2.18. Yeryüzüne Vahyedilmesi
“Olay ve durumları olduğundan daha iyi hale getiren, dağınıklığı toparlayan, adım adım besleyip büyüten, ortamı düzene sokan, imkân ve nimetleri bir program çerçevesinde aşama aşama artıran bilge yöneticin; yeryüzüne yerleştirdiği doğa yasalarıyla yeryüzünü amacı için zorlayarak yönlendirdi.”[1] âyetinde yeryüzüne vahyedilmesinden bahsedilir. Ancak Kur’ân’da arz ve dünya kelimeleri farklı anlamları karşılar. Arz;[2] göğün altı, yeryüzü ve yer anlamları yanında Dünya diye adlandırdığımız gezegen için de kullanılır. Arapçada bitkinin güzel bittiği toprağa arzun arîzatun; dağlara evtâdu’l-arzi, derelere benâtu’l-arzi; bir yerin otu, bitkisi ve süsünün çok olmasına araza; işgâliye parasına arziyyetu denir.
Dünyâ arzdan farklı bir kavramdır. Dünyâ; âlem, en az (minimum), yakın, en yakın, daha aşağı, daha kötü, daha hafif, daha küçük, çok yakın; denâ, yakın, aşağı, yaklaşmak; adha yakın, en yakın; ednâ, daha az, daha rahat, daha uygun, çok yakın; denî, yakın, işe yaramaz, alçak; deniyu’t-tab’, karakteri alçak olan, aşağılık karakterli; denîe, ayıp; deniyye, ayıplar, kusurlar, taviz; denî’a(tün), alçak, şeref yoksunu; dâniyetün, aşağıya/yakına sarkan meyve, yakın veya aşağı olan şey anlamlarına gelir. Fî-edna’l-arza, yerin en yakın kısımlarına demektir.[3]
Dünyâ hayatı tamlaması,[4] Kur’ân’da altmış dört yerde geçer[5] ve geçtiği yerlerde en az süreli hayat, işe yaramaz yaşam, alçak düzeyli hayat, ayıplı ve kusurlu hayat, onursuz hayat, onuru ayakaltına alan yaşam ve kalitesiz hayat gibi anlamları belirtir. Ancak dünya hayâtı biçimindeki tamlamaların geçtiği âyetleri bağlamları ve Kur’ân mantığı çerçevesinde okuduğumuzda bu tamlamanın barış (İslâm), güven (imân) ve özgürlük devrimi öncesindeki kısa süreli, ayıplı ve kusurlu, onuru ayakaltına alan kalitesiz yaşamı kastettiğini görürürüz. İlgili âyet “Dünyaya vahyetti.” biçiminde olsaydı “Sosyal, siyasal, hukûksal, ekonomik ve psikolojik yönlerden sıkıcı ve bunalımlı bir yaşama; devrim sonrasında oluşacak olan üst düzeyli algı ve yaşam seviyesinin gerisinde kalan eski hayata bilgi ve haberi en hızlı ve en kestirme biçimde ulaştırdı.” biçiminde çevirirdim. Ne var ki “Arza vahyettik.” anlamı üzerinden tercüme ettim.
Tanrı’nın yeryüzüne vahyetmesi, yeryüzünü harekete zorlayan yasaların yeryüzünde etkin[6] olmasıdır.
