- Enel’l-Hak
Hak, “bir şeyi öznel[1] gerçekliğiyle uyumlu olacak biçimde[2] var etme/ortaya çıkarma, mutlak gerçek,[3] bir şeyin kendi özüyle/gerçeğiyle uyumlu olması, gereken zamanda gerektiği biçimde yapılan eylem ve söylem, değişime uğramadan kalıcı biçimde duran gerçek”tir. Hakkı gerçekleştirmeye, koşulsuz gerçeği söylemeye, özdeki gerçekliği ortaya çıkarmaya, gerçeği sahte ve yapıştırma olandan uzak tutmaya ihkâk-ı hak denir.
Hak kökünden türeyen hakîkât, devamlı, kararlı ve sabit olan bir şey için kullanılır. Söz ve eylemde eksiklik veya fazlalık olmamasına denir. Hakîkât konusunda “Gereken zamanda gerektiği gibi yapılan her eylem ve söylemin değişmez, sabit ve kararlı bir yanı vardır.”[4] sözü hak ile hakîkat arasındaki ilişkiyi ortaya serer. Dilbilgisinde hakîkât, kelimenin ilk/temel anlamını kasteder. Yük taşıyacak güce ulaşmış erkek deveye hik(ku), dişisine hikka(tü), bir şeyi yerli yerine koymaya tatkîk denir.[5] Bu bağlamda hakîkât, söz ve davranışların değişmez gerçekliğini konuşma veya yapmadır.
Ene’l-Hak, “Ben tartışmasız ve koşulsuz gerçeğim, ben bir şeyin kendi gerçeğiyle uyumlu olmasıyım; ben gereken zamanda ortaya çıkan ve gerektiği biçimde gerçekleşen eylem ve söylemim.”[6] demektir. Bu sözlerin sahibi Hallâc-ı Mansûr, saray ve saltanat dünyasına karşı çıkarken vicdân, eşitlik ve özgürlük gerçeklerini hiçbir koşul altında görmezden gelmediğini dillendirdiği için öldürülmüştür. Bu nedenle öldürülmeden önce sekiz yıl hapsedilmiştir. Bu sözlerin gerçekliğini ancak Hallâc’ın politik duruşuyla fark edebiliriz. Fakat Hallâc’ın bu çıkışı zamanla bir teoloji tartışmasına dönüştürülerek “Ben Tanrı’yım, Tanrı ben’im.” dediği için öldürüldü, diye devrinin gerçekliği dışına çıkarılmıştır. Bunun gerekçesi sanırım Tanrı’ya Cenâb-ı Hak[7] denilmesidir. Çünkü bu tanımlama “nitelik ve yasalarıyla en yakınımızda olduğu halde öz varlığı en uzağımızda olup hiçbir değişim ve dönüşüme uğramadan kalıcı biçimde varlığını sürdüren koşulsuz gerçek” anlamına gelmesiyle Tanrı’yı tanımlar. Ortadaki çelişki Tanrı-insan iilşkisinde insan ve tüm canlıları tanrı’nın birbirinden farklı karakter ve özellikte yansıması kabul eden zihniyet sahilerinin buna rağmen Hallâc’ı asmalarıdır. Hallâc ile vahdet-i vucûda (pan-enteizm) sıcak bakan egemenler arasındaki sorunun siyâsi olduğu buradan da anlaşılabilir.
Tasavvufun vahdet-i vücut[8] anlayışına göre varlık en sonunda Tanrı’yla birleşir; varlık, bir Tanrı olur. Tanrı’nın parçaları olan varlıklar Tanrı’ya karışarak Tanrı’yla birleşir ve böylece varlığın tekliği gerçekleşir. Nirvana fikri ölüp daha üstün yaşamda doğma temelinde gelişir ve sonunda mutlak sessizliğe ulaşılır. Aslında her şeyin sesinin kesildiği ve sadece Tanrı’nın olduğu derin ve huzurlu sessizliğe ulaşma kabulüne nirvanaya ulaşma denir. Sûfiler nirvanaya Tanrı diyerek bu fikri İslâmîleştirmişlerdir.
- Muhyiddin İbnu’l-Arabî
- 1. Yaratan Yaratılan ve Yaratılan Yaratan mıdır?
