Paris-Ankara ilişkilerinden söz açıldı mı, hemen ‘’Kanuni ile Kral Birinci François arasındaki dostane münasebetler’’ (1536) sohbeti devreye girer. Osmanlı devrinde, gerileme ve çöküş öncesinde, iki büyük İmparatorluk arasında tatlı-ekşi ilişkiler yaşanmış. Her iki tarafın sefirlerinin ‘’relation’’larından (Sefaretname ve diğer diplomatik evraklar) ve Osmanlı topraklarını gezen Fransız seyyahların kitaplarından bu dönemlere ilişkin hoş anekdotlar hatırlayanlar vardır. Üstelik 2. Dünya savaşının sonrasına kadar Lingua Franca (Evrensel dil) Fransızca olduğu için Fransız dili ve kültürü, hem Osmanlı’nın gayri müslim tebaasında hem de Saray’da geçerli bir dildi. Bu nedenle Fransız dili, edebiyatı, kültürü Osmanlı münevverleri arasında yaygındı.

Mustafa Kemal’in, ki kendisi de Fransızca bilir, okur ve konuşurdu, Tevfik Fikret kadar Fransız Aydınlanmacılarından esinlenmiş olduğunu biliyoruz. Robespierre’in başucu kitaplarından birinin yazarı olduğu söylenir. Ayrıca kimi zaman milliyetçi tonlar taşıyan jakobenizm de (Tepeden inmecilik) Atatürk’ün karakterine uygun bir ideoloji. Cumhuriyet’in kurucusunun Fransa’dan en çok laikliği benimsediğini söylemek mümkün. Çok sonraları Anayasa’larına laiklik ilkesini açık seçik yazan, dünyadaki iki ülkeden birinin Fransa diğerinin Türkiye olması tesadüf olmasa gerek.

Ben de önce evde sonra Galatasaray Lisesinde, Fransız özellikle laiklik kültürü içinde büyüdüm. Ne var ki, genç yaşımda, siyasi kültürümün nispeten fakir olduğu bir dönemde, Lübnan’da bir Filistin gerilla kampında başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissettiğim geceyi unutamam. Küçük bir ateşin karşısına kurulmuşuz, FKÖ’nün orta düzey bir yöneticisi ile sabaha kadar muhabbet etmiştik, daha doğrusu kavgaya yaklaşan bir tartışma yaşamıştık. Iraklı gerilla komutanı, bana uzun uzun, üstelik somut örnekler vererek, Büyük Fransız İhtilalinin, yani 1789’un aslında Batı’nın Doğu üzerinde egemenlik kurmak için yapıldığını, laikliğin, toplumu bölüp parçaladığını, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Batı’nın Doğu’ya sadece olası bir sömürge gözüyle baktığını söylemişti. İslamiyetin bizim, yani Doğu toplumlarının temel çimentosu ve nihai ve tek inancı olduğu konusunda uzun bir nutuk dinlemek zorunda kalmıştım. Edward Said’in ‘’Oryantalizm’’ kitabı (1978) henüz yayınlanmamıştı. Ama zaten bizim gerillanın anlattığı esas olarak Oryantalizme karşı bağımsızlıkçı, özgürlükçü bir fikriyat değildi. Tam aksine, hacıların hocaların, tekke ve zaviyeler ile Kur’an Kurslarının egemen olduğu feodal bir çağın övgüsünü yapıyordu bana. Esas çatışma da zaten, bizim dindar gerilla Mustafa Kemal Atatürk’ü karalamaya başladığında çıkmıştı. Ben pek Kemalist olmadım ama Atatürk’e yönelik gerici, dinci eleştiri ve kınamalara da hiç yüz vermedim. Neyse…

Bugün Ankara’daki egemenlerin Fransız düşmanlığı aslında yeni değil. ASALA’nın Türk diplomatlarına yönelik suikastler düzenlediği dönemde, yüce devletimiz önlem olarak tümünü tekeli altında bulundurduğu radyolardan Charles Aznavour’u yasaklamıştı. Dahiyane bir buluş! Oysa ki, haberleri bile yok, Aznavour, Soykırım törenlerine katılmayı red edip, Ermeni silahlı eylemlerini desteklemediği için hem Erivan hem de diasporanın gözünde pek matah bir Ermeni sayılmazdı. Şanını şöhretini, sanatını dünya çapında kanıtlamış olan Aznavour’u yasaklayarak terörizme karşı mücadele etme fikri Ankara’nın cibiliyetsizliğini kanıtlayan ancak komik bir girişim.

