diğer tarafta tarihî kimlik, estetik ve kültürel hafıza bulunuyor.




