Döndüğümden beri pek çok akademisyenden ‘Emekli olup gitmeyi bekliyoruz’ sözlerini duyuyorum. İnanmıyor değilim ama mutsuzluğunuzun sebebinin mağdur olmayı tercih etmeniz olduğunu hatırlatmak isterim…
Barış Bildirisi imzacısı olarak, 6 Ocak 2017’de üniversiteden ihraç edildikten 6 yıl sonra, mahkeme kararı ile üniversiteye iade edilişimin üstünden bir buçuk yıl geçti. Üç dönemdir derslere giriyor ve bölüm başkanlığı yapıyorum. Geri döndüğümden beri ihraçlarımızın, içeriğini iktidarın, bütünüyle kendi sanrı ve korkularıyla belirlediği milli ve yerli üniversite pathosuyla ilişkisini gayet sarih olarak görme fırsatım oldu. Barış akademisyenlerinin ihraçları, üniversiteleri hiçbir mukavemetle karşılaşmaksızın merkezden yönetmenin, ıssızlaştırıp kimsesizleştirmenin önemli ve büyük bir adımıydı.
Dava açma hakkımızı gasp etmek üzere oluşturulan OHAL Komisyonu oyalamalarıyla geçen 5 yıllık süre içinde KHK’lerle düzenlenen yeni yönetmeliklerle üniversiteler iktidarın istediği kıvama getirildi. Artık devletin kırmızı çizgilerini kendi milli ve yerli akademik değerleri olarak benimsemiş, Cumhurbaşkanlığı stratejik planlarının uygulama merkezleri olma onuruna erişmiş üniversitelerimiz var çok şükür! “En tepeden atandım, gitmem de gitmem” diye ayak direyen kayyumlar; piyasalaşmanın kitabını yazan rektörler; materyalizmin çöktüğünden, yaratılışın bilimsel olarak kanıtlandığından bahisle “bilimler ve disiplinler arası araştırmalar ışığında, bütüncül bir bilim bakışıyla Allah’ın isim ve sıfatlarını açıklamanın gerçekçi yol” olduğunu savunmak üzere düzenlenen sempozyumlar; üniversite öğrencilerine yönelik umre ödüllü yarışmalar; gâh 150-200 kişi katılımlı, son başvuru tarihi ile sempozyum tarihi arasında bir hafta bile zaman bırakmamasına rağmen yine de hakemli uluslararası sempozyum düzenleyen, gâh tamamı Türkçe dergi ve kitapları uluslararası yayın olarak kabul ettirme hünerine (!) sahip bol kazançlı yayın çeteleri; hukuk da neymiş uygulamaları; kimisi muktedirler tarafından görülmeyi (işbirliğini), çoğu kendi iç sesini bile duymamayı erdem bilmiş akademikler; nepotizm; anti entelektüalizm; sığ popülizm; daha neler neler… Aman bir huzurlu, bir güvenlikli üniversiteler ki sormayın! Bir de Boğaziçi Üniversitesi gibi kıvam almamakta inatçı/kararlı davrananlar olmasa ortalık sütliman olacakmış! Kötü bir şaka gibi ama ne yazık ki gerçek!
Altı yıl üniversite dışında kalmış bir akademisyen olarak bu grotesk tiyatro sahnesiyle ilgili bir duygu durumumu paylaşmak istiyorum. Tam olarak bu kadar teslim alınmamıştı ama 8 yıl öncesinde de üniversitelerin özerklik ve özgürlük bakımından durumu iyi değildi. O zaman da özerklik ve akademik özgürlük talebimiz vardı. Ama o zamanlar hukuksuzluklar, rencide edici, üniversiteyi üniversite yapan değerleri hiçe sayan uygulamalar karşısında akademisyenler olarak, ortak akılla ortak bir tutum alabiliyorduk. Oysa şimdi, üniversitelerde bağımsız görüş geliştirip, bağımsız tutum alabilen bir akademik topluluktan bahsetmek ne mümkün!