Şimdilerde horoz dövüşüne benzemeye başlayan, kah ateşlenen kah sakinleşen bir Erdoğan-Macron kapışmasına tanıklık ediyoruz. Sorun, kuşkusuz kişisel değil. Çünkü zaten iki şahsiyet farklı liglerin aktörleri. Paris’in Lübnan’dan Fas’a kadar uzanan Doğu Akdeniz’de, eski sömürgeci hayallerini yaşatmaya çalışmasının yanısıra, içeride iktidar partisinin, Erdoğan kadar olmasa da, zor günler geçirdiği herkesin malumu.

Geçenlerde Le Monde’da çıkan haberin başlığı ‘’ Türkiye’deki Fransız okullarına karşı medyatik saldırı ’’

İdi.

Türk egemenlerindeki Fransız antipatisi aslında Aydınlanma, 1789 ve laiklik antipatisi. Jakobenizm de feodal devrin sonunu getiren yaklaşım olduğu için toprak ağalarını ve onların günümüzdeki torunlarını çok rahatsız eder.

Derin ve zengin Fransız kültür dünyası, edebiyatı, felsefesi ile Voltaire, Rousseau, Descartes’larıyla feodallerin ve muhafazakarların benimseyebileceği bir evren değil. Bireyci/bireyselci, şarapçı, gününü gün etmeye bayılan, mizah meraklısı, özgürlükçü, ha bire neredeyse her şeye itiraz eden klasik Fransız ruhu da, uyuşuk, tembel, buradayken öbür dünyaya çalıştığını sananlar için hiç cazip değil. Hatta günahların en büyüğü…

Gerçi, Fransa ya da Fransız dediğimiz, tek parçalı, milli ve yerli bir zihniyet değil. 1789’un, 1830, 1848 ve 1871 (Heeeyt!) Devrimlerinin anavatanı artı 1968’in ilk fişeği. Bilançoyu nesnel okursak, Fransa, sadece yakın zamandan bir kaç örnekle, Vietnam’ın ilk katili, Afrika’nın eli kanlı sömürgecisi, Cezayir ve Ruanda’nın bir numaralı suçlusu. Kuşkusuz burada mutlaka ve her seferinde devlet ile yurttaşlar arasında kesin bir ayrım yapmak şart. Paris Komünü’nü devlet yapmadığı gibi, Ruanda Soykırımını da elinde baget ekmeği, başında Bask beresiyle Paul ya da Serge yapmadı.

Fransızlar hakkında başta İngilizler ve Amerikalılar olmak üzere ve tabi ki eski sömürge halkları, herhalde haklı olarak, çeşitli olumsuz sıfatlar uydurmuş ya da yaratmıştır. Ama ben bizdeki ‘’Fransız kalmak’’ iğnelemesine başka bir dilde ya da ulusta rastlamadım. Bu da dışlayıcılığın, nefretin bir ifadesi olsa gerek.

Despotların seyahatlerine, eşlerine ve çocuklarına da bakın: Paris’e şık dükkanlara alış-verişe giderler ya da damak tadı olanlar Michelin yıldızlı lokantalara. Ama müstebitler çocuklarını okumaya, daha çok Amerika’ya gönderir, Fransa’ya değil. Allah Korusun çocuk komoniz anarşitfilan olur.

