Yalçın Karatepe
Bütçe rakamlarını ve Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nı incelerken tablo hep aynı: Sayılar havada uçuşuyor, hedefler listeleniyor, tahminler sıralanıyor. Bütçe dediğimiz şey elbette belirli varsayımlar üzerine kurulur; vergi gelirleri, büyüme oranı, tüketim eğilimleri, dış ticaret dengesi… Bunların hepsi öngörülebilir alanlardır. Ekonomik aktivitenin seyrine göre yılın başında bir tahmin yapılması işin doğasında var.
Ne kadar vergi toplanacağı, hangi kalemlerde artış veya azalma beklediği, hangi alanlarda harcama yapılacağı gibi unsurlar elbette “planlanan”, “hedeflenen”, “gerçekleşen” gibi kategorilere ayrılabilir. Bu teknik bir gerekliliktir. Fakat bu teknik mantığı bir kalıp gibi alıp insana dair her konuyu da aynı soğuk muhasebe diliyle ifade etmeye çalıştığınızda iş başka bir boyuta taşınır. Bu, sadece bir yöntem sorunu değildir; bu, bir zihniyetin dışavurumudur.
Bu ülkede karar vericilerin uzun süredir insanı bütçenin özünde olması gereken bir varlık olarak görmediklerini biliyoruz. Bunu sadece politik tercihlerinden değil, belgelerinin üslubundan, kullandıkları kavramlardan, hatta kimi zaman sessizliklerinden anlıyoruz. Çünkü bir toplumun çocuklarına okulda bir öğün yemek verilmesini dahi “tasarruf edilmesi gereken gider kalemi” olarak gören bir yaklaşımın, insan hayatının değerini ne ölçüde hesaba kattığı ortadadır.
Ne demek istediğimi somut bir örnekle anlatayım.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın bütçe teklifinde iş sağlığı ve güvenliği alanına ilişkin bir tablo yer alıyor. Tabloda üç başlık var: Planlanan, hedef, gerçekleşen. Normalde bu başlıkları gördüğünüzde bürokratik bir program değerlendirmesi okuyacağınızı sanırsınız. Fakat satıra baktığınızda karşınıza şu ifade çıkıyor: “Ölümlü iş kazası oranı.”
Şimdi düşünelim: Bir hükümet belgesinde “planlanan ölümlü iş kazası oranı” yazıyorsa, burada sadece yanlış bir terim kullanılmıyor. Burada, insan hayatının bürokratik bir kategorinin altına sıkıştırıldığı, yaşayan bir insanın, ailesi, çocukları, yakınları olan bir vatandaşın “hedef” diye sunulabilecek bir istatistik gibi ele alındığı bir anlayış ortaya çıkıyor.
“Planlanan oran”ı çalışan sayısı ile çarptığınızda karşınıza binlerle ifade edilen ölümler çıkıyor. Binlerce insan. Binlerce emekçi. Bir sabah evinden çıkıp işine giden ve akşam geri dönemeyecek binlerce kişi. Bu rakamlar kuru teknik ifadelerin ötesinde bir şey: bir toplumun vicdanını ilgilendiren bir mesele.
Sorulması gereken soru şudur: Bir iktidar, ölümlü iş kazalarını gerçekten planlayabilir mi?
Elbette hayır. Ama böyle bir kavram bir resmi belgede yer alıyorsa, burada büyük bir duyarsızlık, alışkanlığa dönüşmüş bir kayıtsızlık, hatta dramatik bir dil körleşmesi vardır.
Bu körleşme, bugün yaşadığımız pek çok sorunun kaynağında duran zihniyetin en açık göstergelerinden biridir. Çünkü insanı veri olarak gören bir yaklaşım, insanı korumak için gereken adımları atmaz. İşyerlerinde denetimlerin yetersiz olmasının, birçok sektörde güvencesiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşmasının, iş kazalarının neredeyse günlük bir rutin gibi karşımıza çıkmasının altında bu anlayış yatmaktadır.
Oysa ölen bir işçi sadece bir kayıt numarası değildir. Bir çocuğun en büyük kahramanı, bir annenin evladı, bir eşin hayat arkadaşıdır. Bütün resmi tutanaklar, tüm grafikler, tüm tablolar bir yana; bu insanların yaşamı geri gelmez. Bu kadar basit, bu kadar temel bir gerçek, politika belgelerinde kendine yer bulamıyorsa, orada eksik olan teknik detay değil, insana dair duyarlılıktır.
Ekonomik programların ve bütçe belgelerinin dili, aslında ülkede nasıl bir anlayışın hüküm sürdüğünü gösteren aynalardır. Kimi zaman ihtiyat payları, büyüme tahminleri, vergi politikaları kadar bu üslup da önemlidir. Çünkü bir toplum, yönetenlerin insanı nereye koyduğuna bakarak geleceğini şekillendirir.
Bizim ihtiyacımız olan, sayıları insan hayatının önüne koyan bu anlayışı değiştiren bir yaklaşım. Bütçe hazırlanırken, politika belirlenirken, hedefler tartışılırken odakta “insan”ın olması gerektiğini yeniden ve güçlü bir biçimde hatırlatmak zorundayız. Çünkü bütün bu belgelerin sonunda etkileneni, yükü taşıyanı, sonucu yaşayanı yine insanlar.
Kısacası mesele sadece bir ifade değil. Mesele, bir zihniyet. Ve artık bu zihniyetin değişmesi gerektiği çok açık.