“Hakikat budur ki yaratan yaratılandır ve yine hakikat budur ki yaratılan yaratandır. Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır! Belki o, tek varlıktır ve yine o çokluk halinde olan varlıklardır. Eğer biri çıkar da bütün güzel ve çirkin şeylere hangi nazarla bakalım, pislik ve lâşeyi gördüğümüz vakit onlara Tanrı mı diyelim, yolunda bir sual soracak olursa biz deriz ki Tanrı bunlardan bir şey olmaktan yücedir. Bizim sözümüz pisliği pislik, lâşeyi lâşe olarak görmeyen kimseyedir. Belki hitabımız kâlp gözü açık olup kör olmayanlaradır.”[9] cümleleri çelişkileri bir mantığa büründürme çabası güder. “Ne kuşum ne deve, hem kuşum hem deve; deve dört ayaklı olsa da deve kuşu olmaz dört ayaklı, iki ayaklı kuş da bir deve, kuşa deve diyen deve oğlu develere sözüm şu ola ki…” der gibi sözde kendi içinde tutarlılık üretmeye çalışan saçmalıklardır. Onun yaklaşımına göre Muhammed ve Ebû Süfyan Tanrı’dır. Muhammed ile Ebû Cehil Bedir Savaşı’nda savaşan tanrılardır. Bedir Savaşı’nda ölen ve öldüren aynı Tanrı’dır. Bedir Savaşı’nda acı veren ve acı verilen aynı Tanrı’dır. Bedir kuyularını tıkayan ve suya muhtaç olan aslında Tanrı’dır, suyun kendi de Tanrı’dır.
- 2. Bedenin Rûhu Olan Tanrı
Muhyiddin İbnu’l-Arabî’nin “Bil ki hakikat erbabı nazarında Tanrı’yı arızasız/kusursuz kabul etmek ona sınır çizmektir. Hakkı tenzih eden kimse ya câhildir ya edebi noksan kimsedir. Şu hale göre hiçbir şarta bağlı olmadan Tanrı’yı temiz ve saf kabul etme yoluna sapan kimse farkında değildir ve zanneder ki doğru yolu tutmuştur. Hâlbuki o yolunu kaybetmiştir. Çünkü Tanrı için yaratılmışların hepsinde belirmesi söz konusudur. Her bir anlayışta gizlenmiş olan da yine odur. Şu halde Tanrı’nın âlemin suretinde görülen şeye nisbeti bedeni idare eden ruhun görüntüye nispeti gibidir. Hakk’ı kusurlardan uzak tutmayıp bir varlığa benzeten kimse de böyledir. Sen Tanrı’nın sureti ve Tanrı da senin ruhun olması yönüyle sen Tanrı için bedensel bir suret gibisin. O da senin cesedini yönlendiren ve yöneten bir ruh gibidir.”[10] sözleri insan Tanrı’dır, Tanrı da insandır demek için topu orta sahada dolaştırma çabalarıdır. Ona göre tüm varlıklar Tanrı’nın görünür biçim ve eylemleridir.
- 3. Kandırıkçı Nûh Nebî
Muhyiddin İbnu’l-Arabî’nin “Şu hale göre öven de övülen de ancak odur. O halde kusurlardan uzak tutarsan onu bağlamış olursun, bir varlığa benzetirsen onu sınırlamış olursun. Eğer her iki işi birleştirir, yani benzetme ve iyi-kötüyü arasını birleştirirsen doğru yolu bulur ilâhi bilgide önder ve efendilerden olursun. Bu hale göre sen Tanrı değilsin, belki sen Tanrısın ve sen Tanrı’yı aynı şeyde mutlak[11] ve mukayyet[12] olarak görürsün. Allah kendi zâtı hakkında ‘Leyse ke-misli-hi şey’in’[13] dedi. Nefsini kusurlardan uzuk tuttu; o işitici ve görücüdür dedi, kendisini maddeyle bedenleştirdi. İşte Nuh peygamber de kavmine bu iki davet arasını birleştirseydi elbette bu davete uyarlardı. Nuh, kavminin halinden bahisle dedi ki, onlar davete uymak hususunda üzerlerine