Şükrü Aslan
23 Nisan ‘Ulusal egemenlik ve çocuk bayramı’na konu olan TBMM’nin açılışında, dinsel referanslar oldukça baskındı. Zira ulusallığın, İslamiyet üzerinden tanımlandığı ve dolayısıyla dahili alanın buna göre düzenlendiği bir dönemdi. Yanı sıra pek çok ülkeden Müslüman göçmenlerin akınına uğrayan ülkede bazı devletlerle yapılan anlaşmalarda da, Müslümanlık vurgusu özel bir yer almıştı. Özetle dahili ve harici tüm politikalar Müslümanlığı esas alan bu düşünsel iklim üzerinden kurulmuştu.
1920 yılı ilk aylarında Kurucu Meclis için çalışmalar yapan Mustafa Kemal, Meclis’i oluşturacak vekillerin niteliklerini sıralarken ‘dini ve milli selahet sahibi olmaları’ gerektiğini ifade etmiş ve Müslüman olmayanların seçime iştirak ettirilmeyeceklerini belirtmişti. Sonradan Kurucu Meclis yerine Millet Meclisi oluştuğunda da, “Biz ittifakı cumhura her kuvvetten ziyade, selahiyet bahşeden İslamiyet esaslarını dikkate alarak Meclis-i Alinizi bütün millet işlerine doğrudan doğruya vazıüliyet tanımak taraftarıyız” diyerek Müslüman kimliğin altını yeniden çizmişti.
∗∗∗
Nihayet “Allah’ın yardımıyla 23 Nisan Cuma günü, Cuma namazından sonra TBMM açılacaktır” denilen duyuruda da dini söylem tercih edilmişti. Açılış günü Cuma namazı kılındıktan sonra ‘uğur getirmesi için’, Hatm-i Şerif’in son bölümü okutulmuş ve Meclis’te konuşma kürsüsünün üzerine, Şura Suresi’nin 38. ayetinin yazılı olduğu bir levha konulmuştu. Yine bu politik iklim çerçevesinde, M. Kemal Meclis’te yaptığı konuşmada “Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiyedir” diyerek Müslümanlığın altını çizmişti. Buna uygun, din adamları yüzde 17 ile ilk TBMM’de önemli bir ağırlık oluşturmuşlardı.
Mustafa Kemal, Osmanlı’da olduğu gibi ulusu birleştiren temel unsurun, dilden çok din olduğunu başka konuşmalarda da vurgulamıştı. Mesela Meclis’in 14 Ağustos 1920 tarihli oturumunda: “Vakıa bize milliyetçi derler. Fakat biz öyle bir milliyetçiyiz ki bizimle işbirliği yapan bütün milletlere hürmet, riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde hotbinane ve mağrurane bir milliyetçilik değildir. Ve bahusus, biz İslam olduğumuz için, İslamiyet nokta-i nazarından, bizim ümmetçiliğimiz vardır ki; milliyetçiliğin çizmiş olduğu dar daireyi, na mütenahi bir sahaya nakleder” şeklinde ifadeler kullanmıştı. 1922 yılı, 6 Aralık günü Hakimiyeti Milliye, Yenigün ve Öğüt muhabirlerine verdiği demeçte de “Tanrı’nın izniyle milletimizin bağımsız ve hür yaşamıyla medeni milletler arasında yerini alması gecikmeyecektir” demiş ve ‘milletin her sınıf halkından ve İslam dünyasının en uzak köşelerinden bile kendisine teveccühün geldiğini’ vurgulamıştı.
∗∗∗
Cumhuriyet’in kuruluş sürecinin ideolojik yapısını hazırlayanlardan biri olan Ziya Gökalp’in “Ulus, ortak eğitim, ahlak, sosyalleşme ve estetiğe oturtulmuş, hep birlikte paylaşılan bir hars tarafından birleştirilmiş bireyler topluluğudur” tanımı da bu politik iklimle ilgiliydi. Gökalp’in yazılarındaki “hars” özellikle Müslüman kimliğine yapılan bir vurguydu.
Genel olarak bu dönem politikalarının pragmatik özellikler gösterdiği söylenebilir. Kozmopolit toplumsal yapıda denge oluşturabilmek ve uzun vadeli toplumsal destek sağlamak için Müslüman kimliği temel bir tercihti. 23 Nisan 1920’de ilk Meclis’in İslami söylem ve usullerle açılışına bu politik tercih damgasını vurmuştu.
Ancak ilerleyen yıllarda ulus tanımındaki Müslümanlık vurgusu yerini etnik kökene ve onun üzerinden yükselen dil birliğine bırakacaktı. Bu yeni dönemde milliyetçilik algısı, “Bir ırk yok olmak, yabancı ulus ve imparatorlukların etkisi altında kalmak istemiyorsa tek bir yolu vardır: dil’ini yaratmak” diyen Alman düşünür Fichte’nin izlerini taşıyordu. İlgili literatürde ‘ulus’ olmanın birinci koşulu, kendi dilini (lisanını) kurmaktı. Cumhuriyet’in ilanıyla Müslümanlığın giderek out, Türklüğün de in olması, temelde bu yeni tercihle ilgiliydi. Ne var ki bu da, her alanda etkileri hâlâ devam eden bambaşka ve ağır toplumsal maliyetler anlamına geliyordu.