Diyalogla genişlemiş bir zihnin nasıl bir zenginlik olduğunu (hem ihraç öncesinde bölümümüzde/koridorumuzda/fakültemizde; hem de ihraç sonrasında TİHV Akademi’de) deneyimledikten sonra, şimdi, böyle atomize olmuş, kendi akademik sığınaklarına kapanmış, yönetimin kendilerinden/bölümlerinden istediklerini ses bile çıkarmadan kaderleriymiş gibi kabullenmiş insanlarla özerklik, akademik özgürlük gibi üniversitenin olmazsa olmazları üzerine konuşarak birlikte bir tutum geliştirmek ne mümkün! Bunu zaten dert etmeyenler, daha açık deyişle işgal ettikleri kadroların araştırma, sorgulama, eleştirme, müzakere etme, tartışma vb. akademik vasıflarından hızla vazgeçmiş olanlar, ziyadesiyle yükselmiş, taltif edilmiş bir durumda mikro iktidarlarının yarattığı baş dönmesiyle “pseudo-muktedirler” olarak dolaşıyorlar ortalıkta… Pseudo, çünkü devam etmesi için kendilerini adadıkları, politik iktidara kırmızı çelik halatlarla bağlanmış bu üniversite sisteminin, kendilerine hiçbir tözsel varoluş fırsatı vermeyeceğini bilmiyorlar. Onlar ilineksel varlıklarından son derece hoşnut bir şekilde küçük iktidar turlarını atmakla meşguller…
Ama gerçekte özerklik ve özgürlük derdi olan akademiklerin sessizliği, işte bu içimi acıtıyor! Döndüğümden beri tanık olduğum şey, yerinde ve kararlı itirazlar değil, arkadan yapılan dedikodular… Evet, üniversitelerin hemen hepsinde daima son anda haberdar edildiğiniz, önünüze gelene kadar hiçbir aşamasında yer almadığınız ve ne kadar itiraz ederseniz edin nihayetinde uygulamak zorunda bırakıldığınız (her bölüm uygulamak zorunda olunca buna ortak karar ve hatta demokrasi diyorlar) kararlar söz konusu… Ama bu kararları fakülte/bölüm kurullarında tartışmak yerine dışarıda, güvenilir (!) kişilere şikayet etmek ya da kararların dedikodusunu yapmak; işte bu liberal sinizm, üniversitenin geleceğine dair hiç umut vermiyor…
Karanlık zamanlarda kendini korumanın önemini bilirim. Ama kendini korumak, kendi ilkelerini, değerlerini yok saymak anlamına geldiğinde korunan “kendiniz” değil sadece sizi sahip olduğunuz kimliklerden, niteliklerden soyarak çıplak biyolojik varlığınızla baş başa bırakan karanlıktır –ki karanlık yoğunlaştıkça çıplaklık da görünmez olur… Boğaziçi direnişi bu karanlığın iradeyle/kararlılıkla nasıl delinebileceğini gösterdi hepimize… Oradan sızan ışık akademinin çıplaklığını da yüzümüze vurmuyor mu? Zaten muktedirlerle iş tutanlar, kralın görünmez giysilerinin meddahları olduklarından onlar hallerinden memnun. Hiçbir mahcubiyet duymuyorlar. Ama akademide gerçekleştirilen tahribatı, yıkımı görüp, bilip, eleştirel aklını evde ya da koridorlarda kullanan akademikler, sizler eğer sadece meslek etiğine sahip çıkabilseydiniz bile 6 yıl gibi kısa bir sürede üniversiteler bu kadar hızla, bu kadar gürültüsüzce üniversite olmaktan çıkmazdı. Sorumlusunuz!
Elbette korku çok insani bir duygudur… Kim korkmaz ki işini, itibarını, hayatını kaybetmekten. Neden akademik değerleri kendi akademik kimliklerinizin bir parçası saymadınız bilmiyorum ama değerlerinizi kaybetmekten korkmadınız. Üniversiteler bu anti-entelektüalist, hukuksuz, liyakatsiz uygulamaları, sizler oradayken hiçbir mukavemetle ile karşılaşmaksızın nasıl bu kadar sessiz ve kolay bir şekilde gerçekleştirebildi? Sadece sesinizi çıkarmak, akademik değerlerin arkasında durmak karanlığı bir nebze geriletir, nefes baloncukları yaratırdı. Şimdi nefes almanın mümkün olmadığı bir kabusun içinde memur-düşünürler olarak günü kurtarmak yerine hala kendinizi ait hissettiğiniz bir üniversitenin bağımsız düşünürleri olarak yarını kurmayı mümkün kılan adımlar atabilirdiniz. Sinik bir akıl yerine eleştirel aklınızı kullanabilir, bir zamanlar varlığına tanıklık ettiğiniz ve parçası olduğunuz ortak akla hayat vermeye devam edebilir, ortak tutumlar geliştirebilirdiniz. Yapmamayı tercih ettiniz, sorumlusunuz!