2. 19. Şeytan İlkâsı
“Ey Muhammed! Senden önce hangi vicdân elçisi ve sağduyu habercisini göndermişsek onların mesajlarını mutlaka boşa çıkarmaya çalışanlar çıkmıştır. Vicdân, sağduyu[7] ve aklın ilke ve değerlerini halka ulaştıranlara karşı öfke, nefret, bölücülük, kin ve düşmanlığın yandaşları beklenmedik biçimde ve ansızın karşı propagandalarla halkın sorumluluk yüklenmesine engel olmaya çalışır; vicdan ile eylemler arasında oluşacak bir uyumun toplumda yerleşmemesi için gerçek belge ve doğru bilgiden uzak olan ideoloji ile zorbalıklar ortaya koyarlar; gerçekçi umut ve istekleri yalancı ve gerçek dışı beklentilere dönüştürmeye çalışırlar. Ancak onların ortaya koyduğu tüm yalancı bahaneler, sahte yönlendirmeler ve gerçek dışı istekler vicdân ve sağduyu sahipleri tarafından ıskartaya çıkarılarak[8] vicdânın kararları bütün belge, bilgi ve kanıtlarıyla sahtelikleri yok eder. Çünkü vicdân ve sağduyu ile hareket eden akıl sahipleri kapsamlı, güvenilir ve geçerli bir bütünlük içinde düşünen; baskı, dayatma, karartma ve karmaşayı engelleyen yasa, ilke, haber ve bilgiye ulaşan; olayların arka plânı ve ötesini kavrama yeteneğine sahip, anlayışı derin ve algısı yüksek; hırs, yanlış ve sorumsuzluğu engelleyen akıl yürütme yeteneğiyle donanmış kimselerdir.”[9] âyetinde öfke, nefret, bölücülük, kin ve düşmanlığın yandaşları eleştirilmekte; onların devrimcilere karşı yürüttükleri karşı propaganda ele verilmektedir.[10]
Vicdân, sağduyu ve akıl devrimi gerçekleştirmek için yola çıkanlar daima karşı devrimci şer şebekeleriyle[11] karşılaşacaktır. Bu durumda herbir devrimci kapsamlı, güvenilir ve geçerli bir bütünlük içinde düşünmeli; baskı, dayatma, karartma ve karmaşayı engelleyen yasa, ilke, haber ve bilgiye ulaşmalı; olayların arka plânı ve ötesini kavrama yeteneğine sahip olmalı, derin anlayışlı ve yüksek algılı olmalı; hırs, yanlış ve sorumsuzluğu engelleyen akıl yürütme yetenekleri ile donanmalıdır. Potansiyelini[12] kolektif[13] biçimde kullanan devrimcilerin yarattığı sinerji[14] karşısında faşistler, sosyal faşistler,[15] bilimsel kılıklı hurâfeciler[16] ve karşı devrim peşinde koşan şeytan avaneleri[17] çaresiz kalacaklardır.
Bu âyette geçen ilgâ; bırakma, salma, atma, fırlatma, kovma, çürüğe çıkarma, ıskartaya çıkarma; sorma, ders verme, tutuklama, öğretme, dayatma ve kavuşma demektir. Şeytanın ilgâsı ise birleşmeye karşı bölünmeyi, kavuşmaya karşı ayrışmayı, sevgiye karşı nefreti, dostluğa karşı düşmanlığı, direniş yerine teslim olmayı, sâkince düşünerek sağlıklı karar verme yerine öfkeyle kalkıp zararla oturmayı davranışa dönüştürmektir.
