Çok uzun yıllar önce, 2000’lerin ortasıydı sanırım, henüz dindarların iktidarında üniversiteden atılmamışken, Mülkiye’de sıradan sayılabilecek bir öğrenci geriliminin (önce sözle, bir afişle başlayıp!) ortasında kalmıştık. İsim vermek gereksiz, kavga bu kez iki sol grup arasındaydı. Yaşça ve kıdemce benden büyük bir öğretim üyesinin odasına davet ettik tarafları, toplantının sonlarına doğru, bir öğretim üyesi daha katıldı. Hepsi öğrencimiz. Derdimiz, öncelikle oranın bir üniversite olduğunu, farklı görüşlerin birbirine tahammül göstermesi gerektiğini, şiddet bir kez başladığında ve hele ki polis kuruma girdiğinde artık herhangi bir konuda söz söylemenin imkânsız olacağını anlatabilmekti. Hepsi efendi insan, dinliyor, karşılık veriyor, birbirleriyle de konuşuyorlar vs. Onca saatin sonunda şiddetli bir baş ağrısıyla ayrıldım odadan. Akşam üzeri meslektaşım aradı ve sinirden yerinde duramadığını, hiç olmazsa bir afiş hazırlamanın iyi olacağını söyledi. Ertesi gün güzel bir metin yazmıştı. Büyükçe bastırdık, kapılarımıza astık, uzun süre kaldı. Üniversitenin nasıl bir yer olduğunu anlatıyordu.
Yıllar boyu çok patırtı yaşandı tabii, normaldir, sonu şiddete varmadığı sürece üniversitede ve tabii, Mülkiye’de sert tartışmalar olağan durumdur. Ancak bazen şiddet de olurdu, genellikle ‘dışarıdan’ katkıyla, ortalık karışırdı. Özellikle 2015 Haziran seçimlerinden, atıldığımız güne dek kampüs şiddeti ve polis müdahalesi sona ermedi. Elbette son derece planlı programlı işlerdi, ‘dışarı katkısı’ gözle görülebilir düzeydeydi, kavga edenlerin ve saldıranların kaçı öğrenciydi (tanımadığımız ve bizi tanımayan çok saldırganla karşılaşıyorduk), kaçı ‘uygun iklim’ için görevliydi, her şey birbirine karışmıştı. Malum organize suç örgütü lideri dedi ya, korku iklimi yaratmakla görevliydim, diye; işte o şanlı çabanın bizim payımıza düşen yanı bu oldu ve kesinlikle başardılar, kuşku yok. O iklim yaratıldı ve gereken yapıldı. Bildiklerimiz ve tahmin ettiklerimiz var, ancak o iklimin yaratılmasında tam olarak kimlerin rol aldığını, muhtemelen bir gün, yine bir gergin mafyöz ifşaya karar verdiğinde öğreneceğiz.
Yıllar boyu, o küçücük kurumda bile, şiddet başladığında düşüncenin kapıdan bacadan nasıl kaçtığına tanık oldum. Ayrıca, geçmişte tanık olanların asistanı, öğrencisi oldum, olduk. Ne yapsanız, ne söyleseniz boşa giden, son derece çaresiz hissettiren anlardı. Şiddetin yalnızca kendisi değil, savunanlarının çıkardığı gürültü de son derece ürkütücüdür. O ‘iklimi’ asıl yaratan, o korkudur. İnsanı, insanın ruhunu ve aklını teslim alan, endişe. Anlaşılmayacak bir şey yok korkmakta, ancak dinmeyen bir endişenin ve söz söyleyememe halinin neden olduğu çürüme de sır olmasa gerek. Sonu gelmeyen endişe insanı insanlıktan çıkarıyor, düşünmediğimizde, sorgulamadığımızda, dile getirmediğimizde biz neyiz ki, ne farkımız var diğer canlılardan?
Ben de korkanlardanım, sürekli endişeli olanlardan, bu nedenle her seferinde, sözün hamasete indirgendiği böylesi günlere tanık olduğumda ve kâğıda dökecek bir şey bulamadığımda, ezcümle asıl söylemek istediklerimi söyleyemediğimde, umduğum insan olmaktan biraz daha uzaklaştığımı hissediyorum. Yorucu bir şey korkmak, hem nasıl. İlgisiz gibi görünecek belki ama, böyle zamanlarda bir de, özellikle Yaşar Kemal’in, Vedat Türkali’nin yokluklarının ne denli büyük yokluklar olduğunu düşünüyorum. Kapa parantez.
Faşizan eğilimler, konuşmaya ya da susmaya mecbur bırakır insanı. Oysa o insan, sustuğunu bilmeye, düşünmeye devam eder. Bu nedenle şiddet, ancak riyakarlığın başat davranış olduğu bir yerde kolaylıkla filizlenir ve riyayı besler. Geçenlerde bir video seyrettim (şimdi bulamadım!), Rusya’da bir asansöre Putin fotoğrafı koyup binenlerin davranışlarını kayda almışlar. Neredeyse herkes fotoğrafa bakıp dalga geçiyor ya da sövüyor. Bunu Putin de biliyor elbet, halkın önemlice bir kesiminin kendisi için ne hissettiğini ve bu nedenle şiddet ile toplumsallaşmış riya olmadan iktidarda kalması olanaksız, benzerleri gibi. Korkuyu rızaya dönüştürüp korkmanın olağanlığına, kabul edilebilirliğine razı ediyorlar insanı.