Türk ya da tüm Doğulu despotların Fransız aydınlanmacı değerlerinden neden nefret ettiğini, din-siyaset ilişkilerini irdeleyen bir Fransız akademisyen, Dr. Anastasia Colosimo’nun, Türkçesi geçenlerde 1+1 Forum’da yayınlanan ‘’Şu Blasfem Meselesi’’ başlığıyla çıkan söyleşisinden birkaç alıntıyla göstermek çok kolay:

‘’Tarihte ve gelenekçi toplumlarda siyasi meşruiyet manevi ya da ilahi bir otorite üzerine kurulurdu. Fransa’da Ancien Régime döneminde, monarşi “ilahi hukuk” temelinde tanımlanmıştı. Buradan yola çıkarsak, tanrıya hakaret edilirse, bu aynızamanda prense hakaret anlamına geliyor. Blasfem mahkûm edildiğinde, bu mahkûmiyet tanrı adına değil, bu gerçeğe inanan insanlar adına verilen bir hüküm.’’

(…)

‘’Bazıları, içinde yaşadığımız çağı “dinselin geri dönüş çağı” olarak niteliyor. Ve bunun da 1979’da, İran’da İslâm Devrimi’yle başladığını savunuyor. Blasfem konusunda ise kilit tarih 1989, Ayetullah Humeyni’nin Salman Rüşdi’ye yönelik yayınladığıidam fetvasının tarihi. Bu fetva ile bütün Batı dünyası potansiyel olarak dinsiz/günahkâr hale gelirken, her Müslüman da potansiyel birer cellat olarak algılanmaya başladı.’’

(…)

‘’Bu kavram, yani blasfem aslında İslâm dünyasından geldi. Ayrıca, bugün sadece Müslüman ülkelerde blasfem’e ölüm cezası veriliyor. Bu ülkelerde, özgürlükler henüz çok kısıtlı, azınlıklarla ilişkiler de çok sorunlu. Blasfem burada bir kez daha karşımıza siyasi bir araçolarak çıkıyor: Blasfem sayesinde iktidarlara rahatsızlık veren dini azınlıklar baskı altına alınıyor.’’

(…)

‘’Fransa, 1791’deki Chapelier Yasası’yla lonca ve benzeri yapıları ilga ederek cemaat ya da cemaatlere değil, bireye değer vermiştir.’’

(…)

‘’Devlet hiçbir zaman bir cemaatle, cemaatlerle temasa geçmez, onlarla muhatap olmaz. Devlet yurttaşlarla ilişkidedir ve bu ilişkisinde yurttaşların sosyal, etnik ya da dini niteliklerini göz önünde bulundurmaz. Yasanın dogmaları ya da sembolleri korumak diye bir görevi yoktur, yasa bireyleri korur.’’

(…)

‘’Blasfem ancak ilahi bir gerçek üzerine kurulu toplumlarda tehlike yaratabilir. Demokrasiler ise uzunca bir süredir bu kategoriye girmiyor.’’

(…)

‘’Modernite galiba iktidarı kutsallıktan tam olarak arındıramadı, iktidarı din olmadan tasarlayamadı, tanrı ile ilişkisini bitiremedi, oysa ki ilişkide olduğu tanrı ölmüştü. Bizim dilimizde hâlâ kutsallığın belirli bir ağırlığı var. Dili değiştirmeden paradigmayı değiştirmek zordur. Bu konuda derin bir felsefi çalışma yapılmalı ve “söylemek yapmak mıdır?’’ sorusu yanıtlanmalı. Bütün toplumların kutsal bölgeleri olduğu farz edilir ve sözün de bu bölgeye zarar verebileceği düşünülür. İşte bu nedenle de bazı sözler yasaklanır.’’

(…)

‘’Grup, cemaat mantığı, yurttaşların olgunluğunu teşvik etmez, geliştirmez. Her bir grubun, her bir cemaatin kendisini her saldırıya uğradığını hissettiğinde mahkemeye gittiği bir toplum pek yaşanası bir toplum değildir.’’

(…)

‘’Fransız tipi laiklik çoğu zaman saldırıya uğrar, çünkü pek iyi anlaşılmamış, kavranmamıştır. Halbuki, bu sistem mutlak özgürlüğü öngörür ve sizi sürekli olarak dini ya da başka alanlara ait olan mensubiyetinize gönderen sistemlerden daha hürriyetçidir.’’.

Alors? (Eee n’oldu?)