Sözünü ettiğim bir-iki kişinin ses çıkarması değil. Ortak ve güçlü bir ses çıkartmak. Bizler ihraç edilmeden önce, hep birlikte çıkarttığımız ses gibi. Döndüğümden beri pek çok akademisyenden “biz de çok mutsuzuz, emekli olup gitmeyi bekliyoruz” sözlerini duyuyorum. İnanmıyor değilim ama mutsuzluğunuzun sebebinin mağdur olmayı tercih etmeniz olduğunu hatırlatmak isterim… Artık üniversitelerin çoğunda bağımsız bir akademik topluluktan bahsetmenin mümkün olmaması; seçilmiş cehaletin/bilmezden gelmenin/özgürlüğü özel alanda arayan sinik aklın üniversitelerin yalın hali durumuna gelmesi, sadece hazin değil aynı zamanda toplumu ve geleceği de tehdit eden bir gerçeklik.
İşte bu yüzden döndüğüm günden beri bütün sözcüklerim eksik… Hep bir şey söylemem ya da yapmam gerekiyormuş ama ben ne olduğunu unutmuşum hissiyle yaşıyor, bununla baş etmeye çalışıyorum. Kendimi ne içerde ne dışarıda, tam olarak arafta hissediyorum. Hiçbir şey, hiç kimse, hiçbir yer, hiçbir ilişki aynı olmayacaktı, biliyordum. Bir yandan öğrencilerle bir araya gelmenin beni ne kadar ihya ettiğinin farkındayım. O kadar zeki, o kadar meraklı ve o kadar hevesliler ki! Ama öte yandan bir kâbusun içine düşmüş gibiyim ve bu kâbusun asıl mağdurları yine öğrenciler…
Ama yine de umutsuz olmamak için nedenlerim var.
Umudumun nedenlerinden biri, iade edildikten sonra, bütün bildiklerimi, Z kuşağı olarak damgalanan, geleceklerinden kaygılı ve her şeyi ama kısa kısa merak eden o genç insanlarla birbirimizin hayat filtresinden geçerek uzun uzun yeniden birlikte öğrenmekti. Evet, umut kısmen oradaydı.
Umudumun bir diğer nedeni, tek tük de olsa üniversitelerde hala akademik değerlere sahip çıkan birilerinin olmasıydı. Evet, çoğu üniversiteden ortak bir ses çıkmıyordu ama hiciv yoluyla, toplumla birlikte üniversitelerin de üstüne çöken resmî karanlığın maskesini düşüren, ardındaki çıkarlar, şiddet ve iktidar hırslarıyla birlikte deşifre edilmesini sağlayan akademisyenler hala vardı. Birlikte hicvetmek, kısmen birlikte umudu dokumaktı.
4. yılını tamamlayan Boğaziçi direnişi başlı başına umut kaynağı zaten. Talepleri son derece akademik ve insanca: Öğrencileri, mezunları ve tüm toplum için “insan haklarına, bilimsel düşünceye saygılı, demokratik, özgür, özerk bir üniversite ortamı kurulana kadar” direnmekten vaz geçmeyeceklerini beyan ettiler 5. yıla girerken. “Bir üniversite nasıl olur, hukuksuzluğa, baskıya karşı bağımsız bir akademisyen duruşu nasıl olmalıdır”; akademik bir topluluk olarak öğretiyorlar.
Beni umutlandıran en güçlü kaynak ise barış akademisyenlerinin varlığı. İtiraf etmem gerekir ki iade edildikten sonraki süreçte beni en çok yaralayan, ihraç edilen barış akademisyenlerinin arasına iadeler vasıtasıyla çekilen perdelerdi. İadelerle birlikte, aramızda konuşulamayan, paylaşılamayan sınır-konular olmaya başladı. İade edilen bir ihraç olarak, onları üzecek, gereksiz yere meşgul edecek, artık ilgilerini çekmeyen üniversitenin hallerini konuşmaktan imtina ettim. İade edilmeyen ihraçlar olarak onlar da beni üzeceklerini düşünerek bu sınır-konularda konuşmaktan imtina ettiler. Ama birbirimizi hep anladık ve destekledik. Aynı kolektif hayallere ve aynı kaygılara sahiptik. Üniversiteye dair hala umudumu koruyorsam, bunun en güçlü nedeni E. Bloch’un dediği gibi, geçmişte sıkışıp kalmış ütopik artıkların, işte bu, uğradıkları haksızlık halen devam eden ihraç akademisyen dostlarımın (cümlesini kastediyorum) üniversite dışında oluşturdukları düşünen, araştıran, müzakere eden, eleştiren, sorgulayan, akademik değerlere sahip çıkan akademik topluluk sayesinde üniversitelerde yeniden hayat bulacağına dair inancımdır. Onlarsız üniversiteler o kadar ıssız ki, ürperiyorum!