Volkan Yolcu, Müslüman Sosyalist zihin dünyasını İhsan Eliaçık üzerinden din gününde her inançlı insana sorulacağına inandığı bir soruya bağlayarak açıklıyor.
“o sağırlar ülkesinde bağıran bir sesti
ben onu yalnızlığında tanıdım ve sevdim”
–Halil Cibran
(İsa Peygamberin dilinden Vaftizci Yahya için)
Edip Yüksel’in kişilerle karşılıklı ve sözlü olarak tartışma azmine, “tartışma” yöntemine olan inancına, kimi zaman kendini çok yormasına kızarak, şaşırırım hep. O inancı hiç yitirmedi, peşin fikirlilerin, okuduğunu ve dinlediğini anlamayanların, kötü niyetlilerin, çıkarları için inanmadığı şeyleri savunanların, ikiyüzlülerin cirit attığı bu yüzyılda ve bilhassa sanal dünyada, ısrarla ve -kelimenin olumlu manasıyla- agresif biçimde “o zaman buyur, tartışalım” dedi hep. Hiç mi illallah demez insan, hiç mi “ne tartışması ya, bıktım, anlamaya niyetleri yok ki zaten” demez? Demiyor işte. Hâlâ o inancı taşıyor. Tartışarak dünyayı değiştirebileceğine samimiyetle inanıyor. Bence kısa vadede çok az ama uzun vadede hatırı sayılır düzeyde başarılı da oluyor, tartıştığı kişilerin değilse de o tartışmayı takip edenlerin zihinlerinde çok şey değiştirebiliyor. Allah muvaffak etsin.
Bir diğer şaşkınlıkla ve imrenerek izlediğim isim İhsan Eliaçık’tır. Edip’in tartışmaya olan merak ve inancı gibi hocada da bir “muhabbet” açlığı vardır ki, tükenmek bilmez. Ya hoca, gecenin yarısı olmuş, bütün gün anlatmışsın, dinlemişsin, büyük ihtimalle toplam 3 saat uyuyacaksın, gitsene evine. Yok, gitmez, kiminle olursa olsun bir muhabbet şansı daha varsa onun için uykudan da değerlidir, yemekten de, her türlü keyiften de. Hocanınki sohbet değildir çünkü, muhabbettir, ikisi arasındaki farkı anlamak için kırk kitaplık bir külliyatı okumak gerekir.
İhsan hocanın, aslında cehaleti eklektik zihin yapısından ve sorularından kısa sürede anlaşılan, anlatılanı anlamama özelliği ile meşhur, televizyon ve siyaset tarihimizin olumsuz manada sembol ismi olarak tarihe geçen bir keçi sakallıya konuk olduğu program meşhurdur. 3-5 günde, program konusu ve konuğu ile ilgili 3-5 kitabı hızlıca (tabi ki altını çizerek, araya post-it yapıştırarak, Allah var o kadarcık özen göstererek) sadece “tarayıp” kendisini entelektüel sandırmayı başaran birisiydi (“Ah çok bilgili, kültürlü, örnek gazeteci abimiz, seni CHP’nin başında görsek keşke” yorumları ile doluydu videolarının altı.) Bu plastik figüre bile laf anlatmaya çalıştı İhsan hoca. Ben olsam 5 yaş ihtiyarlardım o bir saatte.
“17 yaşım gibi delikanlıyım”
İhsan hocayla birkaç gün önce İnşa Yayınevi’nin yeni taşındığı dairede buluştuk. Kapıyı kan ter içinde açtı. Her yer koli, sabahtan akşamın dokuzuna kadar taşınmayla, yerleştirmeyle, temizlikle, tasnifle uğraşmış. Belli ki yorulmuş ama bir şey anlatma ve birini dinleme şansı, bir muhabbet fırsatı hasıl oldu ya, gitti tüm o yorgunluğu, derhal canlandı.