2.20. Fucûr ve Takvâ İlhâm Etmek
“Perdeyi yırtan, ar damarı çatlayan, yüzü kızarmayan, yüzüne tükürülse umursamayan; her türlü pislik, kötülük, aşağılık ve iğrençliği hiçbir kaygı ve sınır tanımadan açıkça yapan, doğruyla eğrinin arasını açtıkça açan ile yanlış ve kötülükten uzak durup topluma karşı görev ve sorumluluk eylemi içinde olan kimseleri yedirip içiren, onları onurlu ve saygın birine dönüştüren, onlara annesinin süt musluklarını veren kimseler tanık olsunlar.”[18] âyetinde ilhâmdan bahsedilir. En ilginci ise âyetin takvâ ve fucûr ilhâm etmekten bahsetmesidir. Gelenekçiler, ilhâm deyince tıpkı vahiyde olduğu gibi olumlu bir anlam peşinde koşarlar ve özel kişilere gelen içsel ve özel bir bilgilenme türünü kastederler. Ancak geleneksel ilhâm anlayışı Kur’ân’ın l-h-m kökünden türemiş olan ilhâm arasında bir ilgi yoktur. İlhâm; içme, yutma, yiyip bitirme, birden bire yutma, yutturma, yavrunun annesinin memesindeki tüm sütü emmesi demektir. Araplar, yarışta birinci gelen ata ferasun lehimun derler. Yine aynı harflerden oluşan lihem, hayırsever, büyük deniz, soylu; lihm, yaşlı, yaşlı öküz; Luhem, obur, doyumsuz; lehum, onların, onlar için anlamlarına gelir.[19]
Tanrı’nın insan kalbine meleksiz biçimde doğru ve eğriye dair bilgi ve bilinç ulaştırması anlamındaki ilhâm tanımını ilk defa bir Şiî düşünür olan Mugîre bin Saîd el-İclî ortaya atmış ve bu görüşünü Câfer-i Sâdık için kullanmıştır. Ardından Şiî gelenekte meleksiz bir vahiy biçimi tüm mâsum imamlara[20] geldiği inancı yayılmıştır.[21] Şiîlerle ideolojik mücâdele içinde olan Sünnîler de bu işte geri kalmamış, başta sûfîler[22] olmak üzere Gazâlî ve İbn-i Haldûn gibi düşünürler de ilhâmı tıpkı Şiîler gibi yorumlamışlardır. Ancak Sünnîler ilhâmı Halîfe Ebûbekir’e kadar götürerek imâmet,[23] hilâfet,[24] velâyet[25] gibi tartışmalara âlet etmişlerdir. Ancak Şiîliğin iddiâ ettiği gibi bir ilhâm anlayışına ilk itiraz eden ve böyle bir bilgi kaynağı olamayacağını dillendiren ilk Sünnî kelâmcı Mâtürîdî’dir.[26] Mâtürîdî, itirazının temeline “İlham kesin bir bilgi kaynağı olsaydı bu yöntemle elde edilen bilgiler arasında çelişki bulunmaz, farklı dîn ve mezhep oluşmazdı.” diyerek ilhâm fikrini reddetmiştir.
Ebu’l-Muîn Nesefî ve Necmeddin Nesefî gibi Mâtürîdî çizgide giden ulemâ[27] ilhâma dayalı bir bilgi fikrini kabul etmemiştir. İbn-i Fûrek de iddiâ edildiği biçimdeki bir ilhâm tanımını kesin bir bilgi kaynağı ve dinsel kanıt olarak ele almayı yanlış bulmuştur. Bu işe yatkın duranlar Abdülkâhir Bağdâdî başta olmak üzere Fahreddin Râzî gibi Sünnîliğin Eş’ârî ekolüne mensup ulemâ olmuştur. Eş’ârîlik, ilhâmı mutlak bilgi kaynakları içinde sayar.[28] Mûtezile’nin büyük düşünürü Kadı Abdü’l-Cebbâr da ilhâma karşı çıkmıştır.[29] Ona göre bilginin kaynakları duyular,[30] akıl ve vahiy olup akla vurgu yapan yedi yüz âyet arasında ilhâm diye bir bilgi kaynağı yoktur.[31]
“Peygamber öldü, vahiy kesildi; bu nedenle doğan boşluk Allâh dostlarının, mâsum imamların kalbine gelen ilhâmla giderildi.” biçimindeki Şiî, Sünnî ve sûfî ilhâm anlayışına Kur’ân’dan asla dayanak çıkmaz. Tekeden süt sağılır, horoz yumurtlar, deve iğne deliğinden geçer, balık kavağa çıkar ama Kur’ân’dan bahsi geçen anlam çıkmaz. Bu tür iddiâ içinde olanlara “Eski peygamberlerin devirlerinden daha bozuk ve kötü zamanlarda yaşamamıza rağmen klasik anlamda neden peygamber gelmiyor, neden birbiriyle çelişen evliyâ kılıklı adamların eline bırakılıyoruz; Tanrı bizleri unuttu mu?” diye sormamız gerekir. İşin doğrusu Kur’ânla akıl çağları başladı, rivâyetler yerine deney, tecrübe, bilgi ve kanıt öne çıktı. Kur’ân peygamberler çağını kapatıp mantık, muhâkeme, analiz[32] ve sentez[33] çağını başlattı. Fakat mezhepçi ve gelenekçi Arap aklı hadîsler, Kur’ân çevirileri ve mezhepleriyle Kur’ân’ı kendine benzetti.
