Şebnem Korur Fincancı
Michel Foucault, modern devletin nasıl işlediğini anlatırken bir kavram ortaya atmıştı: Biyoiktidar. Bu kavram, devletin artık yalnızca ‘Yasak koyan’ veya ‘Cezalandıran’ bir güç olmadığını; aynı zamanda yaşamın kendisini düzenleyen, kimlerin nasıl yaşaması gerektiğine karar veren bir mekanizmaya dönüştüğünü anlatır. Foucault’ya göre eski iktidar biçimleri ‘Öldürme veya yaşatmaya izin verme’ hakkına dayanıyordu. Modern iktidar ise bunun tersini yapar: ‘Yaşatmak ve ölmeye bırakmak’. Yani artık kimseyi doğrudan öldürmez ama hangi yaşamların korunmaya, hangilerinin dışlanmaya değer olduğuna karar verir. Gündemimize giren 11. yargı paketi de hukukun giderek daha fazla ‘ahlak’ ve ‘değerler’ diliyle konuşmaya başladığını, yasaların da toplumu ‘terbiye etme’, belirli yaşam biçimlerini ‘makbul’ kılma aracı haline dönüştürüldüğünü gösteriyor. Devlet, artık sadece güvenliği değil, yaşam tarzını, bedeni ve arzuyu da düzenliyor. Hukuk, toplumsal hayatın sınırlarını çizmekle kalmıyor; ‘normal’ davranış kalıplarını tanımlayarak toplumun ahlak rejimini belirliyor. Böylece hukuk, bir ‘yaşam mühendisliği’ aracına dönüşüyor.
Foucault’nun Cinselliğin Tarihi adlı çalışmasında söylediği gibi, modern toplumlar cinselliği bastırmaz; tersine, onu sürekli konuşur, ölçer, sınıflandırır ve denetler. Cinsellik artık yalnızca bireysel bir mesele değil; nüfusun ‘sağlığı’ ve ‘ahlakı’ için kontrol edilmesi gereken bir alan haline gelir. Tam da bu nedenle LGBTİ+ insanların kriminalize edilmesi, yalnızca bir nefret siyaseti değil; aynı zamanda bir biyopolitik stratejidir. Devlet, kimi zaman ‘Aileyi koruma’, kimi zaman ‘ahlak’ veya ‘kamu düzeni’ gerekçesiyle, kimin nasıl sevebileceğine karar verme hakkını kendinde bulur. Biyoiktidarın en belirgin özelliği, bedeni bir siyaset alanına dönüştürmesidir. Artık yalnızca siyasal kararlar değil, bedensel davranışlar, kıyafetler, arzular, kimlikler de siyasallaşır. Kimin nasıl bir bedene sahip olabileceği, hangi ilişkilerin kabul edilebilir olduğu, hatta kimin hangi tuvaleti kullanabileceği bile devletin dolaylı düzenleme alanına girer. Bu denetim biçimi, kaba bir baskıdan ziyade ‘koruma’ ve ‘düzenleme’ söylemiyle işler. Devlet, ‘Toplumu korumak’ adına bireyin özel alanına girer.
Foucault, modern iktidarın en güçlü yanının, yaşamı şekillendirme kapasitesi olduğunu söyler. Bu iktidar, bazı yaşamları ‘Yaşanabilir’, bazılarını ise ‘Yaşanmaya değmez’ kılar. Bugün LGBTİ+ların hedef haline getirilmesi, tam da bu seçici yaşatma mantığının bir sonucu. ‘Sapma’ veya ‘tehdit’ olarak kodlanan artık suçludur. İktidarlar öldürmek yerine, nasıl yaşanacağını söylüyor. Bu da öldürmekten daha ince ama daha derin bir denetim biçimi.
Elbette devletlerin öldürmekten vazgeçtiğini söylemek pek mümkün değil, hele ki dört yanımız savaşlarla ve katliamlarla sarılmış, sivil ölümler tarihin tüm savaşlarında olmamış bir düzeye yükselmişken. Artık savaşlarda her 10 ölümden dokuzu sivil, bunların da dördü kadın. Türkiye’ye gelirsek, ikili cinsiyet verileri ile sınırlı olsa da Dünya Ekonomik Forumu (WEF) 2025 küresel cinsiyet uçurumu endeksi raporunda 148 ülke arasında 135, Avrupa ülkeleri arasında ise 40. yani son sırada olan bir ülkede yaşıyoruz. Sağlık ve hayatta kalma kategorisinde ise sıramız 82. Erkekler 2024’te en az 378 kadını öldürmüş, en az 282 kadın ölümü şüpheli olarak basına yansımış, LGBTİ+’ların ise zaten adı yok. Cezasızlık almış başını gitmiş…
Foucault’nun dediği gibi, ‘İktidar yaşamı kuşatır’ – bedende, arzuda, dilde, yasalarda ve elbette sevgide. Ve belki de bu yüzden, en politik eylem, yaşamın kendisini savunmaktır.