“Bak” dedi, kutuların üstünde duran çerçeveli bir resmi alıp duvara tuttu, “bunu buraya asacağım”. Sonra o resmi, hikâyesini, simgelediklerini anlattı. Sonra resmi tekrar aldı eline, “bunu buraya asacağım” dedi ve tekrar gösterdi, heyecanla. Onca acı, yokluk, iftira, cezaevi, linç görmüş, kilometrelerce kitap okumuş, halka mal olmuş, kendi resimleri birçok yere asılmış, sözleri ve aforizmaları onlarca alıntıya ve paylaşıma konu olmuş bu koca çınar, konferans salonunun girişine asacağı bir Ali Şeriati resmi ve altında yazan üç beş kelime için hâlâ heyecanlanıyordu. Daha gencecik çocuklarken duvarımıza bir Binbaşı Ernesto posterini (ve altında yazan -malum- “ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin” sözlerini) astığımızda sanki o an dünyayı değiştirmişiz gibi hissetmenin verdiği heyecan gözlerinden okunuyordu. Aynı heyecandı ama biz o zaman 17 yaşındaydık, hoca ise şu an 64 yaşında. Bizde o heyecandan (en azından odamıza bir poster asarken) eser kalmadı, onun ise “gözleri hâlâ çocuk”.
Hocanın bu kadar sevilmesinde tevazusunun da etkisi büyüktür. Sırrı Süreyya ile Onur Ünlü, esin kaynağı İhsan hoca olan (imam, eski boksör, feylesof, Sosyalist) bir karakterin başrolde olduğu bir film çekerler. Bana göre Türk sinemasının birçok açıdan en önemli 5 filminden biri olan İtirazım Var filmi çıkar ortaya. Sırrı’nın neredeyse bir ay hemen hemen her gece hocayla sohbetleri sonucu şekillenir öykü. Serkan Keskin ve Osman Sonant’ın oyunculukta kendilerini aştıkları, Sırrı’nın kendisinin de bir yan rolü oynadığı filmin ilk senaryosunda bizzat adı geçen İhsan hocanın kendisini oynadığı bir sahne de vardır.
Hoca senaryoyu okur, kimilerinin filmlerde dizilerde boy göstermek ve bu sayede kitap satışlarını arttırmak için can attıkları o günlerde “tüm bunlara gerek yok, hepsini çıkaralım, sadece benim yazdığım o vaaz kalsın” der. O vaaz ki her dinlendiğinde tüyleri diken diken eder, dinleyen her Müslümana varoluşunu sorgulatır (vaaz sahnesi bu linkten izlenebilir: https://www.youtube.com/watch?v=Q1uS9SNBvhs).
“In the beginning was the Word”
Biraz düşününce Edip, İhsan hoca, Sırrı gibi insanların bu haslet ve tutkularının dayanak noktasının “kelime” olduğu sonucuna varmak zor değil. Kelime sihirdir, dil ise mucize! Kelimeleri birbirine farklı formlarda ekleyerek karşılıklı konuşabilmenin mümkün hale gelmesi (buna çok alıştığımız ve her insan kendisini konuşabiliyor zannettiği için farkına varmadığımız) büyük bir mucizedir aslında. Rûm suresindeki “yeryüzündeki -farklı farklı- diller Allah’ın ayetlerindendir -mucizelerindendir-” mealindeki ayeti belki biraz da böyle anlamak gerekir. Belki Yuhanna İncili’nin ilk cümlesi olan “In the beginning (there) was the Word and the Word was with God” (başlangıçta -sadece- kelime (kelam) vardı ve kelime Tanrı ile birlikteydi) sözlerini de.
Neredeyse 40 yıl önce “bir Müslüman aynı zamanda Sosyalist olabilir, hatta dinini tam yaşamak istiyorsa olmalıdır” diyen üç beş kişiydik. Gülüyorlardı bize, seven de nefret eden de. Sonra aradan yıllar geçti, hemen hemen aynı zamanlarda iki isimle yakından tanıştı -yıllarca üretmiş, bedel ödemiş, 30 tane kitap yazmış, dirsek çürütmüş isimleri ancak televizyona çıkınca keşfedebilen- yurdum insanı. Biri rahmetli Sırrı Süreyya idi. Şaşırtıcıydı birçokları için, hem “Allah, din, inanç” diyordu hem de üstüne basa basa bir “Sosyalist Devrimci” olduğunu söylüyordu. Diğeri ise İhsan Eliaçık etrafında beliren Antikapitalist Müslümanlar grubu idi.
Rahmetli babam yıllarca araştırmak, öğrenmek, okumak gereken, dünyanın en büyük beyinlerinin üzerinde ömürlerini harcadığı konularda o zıpçıktı radikal ve daha da kötüsü cahil halimle “bence …” diye başlayan cümleler kurduğumda, yarı sinirli yarı müstehzi, bir müddet bakar, sonra “bir konuda ilk aklına geleni söyleme. Bunu becerebilirsen zaten bir müddet sonra ilk aklına gelen şey ilk aklına gelen şey olmamaya başlar” derdi.