3.Son Söz
Her insan sahip olduğu yeteneklerini geliştirmesi, bilgiyle donanması ve deneyimlerini artırması oranında hayata sağlıklı bakar, sağduyulu ve akıllı olur. Bu birikimle insanın aklında sağlıklı düşünceler ve yüreğinde hastalıksız duygular oluşur. Vicdân elçisi Muhammed reçeteyi zaten tarihsel ve evrensel içerikleriyle birlikte Kur’ân adıyla ortaya koymuş; Müslüman(lık) adlı dîndârlık ise reçetede yazılanların amaç ve ölçülerini ölçüp tartmayı bırakmış ya reçeteyi övmekle meşgul ya reçeteyi kişisel hastalığına özgü bir çözüm görüp başka hastalardan kıskanmakta ya da reçetenin bazı insanların ağzından işitilmesiyle sağlık vereceğine inanmış bir haldedir. Böylesi saçma inanış ve davranışlar nedeniyle de reçete evlerin en yüksek yerlerine asılsa da hastalıkların tedavisinde bir işe yaramamaktadır. Hatta çoğu zaman şifa umanlar o reçeteyi asılı yerinden alıp reçeteyi öpüyor, anlamadan okuyor, sağlığına kavuşma dileğiyle reçeteyi başkalarına okutuyor ve eski yerine koyuyor. Kimi zaman da sarıklı, takkeli, sakallı, şalvarlı, çarşaflı ve başörtülü kimseleri; Diyânet, İlâhiyât ve İmam Hatip Lisesi mensuplarını Tanrı’nın elçileri gibi görerek; reçeteyi onların dillerinden dinleyerek, onların algıları üstünden kendine çareler bekliyor. İşte bu sebeple Kur’ân, vicdân elçisi Muhammed’den sonraki tüm zamanlarda aslında konuşmayan ama konuşturulan, söylemeyen fakat söyletilen bir ölü kitaba dönüştürülmüştür. Tüm bunlar traji-komik bir piyesin senaryoları gibidir.
…
NOT: İnşâ Yayınları ve İnşâ Kültürevi’nin kadîm emekçilerinden olan değerli dostum, kardeşim, omuzdaşım ve yoldaşım olan Hakan’ın babası Hakk’a yürüdü. Babasının yolu açık, mekânı cennet ve yıldızlar yoldaşı olsun, ışıklar içinde uyusun. Kendisine sabırlar dilerim, daima onun yanında olduğumu belirtirim.
___________________________________________________________
[1] Zilzal, 5/Bi-enne rabbe-ke evhâ le-hâ
[2] Nisâ, 97.
[3] Râğıp el-İsfehânî, el-Müfredât, D-N-Y mad., çev. ve not. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007; Ebû Hilâl el-Askerî, el-Furûg fi’l-Luğa, İşaret Yayınları, çev. Veysel Akdoğan, 3. baskı, İstanbul, 2017; Ebû Hayyan el-Endülüsî, Kur’ân Lügati, çev. Enes Selam, İşaret Yayınları, İstanbul, 2019.
[4] Bakara, 85-86, 200. Bu hayatın zıttına âhiret denir.
[5] Hidayet Aydar, Kur’an’da Geçen “El-Haytu’d-Dunya” Kavramı Üzerine Bazı Mülahazalar (I), İstanbul Ünv. İlahiyat Fak. Tefsir Anabilim Dalı Bşk., dergipark.org.tr.
