İslam dünyası, uzun süredir yalnızca siyasal ya da ekonomik krizler içinde değil, çok daha derin ve sarsıcı bir entelektüel krizle karşı karşıyadır. Bu kriz, yüzeydeki yönetim sorunlarının, teknolojik geri kalmışlığın ya da eğitim yetersizliklerinin çok ötesindedir. Mesele, varoluşsal bir kopuştur: İslam toplumlarının kendi hakikat tasavvurunu, bilgi üretim süreçlerini, kavramsal dünyasını ve varlıkla kurduğu ilişki biçimini yitirmiş olmasıdır.
Bugün İslam toplumları, modern kapitalist uygarlığın dayattığı epistemik şiddet biçimlerini içselleştirmiş, Batı menşeli kavram, kurum ve değer sistemlerine sorgusuz sualsiz entegre olmuş durumdadır. Bu entegrasyon, bir zorunluluk değil; kendi entelektüel üretim kabiliyetini, zihinsel bağımsızlığını kaybetmiş olmanın doğal sonucudur. Artık kendisine dair düşünmeyen, düşünse bile bunu kendi diliyle ve kavramlarıyla yapamayan bir yapı ortaya çıkmıştır.
Kavramsal Çöküş ve Entelektüel Hegemonya
Düşünsel üretimin özü, kavramsal özerkliktir. Kavramlar, bir medeniyetin varlıkla kurduğu ilişkinin dilsel ifadesidir. Oysa bugün İslam toplumları, kendi özgün kavram haritalarını yitirmiş, yerini Batılı referanslarla inşa edilmiş bir düşünsel yapıya bırakmıştır. “İnsan”, “ahlak”, “özgürlük”, “adalet”, “hakikat”, “toplum”, “medeniyet”, “bilim” gibi temel kavramlar dahi Batılı epistemolojinin izdüşümleriyle yeniden tanımlanmakta ve bu tanımlar sorgulanmaksızın kabul edilmektedir.
Bu durum, entelektüel sömürgeleşmenin en açık göstergesidir. Bilgi, artık tahakkümün bir aracı haline gelmiş, hakikati araştıran bir çaba olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle bugün İslam dünyasında “bilgi” üretimi denildiğinde, çoğu zaman sadece çeviri faaliyetleri, yüzeysel aktarım veya kadim metinlerin dogmatik tekrarları akla gelir. Bu da gösteriyor ki bilgiyle kurulan ilişki, eleştirel değil; taklitçidir. Mukallit aklın ise kendi zamanına, coğrafyasına ve insanına dair özgün ve sahici cevaplar üretmesi beklenemez.
Zihinsel Tek Tipleşme ve Resmî Akıl
İslam dünyasının içine sürüklendiği entelektüel durgunluğun bir diğer sebebi ise, düşüncenin kamusal alandan tasfiyesi ve “tek akla” indirgenmesidir. Düşünce, artık bireysel bir meşgale değil; resmi söylemlerin, ideolojik çerçevelerin ve tarihsel mirasın gölgesinde şekillenen, sınırları çizilmiş bir alana sıkıştırılmıştır. Din, felsefe ve düşünce alanları giderek daha fazla ideolojik aparata dönüştürülmekte; itaatkâr bireyler, eleştirel özneye tercih edilmektedir.
Bu yüzden İslam dünyasında “entelektüel” ya da “mütefekkir” figürü neredeyse ortadan kalkmıştır. Yerine “kanaat önderi”, “alim”, “yazar” gibi toplum tarafından meşruiyeti tanınmış, çoğu zaman da resmi ideolojinin sınırları içinde konuşan figürler geçmiştir. Halbuki gerçek bir entelektüel, çağının konforunu değil; çağının acısını, çelişkisini ve karanlığını dile getirir. Konuştuğunda tartışma başlatır, düzeni rahatsız eder, ezberi bozar. Oysa günümüzde düşüncenin rahatsız edici değil, itaat ettirici hale gelmesi, düşünsel çölleşmenin temel nedenlerinden biridir.