Bakıyorum da 40 yıldır çok bir şey değişmemiş. Şu içinde yaşadığımız hayvanların rejimi Kapitalizme, şu ıstırabına katlandığımız modernist medeniyet heyulasına rağmen “başka bir dünya mümkün, vallahi mümkün” diyenlere hâlâ hemen hemen ilk akıllarına gelen cevaplar ile karşı çıkıyor yeniyetmeler. Çünkü rahmetli Gülten Akın’ın dediği gibi “ah kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya”.
O kadar kaba bakıyorlar ki bu tartışmalara, bazı insanlar bir gün camdan dışarı bakarken akıllarına bir fikir gelmiş, “şimdiii ben düşündüm, bence Müslümanlar Sosyalist olsa güzel olur ha” demiş zannediyorlar. Ne Karmatiler’den haberleri var, ne Şeyh Bedreddin’i biliyorlar, ne Zenc isyanını ne de toprakta mülkiyet yasağını. Yüzlerce yıldır, daha Sosyalizm fikri ve hayali bugünkü formundan çok uzakken dahi bunların tartışıldığını hatta denendiğini de bilmiyorlar. Tüm bunların ayrıntılarını merak edenler rahmetli Sırrı Süreyya’nın leziz Türkçesi ile yazdığı şu yazıdan (https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-250-subat-2010/2428/muminin-celadetine-ne-oldu/3526) okuyabilirler.
Belki kulaklarına çalınan topu topu Ebuzer Gıffari’nin ismidir. O yüzden dikkat edin bu saydığım isimlere sıklıkla reddiye yapılmaz ama Ebuzer Gıffari’den söz eden, aslında gizliden ama net bir reddiye yapan çokça “eağllimm”e rastlarsınız.
Olayı, ismi, tam tarihini, yerini hatırlamıyorum ama adamın biri aynı gün peş peşe altı yedi kişiyi öldürmüştü. İfadesini okumuştum. Şunu niye öldürdün? Husumetim vardı. Şunu niye öldürdün? Beni ihbar edip hapse düşmeme neden olmuştu, onun yüzünden 7 yıl yattım, çıkınca onu da öldürdüm. Diğerleri de benzer cevaplardı. En son “peki, hepsi tamam da, şu kişiyi neden öldürdün” sorusuna cevabı “ya, o da çok konuşuyordu” olmuştu.
Geleneksel İslam’ın en çok dinlenen, en bilinen isimlerinden biri hiç utanmadan Ebuzer Gıffari’ye, İslam Peygamberinin en sevgili dostlarından birine, aynen bu muameleyi yapıyordu bir konuşmasında. “Ya o da çok konuşurdu” diyordu, sonuna lütfedip müstehzi bir “mübarek” kelimesi ekleyerek. Ebuzer’in (Peygamberin ‘o yalnız yaşayacak ve ölecektir’ dediği rivayetindeki gibi) Rebeze Çölü’nde, sürgünde ve yalnız başına ölmesine sebep olan Muaviye’ye hak vererek.
Adam haklı
Dünyada hakkında en çok kitap yazılmış isim Karl Marx’tır. Çünkü Marx binlerce yıllık düşünce ve pratik üzerine doğrularıyla ve çok sayıda yanlışlarıyla bir fikir abidesi inşa etmiştir. Hayvanların rejimi Kapitalizmin ideologları, ekonomistleri, rantçıları, kan emicileri, zehir tacirleri ve tüm yardakçıları bu fikirleri çürütmek için o gün bu gündür kafa patlatıyorlar. Bunu yapan sadece onlar değil, çok sayıda Sosyalist te Marx’ın çok yerde yanıldığını dile getirip bu açıkları yeni yaklaşımlarla kapatmaya çalışıyorlar.
Ama Marx’ın kuramlarından en azından ikisi üzerlerine bir zerre toz konmamış biçimde duruyor. Artı değer teorisini çürütmek için konferans topladı bu adamlar. Olmadı. “Adam haklı” dediler sonunda, tabi ki peşine “fakat” ekleyerek.
Diğeri ise “yabancılaşma”dır. Marx’ın filozoflar listesine eklenmesine neden olan onlarca felsefi metni ve adını dünyanın en önemli ekonomistleri listesine ekleyen onlarca ekonomi-politik metni yanında, tarihin en önemli sosyologları (hatta sosyoloji ilminin kurucuları) listesinde Max Weber ile birinci sırayı paylaşmasına neden olan sosyoloji metinleri de mevcuttur.