[6] Etkin: Hareket hâlinde olan; faal, aktif, işleyen, çalışan, kimyasal tepkimelere katılma yatkınlığı gösteren (molekül, atom), edilgin karşıtı.
[7] Sağ-duyu: Dışarıdan gelen etkileri dokunma, görme, işitme, koklama ve tat alma organlarıyla dosdoğru, eksiksiz, hiçbir ekleme olmadan kendi gerçekliğine uygun biçimde kavrama. Duyuları sapasağlam biçimde kavrama. Eksiksiz görme, doğru duyma, katkısız tatma, sağlıklı koklama ve gerçek dokunma.)
[8] Iskartaya çıkarmak: Değersiz bularak bir yana atma, işe yaramadığı için ayırıp bir yana koyma.
[9] Hac, 52/Vemâ ersel-nâ min gabli-ke min rasûlin velâ nebiyyin illâ izâ temennâ elga’ş-şeytânu fî umniyyeti-hi fe-yensehu’l-lâhu mâ yulgi’ş-şeytânu sümme yuhkimu’l-lâhu âyâti-hi va’l-lâhu ‘alîm(un) hakîm(un)
[10] Ele vermek: Suçluyu haber verip yakalatmak, herhangi kötü bir şey yapanın yaptığını herkese bildirmek, ortaya çıkarmak
[11] Şebeke: Birbiriyle bağlantılı ve gizli biçimde çalışanların kurdukları ulaşım ve iletişim örgüsü/ağı.
[12] Potansiyel: Gizli kalmış, henüz ortaya çıkmamış, kullanılmaya hazır güç/yetenek, hazır duran ancak ortaya çıkmamış güç. (Potansiyelin harekete geçmesine kinetik denir.)
[13] Kolektif: Birçok kimseyi veya nesneyi içine alan, birçok kişi ve nesnenin bir araya gelmesi sonucu olan, ortaklaşa.
[14] Sinerji: Ortak istek/güç, birlikte işleme, güç birliği. Birden fazla ögenin bir arada oluşturduğu etkinin tek başına yapılan etkilerin toplamından daha fazla olması durumu.
[15] Sosyal faşizm: Söylemde özgürlükçü, devrimci, faşizm karşıtı ve barışçı bir düzen istediğini söyleyip pratikte faşizmin ılımlı kanadına veya sermâye diktatörlüğünün ılımlı eleştirisine dönüşmek. Dîn dilinde bu tipe münâfık denir. Bu kavram, Komüntern’in 1924’teki V. Kongresi’nde sosyal demokratlar için uydurulmuş bir sözcüktür. Stalin, “Sosyal demokrasi, faşizmin ılımlı kanadıdır.” demiştir. (Kürşad Bumin, Sosyal Faşist Lafı da Nereden Çıktı?, Yeni Şafak gazetesi, 5 Mart 2002; Anıl Çınar, Sosyal Demokrasiden Nasıl Kurtuluruz? 23 Şubat 2021, haber.sol.org.tr.
[16] Bilimsel kılıklı hurâfe: Hurâfeleri ve Kur’ân karşıtı fikirleri mezhep, tarîkât ve cemaat kimlikleri ile akademik çalışma adları altında yürütme.
[17] Avane: Yardakçı, yardımcı.
[18] Şems, 8/Fe-elheme-hâ fucûra-hâ ve tagvâ-hâ
[19] Râğıp el-İsfehânî, el-Müfredât, L-H-M mad., çev. ve not. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[20] Mâsum imamlar: İmam Ali’nin soyundan gelen 12 imam. Şiî teolojisine göre Tanrı bunlara günah işleme yolu ve olanağı vermez; onları yanlış, hata ve günahtan korur. Bu anlayışın aynısı Sünnîlerde de vardır. Nakşî, Kâdirî gibi Sünnî tarîkatlarda şeyhin hata yapması imkânsızdır, şeyh Tanrı ve Peygamber ile doğrudan görüşür ve müritlerinin kalbinden geçenleri yirmi dört saat takip eder. Nurcular da Said Nursî için “Hata yapması mümkün, ama vâkî değidir (Vukû bulmamıştır, gerçekleşmemiştir.).”diyerek hatasız bir Said Nursî tipi yaratırlar. Bunlara Orhan Gencebay’ın diliyle ironi yapalım: Hatasız kul olmaz.