vâcip olan şeyi bildikleri için benim davetime karşı kulaklarını tıkadılar. Şu ifadeden Tanrı ârifleri, Nûh’un kendi kavmini kötülerken onları övdüğünü anladılar ve Nuh’un bu davetinde ayrılık olduğu için ona yaklaşmadıklarını bildiler. Nuh, kavmini hile ile davet ettiği için kavmi de hile ile cevap verdiler. Nuh’un kavmi yaptıkları hile ile (birbirlerine) ilâhe’nizi terk etmeyiniz; Vedd’i, Suva’yı, Yegus’u, Yauk’u ve Nesr’i bırakmayınız dediler. Çünkü onlar bu putları terk ettikleri vakit onlardan vazgeçtikleri nisbette Tanrı’dan bilgisiz kaldılar. Çünkü Tanrı’nın her bir putta, bir yüzü vardır. Onu bilen bilir, bilmeyen bilmez. Böyle olunca her putta Tanrı’dan başkasına ibâdet olunmadı. Olgun ve ergin bir kul der ki, sizin Tanrı’nız ancak tek bir Tanrı’dır. Şu hale göre o nerede belirirse ona kulluk edin. Takva ehlini müjdele, çünkü onlar Tanrı dediler. Tabiat demediler. Nuh kavmi, aralarında birçoklarını sapkınlığa düşürdüler, yani tek olan Tanrı’nın çeşitli yönlerini ve nisbetlerini saymak hususunda halkı şaşırttılar. Her şey Tanrı için ve Tanrı ile ve belki ancak Tanrı ise de sen yere gömüldüğün vakit onun içindesin, Tanrı senin görünen yönün ve kılıfındır.”[14] açıklamalarına göre insan bütün içinde minik bir parça ve yansıma olmasıyla her şeyi kapsayan bir Tanrı değildir, ama Tanrı’nın parçası olmasıyla da bir Tanrı’dır. Sınırlı varlığıyla sınırsız Tanrı’nın eylem ve söylemlerini yansıtan insan bedeni Tanrı’nın somutlaşmış/ete kemiğe bürünmüş/görünür olmuş biçimidir. Muhyiddin insanın görünen somut halini Tanrı’nın kılıfı olarak görür.
İbnu’l-Arabî’ye göre Nuh halkını kandırmıştır. Halk Nuh’un kandırmasına aldanmamıştır. Yani ortada dürüst olmayan Nuh biçiminde görülen bir Tanrı vardır. Dürüst olup oyuna gelmeyen Tanrı parçaları da vardır. Kim kimdir, Tanrı Tanrılara Tanrıyı anlatmak için niye yalan söyler? “Yalancı Tanrı Nuh ile yalana kanmayan parça Tanrıların Tanrılıkları sürüyor mu?” demekten kendimizi alamıyoruz. Çünkü her beden Tanrı’nın elbisesi, zarfı ve kılıfı olduğuna göre yeryüzünde savaş, zulüm, eşitsizlik ve köleliklerin hesabını kim kime soracak?
- 4. Hz. Muhammed’e Müşriklik Suçlaması
Fusûsu’l-Hikem’in Muhammed faslında Hz. Muhammed’e hitaben “Ey Müşrik! Ka’be’ye gidip putları kırdın. Onların puta secdesiyle senin Tanrı’ya secden arasında ne fark var.“ diyen Muhyiddîn ibnu’l-Arabî “Ben cennetin altın tuğlasıyım, Muhammed kerpiç tuğlasıdır.“ der. Böylece Muhammed ile Ebu Cehil arasındaki farkı göremeyen ve sosyo-ekonomik ilişkilerle dinin arasındaki bağı kavrayamayan Muhyiddîn ibnu’l-Arabî zırvalamanın zirvesine oturur.
- 5. Firavun ve Deccâl Fıkıhçılar
Muhyiddin İbnu’l-Arabî “Fakihler,[15] evliyânın firavun’ları ve Tanrı’nın iyi kullarının deccallarıdır.[16]” diyerek[17] fakihlerin de Tanrı olduğunu unutmuş oluyor. Firavun ve deccalın da Tanrı olduğunu unutuyor. Fakihlere hakaret ederek Tanrı’ya hakaret ediyor, kendi de Tanrı olduğu için kendine hakaret ediyor, hakaret eden ile hakaret edilen kendi oluyor.