Çok kısa (hatta karikatürize ederek) anlatmak gerekirse, yabancılaşma şudur: Hayvanların rejimi Kapitalizm üretim ilişkileri içinde insanı sürekli bir çalışma, tüketme, biriktirme, kâr etme sarmalına sokar. Kişi hayvanların rejimi Kapitalizmin bu sonradan uydurulmuş kuralları nedeniyle doğal yasalara yabancılaşır, diğer insanlar bu paylaşım savaşında rakipleri olduğu için onlara da yabancılaşır. Hangi tarafta yer alacağı bazen sadece şansa bağlı bu lanet Squid Game evreninde ötekilere düşmanlaşır ve nihayetinde bizzat kendisine yabancılaşır. “Bu oyun bitsin, birikmiş ve birikecek serveti de pay edelim. Buna tamam demediğimiz için, çok fakiri, fakiri, az zengini, zengini, çok zengini, hepimiz bu risk altında, oynamaya aslında mecbur olmadığımız iğrenç bir oyunu oynuyoruz. Çok ama çok küçük bir azınlık ise bizi yukarıdan, VIP locasından izliyor ve -güya serbest- seçimlerimizin sonucuna bakarak ‘bugün de 1 milyara karşı 7 milyar oyla oyuna devam kararı verildi’ diyerek kahkaha atıyorlar” diyenler ise hâlâ azınlıkta.
Squid Game (Netflix) – VIP müşteriler.
Bu yabancılaşılanlar listesine inancına, dinine yabancılaşmayı eklemekte bir beis yoktur, bu kendisine yabancılaşmanın bir türevidir zaten. Bir örnekle açıklamak gerekirse “ribâ”nın (çalışmadan malvarlığında artış sağlamanın) her türlüsüne lanet okuyan bir dinin mensupları bu inanca zaman içinde yavaş yavaş yabancılaşırlar. Faize bulaşmadan bir hayat sürmeleri mümkün değildir, o çarkın her bir dişlisi faizin bir türevidir çünkü. Buna zamanla alışırlar, bunu normalleştirirler, hiç istemeseler de dinlerine yabancılaşırlar.
Peygamberin vefatının hemen sonrasında yaşanan ilk hile-i şer’iyyelerden biridir: Şahıs devesini (güya) ayda 10 altına, 10 ay taksitle, toplam 100 altına satar. Deveyi teslim eder. Sonra satan şahsın oğlu çıkar sahneye, aynı deveyi az önce taksitli olarak güya satın alan adamdan 80 altın peşin vererek -yine güya- satın alır. Deve ilk sahibine 80 altın maliyetle geri döner ama karşılığında 10 ayda 100 altın tahsil eder ve 20 altın ribâ sağlar.
Yabancılaşmanın en üst noktaya ulaştığı çağ modernizm çağıdır (Hep söylerim, rahmetli Sırrı derdi “hayatı boyunca mala mülke hiç teveccüh göstermemiş, tek mal varlığı kısa süreliğine bir çuval un olan derviş Yunus’un resmini 100 TL’lik banknotun üstüne bastılar, aha da bak modernizm adama ne eder”.) Bugün kadınların başörtüsü takmasını yetersiz görüp çarşaf giymesi gerektiğini söyleyen isimlerin YouTube videolarındaki bu vaazlarının arasına mini etekli seksi kadınlarla dolu reklamlar giriyor. Mini eteğe, kimin nasıl giyindiğine bir söz söylemekten haya edecek samimi bir insanın dahi hassas olması gereken kadın vücudunun metalaştırılması tartışmalarına girecek altyapı da bilinç de yok zaten bu adamlarda ama hadi reklamları kapatarak mücadele etsenize bununla ‘burnu bile görünmemelidir’ diyerek. Aha da bak modernizm adama ne eder!
Her mide bulandıran haberin altına Cahit Zarifoğlu’nun o çarpıcı dizelerini yaza yaza artık sıradanlaştıranların anlamadığı da budur. Zarifoğlu “ben bu çağdan nefret ettim / etimle, kemiğimle nefret ettim” derken yirminci ya da yirmibirinci yüzyılı değil, başından sonuna bu “modernizm çağı”nı kast eder. İnsanlar istese hayvanların rejimi Kapitalizm içinde de çok mutlu ve insana yaraşır bir hayat sürülebileceğini zannedenler (ah insanlar iyi olsa, doğru tercihlerle dürüst yöneticiler seçseler, değil mi ya), bu düzenin aslının ve varlığının insana yabancı olduğunu, sonucun da bu vahşi yabancılaşma olduğunu anlayamayanlar ve suçu tek tek insanlara yükleyenler, her kadın cinayetinin, her trajedinin, her katliamın altına bu dizeleri ve benzerlerini yazdıkça aslında yanlış değirmene su taşıyorlar.