Korkuyu, endişeyi, karından konuşmayı sağlamak ve toplumsal-insani ilişkilere hâkim hale getirmek için sayısız icat yapıldı bugüne dek. ‘Linç’ ve ‘muhbirlik’ bunlardan yalnızca ikisi. Şimdilerde yeni ve en teknolojik yolu yordamı, herhalde sosyal medya linçi ve muhbirliği. Trol adı verilen biri var, bir topluluğun üyesi. Maaşlısı da varmış, anladığım kadarıyla gönüllüsü de. Bir de internet medyası kılığında olanları. Konuyu bilenler, Gezi’den sonra iktidarın bu işin üzerine düştüğünü ve kalabalıkça bir sosyal medya gurubu oluşturduğunu söylüyor. Ancak sorun yandaşlıkla sınırlı değil. Yandaş ya da değil, trollerin ön ayak olduğu linç kampanyalarına sade yurttaş da bir ucundan eşlik ediyor. Özellikle milliyetçiliğin ya da inanç sömürüsünün güçlendiği anlarda, linç edileni ve hedef gösterileni bir daha kolaylıkla söz söyleyemez hale getiriyorlar.
Günümüz demokrasinin ‘olmazsa olmazı’ sosyal medya, böyle zamanlarda demokrasiyi (düşünce ve ifade özgürlüğünü) ortadan kaldırma işlevi ediniyor. Elbette tek gerekçe değil, hatta belki ayrıntı sayılır, buna mukabil Şebnem (Korur Fincancı) Hoca’nın başına gelende, bir süredir tutuklama ve TTB’yi ‘halletmek’ için fırsat kollayanlara o fırsatın sunulmasında, birkaç gün devam eden sosyal medya linçinin azımsanmayacak katkısı oldu ve linç hedefine ulaştı.
Şiddet yükseldiğinde, bombalar patladığında, okuldaki yoldaki işindeki masum insanlar ve çoluk çocuk öldürüldüğünde, ardından milliyetçilik harlandığında, on yıllardır olduğu gibi bir kez daha uçaklar havalandığında, on yıllardır olduğu gibi bir kez daha olup biteni sorgulamaya niyet edenler ihanetle itham edildiğinde, on yıllardır olduğu gibi bir kez daha yurttaşın barış talep etme hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü kullanılamaz hale geldiğinde, on yıllardır olduğu gibi bir kez daha muhalefet iktidar hizasına tesbih taneleri gibi dizildiğinde… Düşünce özgürlüğüne, sorgulama ve ifadeye yer kalmıyor, on yıllardır olduğu gibi. Ve siz bir kez daha, burnu büyüklere, bu ülkenin ve insanının hiç kimsenin babasının tapulu malı olmadığını anlatmaya çalışıyorsunuz, ürkek sözcüklerle, endişe içinde, on yıllardır olduğu gibi.
İki yazıdan alıntı yapmak istiyorum. Oya Baydar, T24’teki yazısında haklı olarak muhalefetin ‘onaylar’ ve ‘ürkek’ halini eleştirmiş ve eklemiş: “En temel konularda, mesela her alanda barışçı çözüm, militarizmin reddi, 86 milyona eşit yurttaşlık hakkı, vb.’de iktidarın çizgisinden ayrılmayan, ayrıldığını cesurca açıklamayan, Cumhurcu’larla aynı saflarda namaza duran bir muhalefetin ne seçimlerde ne de sonrasında bir şansı olacaktır. Eğer ideolojik bir ortaklaşma söz konusu değil de seçmen ve oy korkusundan susuluyorsa hatırlanması gereken, insan hayatının Arabı, Türkü, Kürdü olmadığı; bir tarafın şehidinin öteki tarafın kahraman evladı olduğu, insan yaşamına, insan onuruna saygının en üstün değer sayılması gerektiğidir.”
Doğrusu, muhalefetin bir kısmının bu konuda iktidarla aynı hatta olduğu, diğerlerinin ise seçim öncesi susmayı tercih ettiği kanısındayım ve başımıza göktaşı düşse “Geliyor gelmekte olan,” diyen muhalefetin genel tutumuna da uygun bir tavır bu.
Levent Köker de Artı Gerçek’teki yazısını şu satırlarla bitirmiş: “Öyle sanıyorum ki, şiddet atmosferi toplumları esir aldığında, şiddetin her tür tezahürüne ilişkin eleştirel yaklaşım ve bu yaklaşımın sonucu olarak varılabilecek bir ‘karşı duruş’, her zamankinden daha değerlidir. Böyle bir eleştirel muhakeme ve şiddet karşıtlığı olmadığı takdirde toplumların hangi noktalara savrulduklarını görebilmek için kâhin olmaya gerek yok… ders almayı bilmeli ve şiddetin hayatlarımızı esir almasına izin vermemeliyiz.”
Doğru, vermemeliyiz ve insanlıktan çıkmamak için, şiddet, savaş, ölüm ve ayrımcılığa çağrı yapmayan her düşüncenin özgürlüğünü, ifade özgürlüğünü savunmalıyız. Her koşulda, inatla. Muhalefet, hangi siyasi görüşte olursa olsun bunu öncelikle ve asgari bir ilke olarak benimsemeli ve dile getirmeli, hiç olmazsa şu kadarını yapabilmeli, yurttaşın sorgulama ve ifade etme hakkına sahip çıkmalı, çıkabilmeli.
Bir de muhalefet, Meclis’te kimin çoğunluk olduğunu hatırlamalı, ardından Anayasa’yı önüne koyup TBMM’nin yetkilerini düzenleyen 87. maddedeki ‘savaş ilan etme’ yetkisi ile, 78. maddesinde hükme bağlanan ‘savaş kararı nedeniyle seçimlerin bir yıl geriye bırakılabileceğine’ ilişkin hükmü okumalı.
Mülkiyelilere not: Mülkiyeliler (olmayanlara da yasak değil!) öğrenci burs fonunu ihmal etmesin lütfen. Hele ki şu kriz koşullarında. İlgili sayfayı buraya bırakıyorum.