2. 5. Asırlık Dip Mesajlar
“Senden önceki zamanlarda yaşamış olup haber göndererek çağırdığımız ve topluma yolladığımız elçilerimiz; vicdan, sağduyu ve akıl ile evrensel ve doğal yasaların işleyişini insanlığa hatırlatarak insanlarda iyi, güzel, yararlı ve üstün bir farkındalık oluşturmaya çalıştılar ve mesajlarını ‘Kendisi adına iş yapacağınız, eylem ortaya koyacağınız sahte tanrıları terk edin. Tanrı benim ve sadece benim için iş yapıp değer üretin.’ diyen bir Tanrı’dan bahsettiler.”[1] âyeti görülen tanrılar için değil, görünmeyen bir Tanrı için iş yapılmasını, eylem sergilenmesini ve yoldaşlık edilmesini belirtir.
Görülemeyen Tanrı fikri, politeist[2] toplumlarda bir devrimdir. “Görünmeyen Tanrı’yı nasıl fark edeceğiz ve hangi özelliklere sahip olana Tanrı diyeceğiz?” sorusunu yönelten insanlara, devrimci önderler bir Tanrı göstermek yerine ona ait olduğunu iddiâ ettikleri nitelikleri öne çıkararak yanıtlar vermişlerdir. Tanrı görülmediğine göre onu şu nitelemelerle tanımlarız, demişlerdir. Örneğin Tanrı; kendine güvenilendir (mü’min), eşitlikçidir (‘adl), barışçıdır (selâm), gücü elinden alınamaz bir kraldır (melik), yoktan yaratır (hâlık), her şeyi birbiriyle bağlantılı biçimde düzenler (bârî), yarattığını en hassas ölçülerle biçimlendirir (musavvvir), bağışlayıcıdır (ğaffâr), bedensel ve ruhsal gıdaları yaratır (rezzâk), her şeyin bilgisine sahip olduğundan hiçbir şeyi görmezden gelmez (alîm), gönül ve aklın farklı açılımlara kapı aralamasına imkân sunar (fettâh), içten geçenleri ve eylemleri dikkatle görür (basîr), kusursuz bir büyüklüktür (kebîr), eylemlerin hesabını sorar (hasîb) ve karşılıksız verir (kerîm). Bu tür nitelemelerle anlatılan Tanrı’nın görülemeyeceği de belli olduğuna göre o zaman ortada sadece değerler kalır. Bu durumda dindârlık veya Tanrısallık denilen şeyin Tanrı’ya verilen sıfatların hayata geçirilmesidir. Yani dindârlık veya Tanrısal denilen şeyler düzenin âdil, barışçı, yaptırım gücü olan iktidâr, üretimci, birleştirici, toleranslı, verimli, olanaklar sunan, herkesin derdini çözen ve hatalardan olabildiğince kaçan bir toplum yaratma olduğu sonucunu çıkarırız.
Geleneğin esmâ-i hüsnâ[3] diye sıradanlaştırdığı Tanrı’ya ait olduğu düşünülen nitelemeler, aslında Tanrılıkla neyin kastedildiğine ve Tanrılıktan nelerin beklendiğine işaret eder. Anladığımız kadarıyla tarihte peygamber denilen devrimci önderler her ne kadar “Tanrı sözünden çıkmayın.” deyip bir Tanrı’yı refere ederek[4] konuşsalar da bahsettikleri Tanrı’yı gösterme yoluna gitmemişler; vicdânlı, sağduyulu ve akılcı ilkeler ortaya koymuşlar ve pratikler üretmişlerdir.