“Anlatılan senin hikâyendir”
Organları alındıktan sonra cesedinin parçaları bulunan genç bir kız haberi için yukarıdaki dizeleri yorum olarak yazmıştı bir dostum. Oysa insan onurunu, vücudunu, organlarını ve giderek insanın kendisini metalaştıran bu düzenin suçlu olduğunu bir an olsun vehmetmeden bunu söylemenin hiçbir anlamı yok.
Ahmet Kaya’nın ardından yapılan “Ahmet Kaya Şarkıları” albümünde “arka mahalle” şarkısını mükemmel seslendiren sevgili Murat Hasarı “o gece (orada olmasak da) Ahmet Kaya’ya atılan çatalların bir kısmı da bize atıldı ve o gece Ahmet Kaya’ya atılan çatalların bir kısmını da aslında biz attık” yazmıştı kartonete.
O çöp konteynırına atılan ceset parçalarının bir kısmı da senin ve benimdi, hepimizindi güzel dostum. Ama o organları satılmak için (yani para denen olmaz olası lanet şey için) alındıktan sonra cesedi bir çöp konteynırında bulunan genç kızın organlarının bir kısmını da biz kestik çıkarttık canım abim, sen ve ben. Hepimiz. Ellerimizle. Bunu, yani asıl sorunun para, mülkiyet, kâr, üretim ve tüketim üzerine kurulu bu düzen olduğunu, konunun kötücül insanların çokluğu ve dürüst yöneticilerin azlığı ile alâkası olmadığını anladığımızda değişecek dünya.
Bu Müslüman-Sosyalist zihin dünyasını anlamak için (niyet eğer samimiyetle anlamak ise) basit bir soru ile başlanabilir: Hesap günü var mıdır? ‘Rûz-i mahşer’ de denir o güne, ‘din günü’ de. Bu soruya hayır diyen insanla Sosyalizmin ekonomi-politiği, yaşanabilir olup olmadığı ayrıca tartışılabilir ama bu şu an için konunun dışındadır. Yine de hayır diyen insan da Müslüman – Sosyalist zihin dünyasını anlamak istiyorsa buradan devam edebilir.
Birinci soruya evet diyenler için ikinci soru gelir. Hem soru içinde soru içerir hem de ilkine göre biraz daha keskindir, meşhur, ikonik “savaşta ne yaptın baba” sorusuna benzer. Zaten yavşağın birisi ortak yaşanan alanlardan birinin etrafına çit çekip “burası benim” dediği günden beri hiç bitmeyen bir savaştır bu yaşanan, “anlatılan senin hikâyendir” yani.
“Eşitsizliğin temel kural olduğu, insanın insana kul olduğu, insanın kendine, emeğine, hayata, diğer insanlara -ve giderek inancına ve dinine- yabancılaştığı, zulmün arşa çıktığı bir dünyada yaşarken ne yaptın?” sorusuna ne cevap vereceksin ey Müslüman?
Bence bu soruya verdikleri cevaba göre o gün 4 gruba ayrılacak ve sonra haşrolunacak insanlar:
Muhtemel birinci cevap: Ya Rabbi, ben minimal düzeyde infak yaptım, gerisinden sorumlu tutulmayacağımı biliyordum, hiç umursamadım, zaten “Allah insanların kimini varlık ile kimini de yokluk ile sınar”ın anlamı bu değil midir? Hem ben bir ara Kurumlar Vergisi matrahımı hesaplarken merak ettim, bunu da YuTüp’ten araştırdım, alimlere göre zekat dediğin “şunlar şunlar düşüldükten sonra şu kadar malın kalırsa, onun da kırkta birini, onu da ertesi sene verirsin” değil midir? Ya ne yapsaydım, kârsız, servetsiz, özel mülkiyetsiz, herkesin huzur ve rahatlık içinde yaşadığı bir dünya için çalışıp da imânsız mı ölseydim?
Muhtemel ikinci cevap: Ya Rabbi, ben infak yaptım, yoksulları, ihtiyaç sahiplerini dert edindim, bu yüzden başka insanları da daha çok infak yapmaları için teşvik ettim. Zaten kitapta emredilen buydu, bu kadarı yeterliydi, ortada “nas” vardı.
