Almanya’ya geldikten iki yıl sonra Türkiye’de yatırımı bulunan Alman işinsanlarının bir toplantısına davet edildim. Türkiye’deki gidişatı kaygıyla izliyor, yatırımlarını korumakla başka bir ülkeye kaydırmak arasında tercih yapmaya çalışıyorlardı. Durumu bir de benden dinlemek istemişlerdi. 50 kadar yatırımcıya, hukukun üstün olmadığı bir otokraside ne hayatların, ne sermayenin güvencede olacağını anlattım. Türkiye’yi “geniş pazar/ucuz iş gücü” olarak gören zihniyeti eleştirdim, böyle bir yaklaşımın otokrasiyi beslerken demokratikleşme çabalarına da ket vurduğunu söyledim.
Sorular faslına geçildiğinde, “Ama Mehmet Şimşek sizin gibi düşünmüyor” dediler. Benden önce Başbakan Yardımcısını dinlediklerini o zaman öğrendim. “Merak etmeyin, bu koşullarda o da çok uzun süre görevde kalamaz” dedim. Nitekim kısa bir süre sonra Şimşek, 11 yıldır sürdürdüğü ekonomi kaptanlığından istifa etti.
Bugün Erdoğan yeniden kapısını çalıp batırdığı ekonomiyi ayağa kaldırmasını istediğinde, Şimşek kibarca “Sağol, ben almayayım. Sana başarılar” dedi ve yuvaya dönüş müjdesini açıklaması için bekleyen kameralara görünmeden arka kapıdan çıkıp gitti.
Tükenişin emarelerinden bir yenisi bu da… Hiçbir akıllı insan, fırtınalı havada batan bir gemiye binmek istemez.
Bir de farklı açıdan örnek vereyim: Berlin bir süredir Ankara’yla ilişkilerinde “bekle-gör” politikasına geçmişti. Erdoğan’ı kızdıracak bir şey yapmamaya aşırı özen gösteriyor, ama muhalefeti de dikkatle izliyorlardı. Sonunda iktidar partisi SPD’nin eşbaşkanı Lars Klingbail taziye gerekçesiyle Türkiye’ye geldi ve Kılıçdaroğlu ile buluştu.
Almanya da, muhtemel bir iktidar değişikliğinin neler getirebileceğini anlamaya çalışıyor. CHP lideriyle temas kurarak mülteci anlaşmasından Ukrayna krizine kadar muhtemel politikasını anlamak istiyorlar. Alman basından meslektaşların Kılıçdaroğlu’nun adının nasıl telaffuz edileceğine dair sorularına muhatap oluyoruz.
Özetle: Erdoğan’ı iktidardan süpürecek Ankara rüzgârı, Avrupa’yı da etkisine almaya başladı.