2. 6. Üç Değerin Vahyi
“Değişmez ilkelerimiz üzerinden yolun doğrusunu göstermeleri için onları siyasal önderlere dönüştürdük. İnsanları mutlu eden, toplumda iyililiği yayan, insan kalitesini yükselten, insanı aktifleştiren, mal ve serveti hiçbir baskı olmadan sırf iyilik olması için veren; iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ve faydalıyı zararlıdan ayrıştıran; yerlerde sürünen dayanışma, destekleşme ve omuzdaşlığı ayağa kaldıran; ihtiyaç fazlası birikimleri ihtiyacı olanlara ya tamamen mülkiyet olarak veren ya malın mülkiyetini elde tutarak kullanımını devreden ya da ihtiyaç karşılandıktan sonra geri alıp başka ihtiyacı olanlara aynı yöntemle verme koşuluyla dolaşımda tutan eylemleri ortaya koyma konularında o politik önderlerin içlerindeki kodlanmış ses ve sözü en hızlı biçimde ortaya çıkardık. Onlar ideolojik ve siyasal öncülükleri ve toplumsal eylemleriyle tüm üretimlerini vicdân, sağduyu ve akıl için gerçekleştirdiler.”[5] âyetinde politik önderin veya önderliğin asıl işlevinin toplumda salât, zekât ve hayrı kurumsallaştırması olarak belirtilir. Fakat bu sözcükler gelenekçi dindârlık tarafından iğdiş edilmiştir.[6] Salâta namaz, zekâta kırkta veya onda bir vergi, hayra da ufak tefek içten gelen ve üstten bakan bir iyilik yapma anlamları yüklemiştir. Mezhepçi gelenekçiler kavramları yüzyıllardır böyle piyasalaştırdıkları[7] için bu dîn ve bu sözcüklerden özgür, güvenilir ve barışçı bir dünya kurulamamıştır. Hâlbuki hayır insanları mutlu eden, toplumda iyililiği yayan, insan kalitesini yükselten, insanı aktifleştiren, mal ve serveti hiçbir baskı olmadan sırf iyilik olması için veren; iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ve faydalıyı zararlıdan ayrıştıran eylemlerdir. Salât; yerlerde sürünen dayanışma, destekleşme ve omuzdaşlığı ayağa kaldırmadır. Zekât; toplumda ihtiyaç duyulan bir şeyin birinin elinde birikmesi, onda ihtiyaç fazlası olarak durmasıdır. Kur’ân bu fazlalığın îtâ edilmesini ister. Îtâ; eldeki fazlalıkları ihtiyacı olanlara ya tamamen mülkiyet olarak verme ya malın mülkiyetini elde tutarak kullanımını devretme ya da ihtiyaç karşılandıktan sonra geri alıp başka ihtiyacı olanlara aynı yöntemle verme koşuluyla dolaşımda tutmadır.
Bu üç Kur’ân kavramı hem kendi çağında hem tüm zamanlarda muhteşem bir paylaşım zinciri ortaya koymasına, harika bir komünal[8] ve sosyal[9] ilişki ağı oluşturmasına rağmen bu terimlerin[10] ruhu alınmış, anlamları basite indirgenmiş ve zenginsever iktidârlara uygun biçimde fıkıh[11] literatürü[12] halinde mezhepleştirilmiştir. Kur’ân’a bu ihâneti “asırlardır Kur’ân’a bağlı kaldığını, Kur’ân hizmeti yürüttüğünü, İslâm için çabaladıklarını, ilâ-yı kelimetullah[13] için şehit ve gâzi olduklarını iddiâ eden emîrler, sultanlar, padişahlar, müftüler, şeyhü’l-İslâmlar, kadılar, hacılar, hocalar, şeyhler, imamlar, efendiler, dedeler, babalar, dedebabalar, çelebiler, sofiler, üstâdlar, üstâzlar, hoca efendiler, vekiller, müritler, abiler, bacılar/ablalar” yapmıştır. Kur’ân’da anlam tahrifâtı[14] yapanlar, Kur’ân’ı mezheplerinin kanıt kaynağına dönüştürenler, Kur’ân’ı sadık bendelerin[15] üretim aracı yapanlar ateistler, agnostikler ve deistler olmamıştır. Tıpkı ilk üç hâlîfeyi öldürenlerin gayr-ı Müslim[16] olmadıkları gibi. Dînin bizzat kindâr savucuları olmuştur. Yani Kur’ân; saltanatçı, hilâfetçi,[17] imâmetçi,[18] mezhepçi, gelenekçi, tarîkâtçı, cemaatçi, teşkilatçı, ocakçı, partici ve devletçi dindârların ihânetleriyle hem saptırılmış hem etkisizleştirilmiştir.
