İzlanda’daki “buzul-kuruması”nı da ırmakların-göllerin kurumasını da denizlerin-okyanusların balıklara yuva olmaktan çok plastiklere çöplük olmasını da beton ormanlarını da anlama yolunda işe “eşref-i mahlûkât” şapkasını çıkarıp önümüze koyarak başlamak gerekiyor
T24’te perşembe günü yayımlanan “Önce ırmaklar, sonra göller ve işte şimdi buzulllar kurudu“ başlıklı yazıma gelen yorum ve değerlendirmelerde küresel iklim krizine ilişkin “din faktörü”nü ihmal ettiğimi vurgulayanlar oldu. Bunlar arasında bir okurumdan gelen notları özetle paylaşayım:
“Tanrı’nın dünyayı insanlar için yarattığına inanmamız isteniyor; Tanrı dünyayı insanlar için yarattığına göre küresel ısınma falan hikayedir. Zira Tanrı tüm gezegeni, tüm ormanları, tüm denizleri ve buralardaki tüm canlıları salt insan tepe tepe kullansın diye yaratmıştır. Böyle bir dünyada önemli düşünce devrimi yapmadan AKP rejimi gibi, Trump’ın ABD’si gibi dini de kullanarak doğayı mahveden odakların doğaya vereceği geri dönüşümü olmayan tahribatları engellemek çok zor. Bizim inançlarımız bize dünyanın varlığının Tanrı tarafından güvence altına alınmış olduğunu, dünyanın sonunun ise salt Tanrı iradesi öyle isterse olabileceğini düşündürtüyor. ‘Küresel ısınma’ kavramı binlerce yıldır insanlığın zihnine nakşedilen ‘mahşer günü’nün yanında sinek vızıltısı gibi kalıyor. Kanaatimce işin bu yönünü düşünmeden yapılacak çabalar hep yetersiz kalacak.”
Bu ifadelerin kışkırttığı düşüncelerle, “Tanrı’nın dünyayı insanlar için yarattığı inancı”nın da içinde yer aldığı çok yaygın bir zihinsel örüntü ve şartlanma olan “homosantrizm”, yani “insan-merkezcilik” üzerine bir tartışma açmakta ben de yarar görüyorum.
Ama bunu sadece teolojik sınırlar içerisinde değil, çuvaldızı kendime batıracak şekilde “antropolojik” çerçeveye genişleterek yapacağım.
“Yaratılmışların en şereflisi” (“eşref-i mahlûkat”) olduğu kadar, “doğanın en seçilmişi” olarak insan “tasavvuru” üzerine de bir sorunsallaştırma ile yola koyulacağım.
“Seçilmiş primat” mı, “eşerr-i mahlûkât” mı?
Antropolog Adam Kuper, insanın biyolojik varlık alanı ile kültürel varlık alanını birbiriyle ilişkili olarak ve evrimsel çerçevede tartışmaya açtığı meşhur kitabına çarpıcı bir isim vermiştir: The Chosen Primate (1994), yani “seçilmiş primat (maymun)”.
Bir “çıplak maymun” olan insanı hayvanlar âleminde eşsizleştirdiği söylenebilecek bu ifade, aslına bakılırsa dinsel dünya görüşünün insanı eşsiz kılan “eşref-i mahlûkât” deyişinden çok da farklı bir duyarlılık yansıtmaz.
İnsanbilim (antropoloji) alanına 40 yılını vermiş biri olarak, insanın içerisinde yer aldığı doğal çevre ve parçası olduğu canlılar dünyasıyla kurduğu ilişkinin mahiyetine baktığımda ben, Kuper’ın “seçilmiş primat” tabirinin çok karşılıksız, hatta talihsiz olduğunu düşünmekten yanayım.
Bana kalırsa insan, seçilmiş değil “bozulmuş/yoldan çıkmış” (distorted) primat.
İnsan kendi doğallık ve canlılık kategorisinden sapmış, doğaya da başka canlılara da zararlı, kötünün kötüsü, baş belası, Osmanlıca tabirle “eşerr” bir yaratık.
İnsan, “eşref-i mahlûkât” değil, “eşerr-i mahlûkât”. Yaratılmışların en şereflisi değil, yaratılmışların en “şer”, en kötü olanı yani…
İlk iş, “şapka”yı önümüze koymak!
En son örnek-olay olarak İzlanda’da karşımıza çıkan “buzul-kuruması”nı da, çok daha uzun zamandır devam eden ırmakların-göllerin kurumasını da, denizlerin-okyanusların balıklara yuva olmaktan ziyade artık plastiklere çöplük olmasını da, beton ormanlarını da, hayvan-kıyımlarını da anlama yolunda;
İşe “eşref-i mahlûkât şapkası”nı çıkarıp önümüze koyarak başlamak gerekiyor.
İnsanı ne Allah’ın yarattığı en “şerefli” varlık, ne de doğanın “seçilmiş” canlısı sayarak bu işin üstesinden gelinebilir.
İnsandan daha değerli varlık yok dedikçe bu tür doğa-düşmanı tutumlar, hoyratlıklar, acımasızlıklar, gaddarlıklar, kıyımlar artmaktan öteye gitmez.
“Eşerr-i mahlûkât”ın yıkıcılığını görmeden, bunun doğa-insan ilişkisinin bozulmasıyla kök-bağını kurmadan bu problemin üstesinden gelinemez.