Geleneğin Dogmalaşması ve Gelecek Bilincinin Felci
Medeniyetlerin gelişimi, geçmişi taklit etmeleriyle değil; geçmişle kurdukları yaratıcı ve eleştirel ilişkilerle mümkün olur. Ancak İslam toplumlarında geleneğe yaklaşım, çoğu zaman kutsayıcı ve sorgulanamaz bir biçim almıştır. Geçmiş, bir ilham ve birikim kaynağı olmaktan çıkmış; mutlak doğrular deposu haline getirilmiştir. Bu da güncel meselelerle yüzleşme yeteneğini, özgün düşünceler üretme cesaretini felce uğratmaktadır.
Bugün karşı karşıya olduğumuz siyasal, kültürel, ekonomik ve ahlaki krizler, geleneği tekrar ederek değil; onu çağın diliyle yeniden okuyarak, yeniden kurarak aşılabilir. Ancak bu da ancak eleştirel düşünceyi yücelten, farklı fikirlere yaşam alanı tanıyan, çoğulcu ve açık ufuklu bir zihin dünyasıyla mümkündür.
Kimlik Belirsizliği ve Kişilik Dağınıklığı
İslam dünyasında yaşanan entelektüel çöküş, bireyin kişiliğine de doğrudan yansımaktadır. Müslüman bireyler, neye inandığını, ne için yaşadığını, hangi değerleri savunduğunu ve bu değerleri hangi akli temellere oturttuğunu bilemez hale gelmiştir. Bu, sadece inançsızlık ya da ahlaki zafiyet meselesi değil; kimliksel bir çözülmedir. Çünkü birey, zihinsel özgürlüğünü ve ahlaki özerkliğini yitirdiğinde, aidiyetini de yitirir. Böyle bir birey, düşünemez, direnemez ve dönüştüremez hale gelir.
Evrensel Zihin ve Sahici Bağımsızlık
Bugün Müslüman dünyanın en temel ihtiyacı, “entelektüel bağımsızlık”tır. Bu, salt siyasal ya da ekonomik bir bağımsızlık değil; zihinsel ve kavramsal özgürlüktür. Başkalarının kavramlarıyla konuşan, başkalarının tarihini kopyalayan, başkalarının düşünsel zemininde var olmaya çalışan bir dünya, kendi tarihini inşa edemez. İslam dünyası, kendi kavramlarını üretmeli, kendi meselelerine kendi diliyle yaklaşmalı ve çağın sorunlarını kendi epistemolojisiyle ele almalıdır.
Bu bağlamda en öncelikli görev, entelektüel kadroların, mütefekkirlerin, düşünce okullarının, eleştirel mecraların inşasıdır. Bu kadrolar, herhangi bir ideolojinin veya politik gücün değil, hakikatin tarafında olmalıdır. Çünkü ancak hakikatin yanında duran bir düşünce, insanlığı kuşatacak bir ufuk çizebilir.
Sonuç: Hakikate Dönüş Çağrısı
İslam medeniyetinin yeniden dirilmesi, ancak sahici bir hakikat arayışına, derinlikli bir düşünce devrimine ve zihinsel bağımsızlığa yönelmesiyle mümkündür. Aksi takdirde, konjonktürün belirlediği, çıkarların yön verdiği, resmî ideolojilerin gölgesinde şekillenen bir yapı ile ne sahici bir büyüme, ne de sürdürülebilir bir gelecek kurulabilir.
Kısacası, bugün İslam dünyasının en büyük sorunu; düşünmemek değil, yanlış biçimlerde ve yanlış zeminlerde düşünmektir. Ve bu kriz, ancak evrensel bir bilinçle, özgür bir akılla ve sahici bir sorumluluk duygusuyla aşılabilir.