- 6. Çelişkilerin Adamı Muhyiddin
“Bu tâifenin efendisi Cüneyd dedi ki: Zındık olduğuna bin tane doğru sözlü kişi tanık olmadıkça hiç kimse hakikat derecelerine ulaşamaz.”[18] açıklamasını yapan Muhyiddin İbnu’l-Arabî, zındıklıkla suçlanmanın gerçeğe ulaşmada bir ölçü olduğunu iddia eder. Ayrıca “Eserlerimi yazmak husûsunda bana gerçekten izin verilmiştir. Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki buradaki her harfi ilâhi bir imlâ ve rabbâni bir ilkâ (ulaştırma) ile yazdım.”[19] cümlelerine göre izin veren Tanrı ile izin verilen Tanrı ayrı kimseler mi? Hani hepsi tek bir Tanrı’ydı diye sormaktan kendimizi alamayız. Muhyiddin sürekli çelişkilerle boğuşmaktadır.
- 7. Kâmil İnsan
Muhyiddin ibnu’l-Arabî, “İnsan-ı kâmil[20] de bu âlemde ilâhi isimler aracılığıyla dilediğince tasarrufta bulunur.”[21] diyerek çelişkilerini sıralamıştır. Hâlbuki Tanrı’nın ilâhî isimlere ihtiyacı olur mu? O halde ilahi isimleri olan başka bir Tanrı mı var? Tanrı ve insanı bir ve bütün gören Muhyiddin’in kendi isimlerini anarak güç gösterisi ve eylem içinde olunabileceğinden bahsetmesi bir çelişkidir. Ayrıca kâmil insan olma yolunda ilerleme bedenler biçiminde görülen Tanrı’nın kendi kendini anlama çabası mıdır?
- 8. Kul ve Tanrı Âdem
Muhyiddin ibnu’l-Arabî’nin “Âdem kelimesindeki ilâhi hikmet: O ezeli olan, insan şekliyle sonradan ortaya çıkan (hâdis); görüntü ve doğuş bakımından ebedî ve daimdir. Âdem hem Tanrı hem de yaratılandır.”[22] sözlerine göre Tanrı yaratan, yaratılan, cennetten kovan, cennetten kovulandır; Âdem Tanrısı, eşi olan diğer Tanrı’yla cinsel ilişki kurandır, şeytan Tanrısı Âdem Tanrısını tanımayandır. Ortada kim kimi tanımıyor ve kim kimdir belli değildir. Neden Muhyiddin adlı Tanrı aramızda değildir, Tanrı ölümlü müdür, ölümlü olan ile ölümsüz olan hem Tanrı hem kul mudur? Ete kemiğe bürünüp Muhyiddin diye görünen, sonra Yunus ve Mevlânâ diye görünüyorsa şimdi Cüppeli’nin Mahmut Efendisi yahut Menzil’in Şeyh Abdülbâkî’si olarak mı görünüyor. Peki, yarın ne olarak görünecektir. Bu arada biz ne oluyoruz. Madem Tanrı’ysak kendimizi bilmekten aciz bir Tanrı olur mu, madem Tanrı’ysam Muhyiddin adlı parçamı neden bilmiyorum. Kur’an Tanrı’yı samed, yani parçalara ayrılmaz bir bütün diye nitelerken bu kadar parçadan oluşan bir Tanrı olabilir mi? Başkan Biden ile Rusya başkanı Putin’den hangisi Tanrıdır, Çin başkanı ve İran ayetullahı da Tanrı mıdır? Suriye, Irak, Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Afrika gibi yerlerde yaşayan Tanrılar nasıl bir Tanrı’dır ki hem aç bırakıyor hem aç kalıyor, kim kimin kanını döküyor; Tanrı aynı anda hem kanı dökülen hem de kan döken midir? Suriye’de çocuk ve ihtiyar öldüren IŞID ile pazarlarda satılan kadınlar ve onları alıp evine götüren alıcılar hep Tanrı mıdır? İddiâya göre görüntünün arkasında gizlenen gerçek herkesin ve her şeyin Tanrı olduğu fikridir. Bomba atıp öldüren Tanrı ile bomba karşısında ölen Tanrı acayip kaçıyor. Bu kurgu bende Olimpos tanrılarının macerasını çağrıştırıyor.