Üçüncü muhtemel cevap şudur: Ya Rabbi, ben infak yaptım ve bu sorunların sadece kişiler arasındaki yardımlaşma ile çözülemeyeceğini görüp yardımlaşma dernekleri kurdum, bağışlar topladım, zenginden daha çok vergi alınması için kamuoyu oluşturdum, Müslümanları servet yığmamaları için uyardım, bu konuda yayınlar yaptım, kitaplar çevirdim, yazdım, bu konuda herkesin rızasını sağlamaya çalıştım, elimden gelen buydu.
Dördüncü (ve inançlı her insanın bu grupta yer almak için çabalaması gereken) muhtemel cevap ise şudur: Ya Rabbi, ben yukarıda sayılanların hepsini yaptım ama bunların “pansuman tedaviler” olduğunu, sorunun çözümüne özünde hiçbir şey katmadığını hatta yerine göre hayvanların rejimi Kapitalizm çarkının daha rahat dönmesine katkı sağladığını gördüm. Tüm bu “yardımlaşmacı” çözümlerin süregiden sorunun çözümüne hiçbir faydası olmadığını, özel mülkiyetin olmadığı bir dünyanın mümkün ve gerekli olduğunu, bunun zengin fakir tüm insanlar için en iyisi olduğunu, bu yabancılaşma zulmünden zenginlerin de paylarına düşeni aldıklarını, onların da aslında hayatlarının hebâ, ömürlerinin heder olduğunu dile getirdim, bu yüzden bedel ödedim ama hiç geri adım atmadım. “Herkese yeter dünya, herkese yeter ekmek” oldu şiarım.
Hangi grupta yer almak istersiniz? Hangi cevabı göğsünüzü gere gere vermek istersiniz? Din gününde sizce hangisi daha muteber ve Allah’ın rızasına daha layıktır?
İnşallah cevabımızdan sonra “neden o yolu seçtin” sorusu da sorulur. O zaman ilk grupta yer alanlardansanız “özel mülkiyetsiz bir dünya, herkesin yeteneği kadar çalışacağı, herkesin ihtiyacı kadar alacağı bir hayat insan doğasına aykırıdır. Değil mi ya? Hem bi saniye bi saniye madem öyle ne oldu Sovyetler Birliği haaaa ne oldu? Lenin Alman ajanıydı oğlum, Stalin de dinsizdi. Naaaaber!!!” gibi bilimsel ve derin sosyo-ekonomik tahlillerinizi orada da dile getirirsiniz.
Hac yolunda ölmek
İlginç olan bunu diyenlerin yeri geldiğinde hiç çekinmeden “nereye gidiyorsun” denince “hacca gidiyorum” diyen karınca örneğini hiçbir beis görmeden, hayranlıkla anlatmalarıdır. “Ömrün yetmez ki buna” dendiğinde “olsun, hiç olmazsa hac yolunda ölürüm” metaforunu iç geçirerek anlatan bu insanların “öyle bir dünya mümkün değil, ne senin ömründe ne de ileride” dendiğinde “olsun, en azından o yolda mücadele ederek yaşarım, din gününde yukarıdaki soruya da göğsümü gere gere cevap veririm, şu kısıtlı insan ömründe hayvanların rejimi Kapitalizmi yıkmak yıkmamak değil mesele” diyememelerinin izahına ihtiyaç bile duymazlar, bu soru akıllarına bile gelmez. “Kötülükle elinizle savaşın, mümkün olmazsa dilinizle savaşın, bu da mümkün olmazsa kalbinizle savaşın” sözündeki “kötülük” kelimesinden anladıklarının bu iğrenç düzeni kapsamamasına şaşmamak gerek.
Bu kıstasları, bu sorulara vereceği cevabı dert edinmeyi doğrudan Allah’ın rızasına bağlama önermesi, bu (örneğin İhsan Eliaçık’ın) zihin dünyasını anlamak için yeterlidir.
Demem o ki, onlarca eksiğimiz, hatamız, günâhımız yanında, en azından “o büyük, yüzyıllardır süren, asıl savaşta ne yaptın” sorusunda Allah’a şükür alnımız açıktır.
Allah senden razıdır İhsan hoca.
Buna asır şahittir.
Biz de şahidiz.
https://medyascope.tv/2025/06/29/volkan-yolcu-yazdi-savasta-ne-yaptin-baba/