[21] Abdürrahîm bin Muhammed el-Hayyât, Kitâbü’l-İntisâr ve’r-red ʿalâ ibni’r-Râvendî el-mülhid (nşr. H. S. Nyberg), Beyrut 1957.
[22] Sûfî: Sofu, sofi. Sûf adlı kaba kumaştan yapılmış bir elbiseyi giyip, insanların en az olduğu mekânlara giderek Tanrı’yı düşünen rûhânî yol üyesi. Bu kimsenin anlayışına tasavvuf (sûfînin anlayışı), ürettiği ekollere tarîk-ât (yol-lar) denir. Bu tür bir dindârlık Kur’ân ve Peygamber yaşamında yoktur. Bunun kaynağı Hindistan, İran, Yahûdî rûhânîliği ve Hristiyan keşişliği gibi anlayış ve uygulamalardır. (Erol Güngör, İslam Tasavvufunun Meseleleri, Yer-Su Yayınları, İstanbul, 2018; Michael Levine, Yahudi Ruhaniliği ve Mistisizmi, çev. Estreya Seval Vali, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş., İstanbul, 2006.)
[23] İmâmet: İmamlık, devlet başkanlığı, en yetkili başyöneticilik.
[24] Hilâfet: Halîfelik, halifelik makamı.
[25] Velâyet: Velîlilk, Tanrı’ya yakınlık makamı. Muhyiddin Arabî’ye göre velî denilen Tanrı’nın yakın dostları peygamberlerden üstün nitelikli kimselerdir.
[26] Ebû Mansûr Muhammed el-Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd (nşr. Fethullah Huleyf), Beyrut 1970 (İstanbul 1979).
[27] Ulemâ: Âlimler, bilginler, uzmanlar. Genelde ilâhiyât (teoloji) alanında bir mezhep veya tarîkâtın iddiâlarını tartışmasız gerçek olarak savunan mezhepçi bilginler.
[28] Muhammed bin Abdülkerîm Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal (nşr. M. Seyyid Kîlânî), I-II, Kahire 1381/1961; Ebu’l-Muîn Nesefî, Tabsıratu’l-Edille fi’l-Kelâm (nşr. Cl. Salamé), I-II, Dımaşk 1990-93.
[29] Kadı Abdülcebbâr bin Ahmed, el-Muğnî fî Ebvâbi’t-Tevhîd ve’l-ʿAdl (nşr. Tâhâ Hüseyin-İbrâhim Medkûr v.dğr.), I-XX, Kahire, ts. (eş-Şeriketü’l-Mısriyye); Kahire 1380-85/1960-65.
[30] Duyu: Görme, dokunma, koklama, işitme ve tatma yoluyla hissedilen şey. Duyulan, görülen, dokunulan, tadılan ve kokusu alınan şeye duyum denir. Göz, kulak, dil, burun ve vücut duyunun oluşmasını sağlayan araçlardır. Bu nedenle onlara duyu organları denir.
[31] Yusuf Şevki Yavuz, İlham, TDV İslâm Ansiklopedisi, 22. cilt, İstanbul, 2000.
[32] Analiz: Çözümleme, ayrıştırma, bir bütünü parçalarına ayırarak anlama.
[33] Sentez: Basitten karmaşığa, parçadan bütüne, olasıdan zorunluya, ilkeden pratiğe, özelden genele, öncülden sonuca giden düşünme biçimi; bireşim. Birden fazla etkenden oluşan bütünlük.