2. 7. Meleklere Vahyetmek
“Olay ve durumları olduğundan daha iyi hale getiren, dağınıklığı toparlayan, adım adım besleyip büyüten, ortamı düzene sokan, imkân ve nimetleri bir program çerçevesinde aşama aşama artıran bilge yöneticiniz; ‘Bana güvenmekten vazgeçmeyin.’ mesajını yapıcı ve üretici güçlerin içine en hızlı ve en kestirme biçimde kodladı, onların iç sesi oldu.”[19] âyetinde “Rabbin meleklere vahyetti.” ifadesinin anlamı antropolojik[20] biçimde açıklanmıştır. Melek; meleke, yetenek, doğuştan getirilen donanımlardır. Meleğe vahyetmek; doğuştan gelen yeteneklerin bilgi ve habere en hızlı ve en kestirme biçimde ulaşması; olay ve durumlar karşısında ânında veya en hızlı biçimde içte bir anlam ve sözün doğması sebebiyle yeteneklerin harekete geçmesidir. Yani kodlanmış donanımın zamanı geldiğinde, ortamı doğduğunda kendini göstermesidir. Örneğin her insanda zulme karşı bir tepki vardır. Ancak bazıları bu tepkiyi öylesine güçlü hisseder ki içindeki isyan alev alıp zâlime ateş topu gibi fırlar, mazlûmları çevresinde toplayıp zulme karşı direniş başlatır. İşte bu tip adâlet ve özgürlük için yola çıkmış ve bir devrimin rüyasını gören önderlere Kur’ân resûl/nebî demektedir. Bunların dünyayı değiştirici sözlerine kutsal metin, bunların yüreklerinden kopup gelen mesajlara vahiy denir. O nedenle ne vahiy durmuştur ne de resûller ve nebîler sona ermiştir. Bu durum dinler ve peygamberler çağının sona ermesiyle çelişmez. Çünkü vicdân elçisi Muhammed, vicdân ve sağduyu temelli akıl çağını başlatırken “Bana Tanrı’dan mesaj geldi, Tanrı’nın sözlerini size getirdim.” biçimindeki söylemleri sona erdirme yoluna girdi. Bunun yerine aklı etkin kullanmanın kapısını araladı, dîni mistik[21] bir yol olmaktan çıkardı, devrimci eylemleri sonuçlandıran kapsamlı eylemlere dîn dedi. Ancak kurumsal bir kapı kapatılırken insanla birlikte var olan vicdân ve sağduyu ile akıl devam ettiğinden buradan gelen her ses vahiy, buradan konuşan herkes nebî ve resûldur. Tefsir,[22] usûl-ü fıkıh[23] ve lügat (sözlük) alanlarında çok yetkin bir konumda olan Râğıp İsfehânî “İki peygamber vardır. Biri içimizdeki elçi olan akıl, diğeri dışımızdaki peygamberdir. Akıldan faydalanmayan kişi peygamberden de yararlanmaz. Akıl, peygamber öğretisinin doğrulayıcısıdır. Akıl yönetir, dîn yol gösterir.”[24] diyerek iki peygamberden bahseder. Kurumsal dîni bitiren vicdân elçisi Muhammed öldü, ancak Tanrı’nın insanlara verdiği akıl devam etmekte, vicdân ve sağduyu ile donanma sürmektedir. İçimizdeki resûl/nebî yaşamaktadır. Bundan sonra tüm zamanların insanlık miraslarını bir yandan okurken öte yandan geleceğimizi inşâ etme yolunda olacağız. İnsanlığın kadîm[25] kitaplarının barış, güven, eşitlik, kardeşlik, paylaşım, direniş, devrim ve özgürlük söylemleri ile şarkılarını diri tutacağız. Bu konuda önderlik yapanları vicdân elçileri, onların sözlerini de vahiy belleyeceğiz. Bu hususta Yaşar Nuri Hoca da “Elçilik iki kısımdır. Biri aslî ve kurumsal elçilik, diğeri bağlı ve bağımlı elçiliktir. İkinci elçilik, son Peygamber’in aldığı vahiylerin tebliğ[26] ve açıklanması anlamında bir elçiliktir ki bütün iman sahipleri derece derece bu elçilik görevinin taşıyıcılarıdır. Daha doğrusu iman, bir anlamda bu elçilik görevinin yani tebliğ[27] emanetinin altına girmektir.”[28] demiştir. Yaşar Nuri, Râğıp’tan kısmen farklı düşünse de en nihayetinde benzer yerde buluşuyor.