- 9. Lezzetli Azap
Muhyiddin ibnu’l-Arabî’nin “Tanrı’nın yalnız sözüne bağlı kalması tarafı kaldı. Ceza tehdidinde sadık olduğuna dair açık bir alâmet yoktur. Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de orada kendileri için zevk ve lezzet vardır. O da onlar için bir cennettir. Ancak onların cennetleri huld cennetlerinin nimetlerine benzemez, ikisi de birdir ama aralarında yansıma farkı vardır. Onların cennetlerinin tatlılığından dolayı azap denir. Bu azap sözü onda gizli olan lezzet için bir kabuk gibidir. Kabuk özü koruyan bir şeydir.”[23] izahatına göre Tanrı cehenneme kendi kendini atıyor. Tanrı her şey olduğuna göre cennet ve cehennem de nereden çıktı? Tanrı kendini niye cennete koymak yerine cehenneme atıyor? Tanrı kendini neden tanımıyor ve kendini kendine tanıtmak için peygamber diye birilerini göndererek kendini kendine çağırıyor? Üstelik çağıran ve peygamber denilen de kendisiyken?! Muhyiddin, azabı bile sevincin bir türü ve kişiyi mutlu eden bir versiyonu olarak ele almasıyla vahdet-i vucud fikrini bir yandan farkına varmadan reddederken öte yandan kavramları jeo-politik teoloji içinde dahi değerlendirmiyor.
- 10. Cehennemdeki Tanrılar
Muhyiddin ibnu’l-Arabî’nin “Cehennemliklerin durumu: Zevk ve nimet ya çektikleri azabın ortadan kalkmasıyla olur ki bu suretle o azaptan kurtulmaktan duydukları rahatlık onlar için bir zevk sayılır yahut cennet ehli olanların nimet ve sıfatları gibi onlara ayrıca bir nimet verilir.”[24] açıklamasına göre cennet ve cehennem ehli var. Peki, Tanrı nerede o zaman, bu bir çelişki değil midir? Tanrı’nın cennet veya cehennemde ne işi olabilir. Buralar zavallı kullar için tahsis edilmiş ve kalite kontrolüne göre belirlenmiş yerler değil midir? Mademki o her şeydir ve her şey ondan başka bir şey değildir; tüm vahiy kitapları, eğitim araçları, sağlık araçları, doktorluk ve ameliyat gibi Tanrı’nın Tanrı’ya şifa dağıtması eylemleri saçma değil midir? Tanrı ol deyince olduran, kodu mu oturtan, yasaları koyan ve ödül veren değil midir? O kadar çok çelişik sorular meydanı dolduruyor ki Muhyiddin’in fikirlerini Hint Okyanusuyla temizlemeye kalksak temizleyemeyiz.
- 11. Bebeğin Cinsellik Fetvâsı
Muhyiddin ibnu’l-Arabî’nin “Süt emzirilen bir kızımla (böyle bir hâdise) bana da tesâdüf etti. Henüz bir yaşından küçük idi ki ona ‘Yavrucağım’ deyince başını döndürdü. ‘Eşiyle cinsel birleşme yapıp da boşalmayan adam hakkında ne dersin?’dedim, ‘Ona yıkanmak vacip olur.’ dedi.”[25] açıklamasına göre süt emen bir çocuğa neden seksüel bir konu soruluyor, daha çocukça bir soru sorulamaz mı? Fıkıh konusunun çocuktan öğrenildiğine dair bu anlatı sözde İsa Mesih’in konuşmasına referans yapılıyor. İsa’nın konuşması bebeğin bizzat konuşması olmadığı halde ve fragman[26] niteliğinde bir anlatım içermesine rağmen Muhyiddin bu olaya da atıf yapmış oluyor. Çocuğu doğurtan erkek, çocuğu doğuran kadın, süt emen bebek, emilen süt, süt gelen meme ve soru soran kişi Tanrı olduğuna göre Tanrı’nın kendi kendine sorup kendi kendine cevap vermesi saçma değil mi? Tanrı kimdir? Baba mı, yavrucağım denilince dönüp bakan mı, emilen meme mi, memeden gelen süt mü?!
