Acı, hayatın kaçınılmaz bir eşlikçisidir. Onunla yüzleşmekten kaçmak, insanın kendi varoluşunu inkâr etmesi gibidir. Acıdan uzak durmak, insanı güvende hissettirebilir; ama bu güven, sahici değildir. Çünkü acı, yalnızca yaralayan değil, aynı zamanda inşa eden bir güçtür. İnsanı insan yapan, onu derinleştiren, kişiliğini şekillendiren en temel deneyimlerden biri acıdır. O hâlde sormak gerekir: Acıyla ilişkimizi nasıl kuruyoruz? Onu bastırarak mı yaşıyoruz yoksa dönüştürerek mi? Kaçıyor muyuz, yüzleşiyor muyuz? Kendimizi mi uyuşturuyoruz, yoksa kendimizi mi inşa ediyoruz?
İnsan, acıyı anlamlandırabildiği ölçüde olgunlaşır. Anlam, yalnızca entelektüel bir kavrayış değil; varlığın bütününü kuşatan bir yönelimdir. Acı da, bu yönelimin yakıtıdır çoğu zaman. İnsan, eğer yaşadığı acıları sadece bir “musibet” ya da “talihsizlik” olarak görüyorsa, orada bir donma, bir tıkanma yaşar. Ama eğer bu acılar, bir iç yolculuğun, bir dönüşümün, bir ahlaki derinleşmenin vesilesi hâline geliyorsa, orada bir olgunlaşma vardır. Acı, bu anlamda bir öğretmendir; insanın içindeki hakikati uyandıran, onu daha sahici ve daha derin kılan bir imkândır.
Ne var ki günümüz toplumları, acıyla sağlıklı bir ilişki kurmakta zorlanıyor. Modern insan, acıya tahammülsüz. Her şeyin hızlı, kolay ve konforlu olması arzusu, acıyı hayatın dışına itmeye çalışıyor. Bu, yalnızca bireysel bir sorun değil, aynı zamanda toplumsal bir travmadır. Acıdan kaçan bireyler, başkalarının acılarına da kayıtsız kalıyor. Acıyla yüzleşemeyen bir toplum, kendi vicdanıyla da bağını kaybediyor. Bu kopuş, yalnızca duyarsızlık değil; aynı zamanda insanlığın ruhsal intiharıdır.
Dünyada milyonlarca insan açlık çekiyor, savaşın ortasında yaşıyor, işkenceye maruz kalıyor, kadınlar öldürülüyor, çocuklar istismar ediliyor, doğa katlediliyor. Ama tüm bu acılar, ekranlardan birer “görüntü” olarak akıp geçiyor sadece. Toplum, bir seyirciye dönüşmüş durumda. Seyrediyor ama hissetmiyor. Görüyor ama duymuyor. Oysa gerçek bir insanlık, başkasının acısına da duyarlılıkla yaklaşabilmeyi gerektirir. Acıyı yalnızca bireysel bir mesele olarak değil, ortak bir kader ve sorumluluk olarak görmeyi zorunlu kılar.
Bu noktada acının üç temel boyutundan bahsedebiliriz: bireysel terbiye, toplumsal empati ve varoluşsal anlam.
Bireysel Terbiye: Acı, insanı sınırlarıyla yüzleştirir. Kırılganlığını, zayıflığını, ölümlülüğünü hatırlatır. Fakat bu yüzleşme, aynı zamanda bir inşa sürecidir. Acı, kibri törpüler, öfkeyi soğutur, sabrı öğretir. Büyük yazarları, sanatçıları, düşünürleri doğuran da çoğu zaman acının ta kendisidir. Sanatın, edebiyatın, müziğin rahmi acıdır; çünkü acı, iç dünyayı açar ve insanın en derin katmanlarına ulaşmasını sağlar.
Toplumsal Empati: Acı, yalnızca bireyin değil, toplumun da aynasıdır. Toplumun acıya verdiği tepki, onun ahlaki gelişmişliğinin göstergesidir. Başkalarının acılarına duyarsızlaşan bir toplum, kendi vicdanını yitirmiştir. Dayanışma, merhamet, sorumluluk gibi temel değerler, acıyla kurulan empati sayesinde gelişir. Toplumların sağlıklı olması için yalnızca ekonomi, teknoloji ya da siyaset değil; ahlaki duyarlılık da gerekir. Acıyı bastıran değil, dönüştüren bir toplumsal bilinç şarttır.
Varoluşsal Anlam: Acı, insana “neden yaşıyorum?” sorusunu sordurur. Sıradan hayatın rutini içinde çoğu zaman göz ardı edilen bu soru, acı anlarında en derin şekilde yüzeye çıkar. İnsan, acı yoluyla kendi hakikatini keşfeder. Tüm büyük dinî, felsefî ve mistik geleneklerde acı, bir tür arınma, bir tür yükselme vesilesidir. Acıdan kaçmak değil; onu anlamak ve dönüştürmek önemlidir. Çünkü acı, bir yokluk değil, varlığın başka bir biçimidir.
Bugün gelinen noktada toplumların acı karşısında gösterdiği duyarsızlık, büyük bir ruhsal çöküşün işaretidir. Medya, siyasî ajandalar, ekonomik çıkarlar, bireysel hazlar… Tüm bunlar, acının üstünü örtmeye çalışıyor. Ama acının üstünü örtmek, onu yok etmez. Bilakis bastırılan her acı, başka biçimlerde geri döner: depresyon, şiddet, yabancılaşma, ahlaki çöküntü… Toplumlar, acılarını bastırdıkları ölçüde hasta olurlar.
Bu yüzden her birey, önce kendi acısıyla yüzleşmeyi, sonra başkalarının acısına empatiyle yaklaşmayı öğrenmelidir. Çünkü bu, yalnızca bir erdem değil, bir insanlık vazifesidir. Acılar paylaştıkça azalır, anlam buldukça iyileşir. Ve bir toplum, başkalarının acılarını sahiplenebildiği ölçüde medenidir.
Sonuç olarak; acıyı bastırmak değil, anlamak gerekir. Acıdan kaçmak değil, onu dönüştürmek gerekir. Acının bizi dönüştürmesine, terbiye etmesine, olgunlaştırmasına izin vermek gerekir. Acı, hayatı tüm çıplaklığıyla hissetmenin en sahici yoludur. Acıdan kaçan, hayattan da kaçar. Ama acının içinden geçen, gerçek bir yaşama doğar. Ve ancak bu doğuşla birlikte insan, hem kendisini hem de toplumu aydınlatabilir. Çünkü insanın insanlaşması, acıya verdiği cevapla başlar.