Devam edecek…
_____________________________________________________
[1] Enbiyâ, 25/Ve mâ ersel-nâ min gabli-ke min rasûlin illâ nûhî ileyhi enne-hu lâ ilâhe illâ ene fa’budûn(i)
[2] Poli-teist: Çok tanrılı, birden çok tanrıya tapan.
[3] Esmâ-i hüsnâ: Güzel isimler. Tanrı’nın niteliklerinin (sıfatlarının) adları. Bu isimler üzerinden Tanrı’nın hangi karakterde bir varlık olduğu anlaşılır.
[4] Refere: Başvuru, gönderme, geri taşıma, geri getirme. (Refere etmek: Gönderide bulunmak, kaynak göstermek, başvuruda bulunmak, kaynağa taşımak. Referans.)
[5] Enbiyâ, 73/Ve ce’alnâ-hum eimmeten yehdûne bi-emri-nâ ve evhay-nâ ileyhim fi’le’l-hayrâti ve igâme’s-salâti ve îtâe’z-zekât(i) ve kânû lenâ ‘âbidîn(e)
[6] İğdiş: Bir hayvanın erkeklik bezlerini çıkararak veya burkarak hayvanı erkeklik görevini yapamayacak duruma getirmek.
[7] Piyasalaştırma: Her şeyi alınır ve satılır hale getirme, her şeyi para kazanma aracına dönüştürmedir. Örneğin sağlığın piyasalaştırılması, insanların daha çok hastalanması, sağlık güvencesinden daha az yararlanması; insan yaşamlarının daha uzun dilimlerinin hastalıkla geçirilmesi, insanların daha çok ilaç kullanmaları, doktor ve hastaneye daha çok muhtaç olmaları üzerine kurulmuş para kazanma yöntemleridir. Eğitimin, tarımın, bilimin, ormanın, suyun, barınma ve giyinmenin piyasalaştırılmasında insanın ihtiyaçlarını karşılama amaçlanmaz; insanın üstünden daha çok para kazanma hedeflenir. Kapitalizm, dîn, millet, vatan, namus ve onur gibi değerlerden başalayark her şeyi para kazanma aracına dönüştürür. Buna piyasalaştırma veya metâlaştırma denir.
[8] Komün: Ortak(lık), mülkü ortaklaşa kullanan topluluk. Birlikte üreten ve ihtiyacına göre tüketen topluluk. Komün(al), komün düzeniyle ilgili, komün düzenine ait.
[9] Sosyal: Yoldaşlık eden, cana yakın, topluma uygun, toplumu gözeten, toplumsal.
[10] Terim: Bilim dalına ait özel kelime. Örneğin açı ve integral matematiğin, kâfiye ve teşbîh edebîyâtın, komplikasyon ve konsültasyon tıbbın terimleridir.
[11] Fıkıh: Doğru anlama, derinlemesine kavrama, gerekeni gerektiği biçimde bilme. Dine dayalı toplumsal, hukûkî ve siyâsî hükümleri dînî delilleriyle ortaya koyan bilgi alanı. Dinsel ilkelerden üretilmiş bir hukûk olan millet’in yasa, yönetmelik, yönerge ve içtihatlarını iyi bilme, doğru anlama, derinlemesine kavrama, gerekçelerini ayırabilme. Toplumsal, hukûkî ve siyâsî hükümleri dînî delilleriyle ortaya koyma.