- 12. Mü’minlerin ve Müşriklerin Ortak Tanrısı
“Sizin ilahınız bir tek ilahtır.”[27] ayetiyle ilgili olarak Muhyiddin ibnu’l-Arabî “Allah bu âyet ile Müslümanlara seslenmiştir. Tanrı’ya yakın olmak için Tanrı’dan başkasına tapanlar, Tanrı’dan başkasına tapmış olmazlar. Bu âyet ile Tanrı bize demektedir ki sizin ilahınızla, Tanrı’ya şirk koşmak suretiyle Tanrı’ya yaklaşmak isteyen müşriklerin ilahı birdir.”[28] der. Buna göre seslenen Tanrı ile seslenilen Müslümanlar ayrıymış gibi göstermek Tanrı’yı ayrıştırmak değil midir? Tanrıya yaklaşmak isteyen Tanrı tapıcıları Tanrı değil midir? Tanrı neden kendine tapmak isteyenlerden oluşur? Müşriklerle müminlerin Tanrı’sı aynıysa müşrikler kimdir? Müslümanlar kimdir? Müşrik ve Müslümanlar zaten Tanrı değil midir? Muhyiddin yine genel felsefesine ihanet ederek tenakuzlarını[29] ortaya koymuştur.
- 13. Her şey Tanrı, Tanrı Her şey
Muhyiddin ibnu’l-Arabî “Apaçık görünen şeylerle Tanrı’ya varılamadığı için peygamberler hakkın temsilcileridir. Hayır, yanlış söyledim, temsil edenle temsil edileni iki sanırsın, güzel değil çirkin bir zan olur bu. Surete taptıkça iki görünür sana, suretten kurtulanın gözünde bir olur. Mutlak varlık fiil köküne benzetilirse âlem bütünüyle masdardan türemiş kipler, zamanlar ve isimlerdir. Türemiş örnekler zinciri nasıl fiil kökünden uzak olmazsa baktığın her şey de Tanrı’dır.”[30] diyerek “Her ne varsa Tanrı’dır, her ne oluyorsa Tanrı yapıyordur.” demek ister. Örneğin Bir davada hapse tıkan, hapse tıkılan, hapsin kendisi, aldatan ve aldanan toptan Tanrı’dır. Ona göre mahkemedeki hâkim, sanık, avukat, mahkeme görevlisi bedenleriyle görülen aslında Tanrı’dır. Görüntünün farklı farklı olması gerçeğin de bambaşka olduğu yanılgısı oluşturmuştur. Çünkü Tanrı kendini bedenlerle gösterir. Bu nedenle çoklukta birlik vardır ve birlik çokluk biçiminde ortaya çıkmaktadır. Böylesi tutarsız bir Tanrı fikrine gülmek değil ağlamak gerekir.
________________________________________________________
[1] Özne(l): Özneye ait, özne ile ilgili, genele ait olmayan, geneli ilgilendirmeyen.
[2] Hak(e)m(e): Yanlış giden bir şeyi düzeltmek için engellemek, gem vurmak, “Yanlış iş yapmasın diye ona engel oldum.” derken hakem-tü-hû denir. Hikmet, bir şeyin hem teoride hem pratikte kendi özüyle/gerçeğiyle uyumlu olması, akıl, Tanrı’nın varlıkları kendi gerçekliklerine uygun yaratması. Her hikmet bir hükümdür, fakat her hüküm bir hikmet değildir. Muhkem, söz ve anlam bakımından hiçbir tereddüt ve şüphe taşımayan demektir. “Cennet muhakkemînin hakkıdır.” hadisi “cennet kendi özü ve gerçekliğiyle uyumlu bir teori ve pratik içinde olanların, doğruyu egemen kılmak için yanlışa dur diyebilenlerin koşulsuz gerçeğidir.” demektir.
[3] Mutlak gerçek: Varlığı beş duyu ile net biçimde bilinen; varlığı hiçbir şarta bağlı olmadan bilinen koşulsuz gerçek.
[4] Her hakkın bir hakîkatı vardır. (Hadis, İbn-i Mübârek, ez-Zühd)
[5] Râğıp el-İsfehânî, el-Müfredât, H-G-G Maddesi, Çeviren ve Notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007; Ebû Hayyan e-Endülüsî, Kur’ân Lügati (Tuhfetu’l-Erîb Bimâ Fi’l-Qurâni Mine’l-Ğarîb), H-G Maddesi, Çeviren: Enes Selam, İşaret Yayınları, İstanbul, 2019; Muhammed Esed, Kur’an Kavramları, HAKK Maddesi, Çevirenler: Ömer Aydın-Ertuğrul Özalp, İşaret Yayınları, İstanbul, 2016.