Doğaya ihanet eden varlık
İnsan, bir doğal/biyolojik varlık, bir omurgalı-memeli hayvan, iki ayağı üzerinde dik durabilen-yürüyebilen bir “çıplak maymun” olarak parçası, bağlısı, bağımlısı olduğu doğaya ihanet etmiş bir canlı.
Bu ihanetin itici gücü yukarıda işaret ettiğimiz insan-merkezcilik; dinî tabirle söylemek gerekirse de işte o “eşref-i mahlûkât” telakkisi…
İnsan, “eşref-i mahlûkât” değil; ve eğer dinî referans konusunda çok fazla ısrarcıysanız belirtmek gerekir ki Kur’ân’da hiçbir yerde bu ifade geçmiyor. (“Yarattıklarımızın birçoğuna onları üstün kıldık” ayeti de bu ifadeye karşılık gelmiyor.)
Ama Tîn Sûresi’nde, “İnsanları en güzel kıvamda yaratmışızdır. Sonra alçakların en alçağına döndürmüşüzdür” denmekte.
Yani bu ayete bakılacak olursa insan, dinde bile iyilik kadar kötülüğe, güzellik kadar çirkinliğe, doğruluk-dürüstlük kadar yalana-dolana ve üstünlük kadar alçaklığa da yatkın bir varlık olarak önümüze konmakta.
İnsan-merkezci yıkıcılık
Demek ki “kedi-köpek sever”, “ağaç-böcek sever” diye küçümsenip aşağılanan insanlar karşısında ha bire “insanlık” adına beton-severliği, altın-severliği, nükleer-severliği dinen caiz kılmaya temel oluşturacak mahiyette “eşref-i mahlûkât” diye bir tabir dinde yok.
Ama bu tabir ve onunla aynı doğrultuda hep servis edilen, “Her şey insan için, insandan daha değerli hiçbir şey yok” gibi ifadelerle yıllardır orman, dağ, tepe, bayır demeden her yeri insana mesken kılma yolunda izlenen bu yıkıcı insan-merkezciliğin bedelini tüm bileşenleriyle doğa ödüyor.
Mesela, “Kanal İstanbul”un ne kadar canlıyı yok edeceğini bir düşünün!..
Yaşadığımız mahalleler, çalıştığımız mekânlar, dinlenip tatil yaptığımız beldeler, hep diğer canlılar, canlılık ve canlılığa alt yapı oluşturan kaynaklar (hava, su, toprak) hilafına insana mahsus kılınıyor.
Türcülük “sorunu”
Irkçılığın bir ileri istasyonu olan “türcülük”le de ilişkilendirilmeden geçilmemesi gereken tutum ve eylemler bunlar… Ve ırkçılığın zihinsel altyapısında nasıl “etnosantrizm” (biz-merkezcilik) şartlanması varsa, türcülüğün altyapısında da işte homosantrizm (insan-merkezcilik) şartlanması var.
Irkçılık nasıl kendi dışımızda kalan öteki insan topluluklarını renginden, dilinden, dininden, vb. farklılıklarından dolayı aşağı ve her şeye müstahak görmekse;
Türcülük de öteki (insan-dışı) hayvanları insandan aşağı, dolayısıyla her şeye müstahak görmek, bir başka türe mensup oldukları için onlara zarar vermek demek (Richard Ryder, “Türcülük”, Birikim, Sayı: 195, 2005).
Zararın boyutları hayvanları yiyeceğe-giyeceğe dönüştürmek gibi “masum” addedilen pratiklerden, onları zevk için avlama, deneylerde kullanma, giderek at yarışı, rodeo, horoz dövüşü, boğa güreşi gibi acımasızlıklara ve sirklerde eğlence unsuru yapma vicdansızlıklarına kadar varıyor.
Bu vicdansızlıkların altını kazıdığınızda da orada “eşref-i mahlûkât” yazdığını görüyorsunuz!..
Bu yüzden önce tüm bunları yapan yaratığın adını dosdoğru “eşerr-i mahlûkât” koymak gerekiyor. Onu, yaratılmışların en şereflisi değil “en şerefsizi” saymak gerekiyor!..
Aynı doğrultuda, homosantrizmden sıyrılmak ve bir “hayvanî tevazu” içinde “ekosantrizm”e (çevre-merkezcilik) yürümek gerekiyor; isterseniz Marx’ın, “Doğa ile uyum içindeki üreticilerin özgür birliği” idealini de akılda tutarak…
Doğal denge, bizsiz de sürer
İlk sözü bir okuruma verdim. Son sözü de okuru olduğum birine, bu memlekette çevre konusundaki çalışmaların öncülerinden Güneş Gürseler’e bırakıyorum:
“İnsan, çevrenin bir parçası. Hem de rastgele bir parçası. Doğal denge bizim dışımızda, bizim hiçbir davranışımıza gereksinimi olmadan da sürmekte. Bizim tek yaptığımızsa tüketmek, doğal halkayı kesmek, kırmak, koparmak ya da bozmak.
Çevre, insan olmadan da varlığını sürdürebilir ama çevre olmadan insanın varlığını sürdürmesi olanaksız. Bu nedenle çevreye bakışımızı artık değiştirmeliyiz. Çevreye bakışımızda insanı çevrenin merkezinden çıkarmalıyız.
Bakışımızın ‘çevre merkezli’, EKOSANTRİK olmasını sağlamalıyız” (G. Gürseler, Dikkat Dünya Tektir, 1992, s. 14-15).