[12] Literatür: Bir konu ve alanda yazılmış yazılar ile üretilmiş eserlerin tümü, bir konuda oluşturulmuş tüm veriler. (Fıkıh literatürü: İslâm mezhepleri tarafından oluşturulmuş olan hukûk alanında yazılmış eserlerin tümü.)
[13] Îlâ-yı kelimetu’l-lâh: Tanrı sözlerini hak ettiği yere çıkartmak, dinsel mesajları yaymak ve egemen kılmak.
[14] Tahrîf(ât): Yontma(lar). Sözü eksilterek veya fazlalaştırarak bozma. Anlamlandırmada amacın dışına çıkarak anlamı bozma(lar).
[15] Bende: Bağlanmış, bağlı, köle, kul, esir, tutsak; birine bağlı olan, bir kişi veya ideolojiye hizmet eden, bir kişi veya ideolojiye köle gibi taraftar, esir gibi bağlı ve kul gibi hizmet eden.
[16] Gayr-ı Müslim: Barış karşıtı, Muhammedî barış değerlerini reddeden, Müslüman olmayan. (Müslim: Barışçı, Muhammedî barış değerlerini kabul eden, Müslüman.)
[17] Saltanat düzeni ve halîfelik makamı Sünnîliğin iki kutsalıdır. Sünnîler dîni düzeni hilâfet ve saltanattan ayırmaz. Sünnîler için dîn hem mezhepçi ve tarîkâtçı uygulamalar hem kutsal devlet ve kutsanmış devlete bağlı halk kitlesi demektir. O nedenle Sünnîlikte devlet, lider ve sistem eleştirisi yapılmaz; onlara ölümüne bağlı kalınır. Yani Kur’ân ne diyorsa tam tersi yapılır.
[18] Şiîlerde İmam Ali’nin soyundan gelen karizmatik imamlar ile kayıp imamın vekili konumundaki velâyet-i fakîhlik makamın kutsanır. Bunlar üzerinden kurulmuş teoloji de tıpkı Sünnîlik gibi Kur’ânla çatışan dinsel bir ideolojidir.
[19] Enfâl, 12/İz yûhî rabbu-ke ile’l-melâiketi ennî me’a-kum fe-sebbitu’l-lezîne âmenû
[20] Antropoloji(k): Antropoloji ile ilgili. İnsanın kökeni, evrimi, biyolojik özellikleri, toplumsal ve kültürel yönlerini inceleyen bilim. İnsan bilimi, beşeriyât.
[21] Mistik: Sırlı/anlaşılmaz bir yönü olan, gizli anlamlar taşıyan, gizemlerle örülü, duygu ve sezgiye aşırı derecede yer verip aklı önemsizleştiren, Tanrı’ya gönül yoluyle ulaşılabileceğini benimseyen inanç ve düşünce mensubu, mistisizmi benimseyen. (Tasavvuf, sofuluk, sofilik, sûfîlik, tarîkâtçılık birer mistik harekettir.)
[22] Tefsir: Açma, açıklama. Anlama ve kavramada netlik olmayan durumları anlaşılır yapmak için açıklama.
[23] Usûl-ü fıkıh: fıkıh metodolojisi. Teorik alanda kabul edilen ve pratik yaşamda uygulanan kural ve hükümlerin üretilmesinde gidilen yol ve yöntem.
[24] Râgıb el-İsfahânî, ez-Zerîa ilâ Mekârimi’ş-Şerîa, s. 207; Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’an Yolu Tefsiri, A’râf 179 notu, 2. cilt, s. 629-632.
[25] Kadîm: Bayrı. Geçmişi uzun zamâna dayanan, başlangıcı olmayan, çok eskiden beri var olan, zaman üstü.
[26] Tebliğ: Bildiri, bildirme, haber verme, iletme, mesaj ulaştırma, eriştirme, ulaştırma, bir karârı ilgili kimseye resmen bildirmek.
[27] Tebliğ: Bilgi ve haberi ulaştırmak.
[28] Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslam, İsra Suresi, 15. Ayetin Açıklaması, 39. baskı, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2001.