[6] Hak(k): Bir şeyi hikmetli biçimde yaratma, mutlak gerçek, bir şeyin kendi özüyle/gerçeğiyle uyumlu olması, gereken zamanda gereken biçimde yapılan eylem/söylem. Hakkı gerçekleştirmeye ihkâk-ı hak denir. Hakîkât, devamlı, kararlı ve sabit olan bir şey için kullanılır. Söz ve eylemde eksiklik veya fazlalık olmamasına da denir. Bu nedenle “Her hakkın bir hakîkatı var (Her gerçeğin, gereken zamanda gereken biçimde yapılan her eylem ve söylemin değişmez, sabit ve kararlı bir yanı vardır.).” denilir. Dilbilgisinde hakîkât, kelimenin ilk/temel anlamıdır. Yük taşıyacak güce ulaşmış erkek deveye hik(ku), dişisine hikka(tü) denir.
[7] Cenb: Yan. Kalça ile kaburga arasından koltuk altına kadar olan bölge. (Yemîn, sağ taraf, sağ el; şimâl sol el, sol taraf.). Yoldaş, yol arkadaşı, kadın. Bir şeyi kendinden uzaklaştırma veya bir şeye yaklaşma anlamlarını içerir. Yabancıya/akrabalığı olmayana raculun cünübün (cünüp adam) denir. Meninin erkekten çıkmasına veya erkek ve dişi organının birbirine yaklaşmasına cenâbet denir. Güney rüzgârına da cunûb(un) denir.
[8] Vahdet-i vücut: Varlığın tekliği. Panenteizm.
[9] Fusûsu’l-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı, 13/XI/1962 ve 1992 yılı baskıları, çev. Nuri Gençosman, Fas. IV.
[10] Muhyiddin İbnu’l-Arabi, Fususu’l-Hikem, Hikmet-i Subhiyye, 3. Bölüm.
[11] Hiçbir şarta bağlı olmadan
[12] Sınır ve şartlara bağlı
[13] Onun bir benzeri yoktur, hiçbir şey ona benzemez.
[14] Fusûsu’l-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı, 1962 ve 1992 baskıları, çev. Nuri Gençosman, Fas. III.
[15] Fakih: Fıkıhçı, hukukçu, örfî ve şerî hukuku uygulayan.
[16] Deccal: Kandırıcı, sahtekâr, sahte mesih/İsa.
[17] El-Futûhâtü’l-Mekkiyye, Muhyiddin İbnü’l-Arabi, s.11.
[18] El-Futûhâtü’l-Mekkiyye, Muhyiddin İbnü’l-Arabi, s. 236.
[19] Muhyiddin İbnü’l-Arabi, El-Futûhâtü’l-Mekkiyye, çev. Prof Dr. Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları, s. 93, 1990.
[20] Her hususta olgunlaşmış, eksik ve hatası olmayan veya en az olan insan.
[21] Muhyiddin İbnü’l-Arabi, Nakş el-Füsus Şerhi, İsmail Ankaravi, Ribat Yayınları, haz. İlhan Kutluer, s. 14 Ocak-1981.
[22] Fusûsu’l-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı, 1962 ve 1992 baskıları, çev. Nuri Gençosman, Fas.I
[23] Fusûsu’l-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı, 1962 ve 1992 baskıları, çev. Nuri Gençosman, Fas.VII
[24] Fusûsu’l-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı, 1962 ve 1992 baskıları, çev. Nuri Gençosman, Fas. X
[25] Muhyiddin İbnü’l-Arabi, El-Futûhâtü’l-Mekkiyye, çev. Prof Dr. Nihat Keklik, Kültür Bakanlığı Yayınları, s.125, 1990
[26] Fragman: Bir filmin/dizinin tanıtımını yapmak amacıyla oluşturulmuş kısa film. Genellikle tanıtılacak filmin ilgi çekici kısımlarından montaj yoluyla oluşturulmuş birkaç dakikalık film.
[27] Bakara,163.
[28] M. İbn Arabi, Fütuhat IV/160-161-kiziroglu.wordpress.com
[29] Tenâkuz: Tutarsızlık, birbiriyle ters düşme, çelişki.
[30] Muhyiddin İbnu’l-Arabi, Hazırlayan: İlhan Kutluer, Şerheden: İsmail Ankaravi, Ribat Yayınları, Nakş el-Füsus Şerhi, s. 12-14-15, 1981.