TDK sözlükte “İdeoloji” şöyle tanımlanıyor:
“Siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükûmetin, bir partinin, bir grubun davranışlarına yön veren politik, hukuki, bilimsel, felsefi, dinî, moral, estetik düşünceler bütünü.”
Aynı sözlükte “Din” başlıklı madde de ise şunlar yazıyor: “Tanrı’ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum, inanılıp çok bağlanılan düşünce, inanç veya ülkü, kült.”
Konumuz, din ve ideoloji ya da ideolojileştirilen din veyahut dindar ideoloji. Konuya girizgâh yaparken bir üst tanım olarak şu çıkarımı yapmamız gerekiyor:
Din, sadece felsefenin bir konusu değil, aynı zamanda bir bütün olarak tarihin içinde şekillendiği toplumsal ve siyasi evrimin unsurlarından biridir. Soyut tek tanrıcılığın verdiği avantajla çoğu zaman üstyapının bir kurumunu değil, üstyapının bütününü oluşturmuştur. Bundan dolayı da sanattan felsefeye, mantıktan edebiyata birçok tartışma ya doğrudan din ya da onun eteklerinde cereyan eden tartışmalar olarak vücut bulmuştur. Bu bağlamıyla dine üstyapının en direngen kurumudur desek yanılmış olmayız. Bu konuda Lenin’in şu belirlemesini hatırlamakta fayda var:
“Kitleler dinin kaynak bulduğu toplumsal olgulara karşı birleşik, disiplinli, planlı ve bilinçli bir tarzda mücadele etmeyi öğrenene kadar, kapitalist egemenliğin tüm biçimlerine karşı mücadele etmeyi öğrenene kadar, hiçbir eğitsel kitap, yığınların bilincinden dini söküp atamaz.”
Toplumsal sınıfların ya da kesimlerin siyasi yansıması olarak günümüzde partiler rol oynarken, partilerin olmadığı dönemlerde bu rolü dinler, mezhepler ve tasavvufi düşünceler oynamıştır. Yani dinler, ortaya çıktığı dönemde sınıf mücadelelerinin birer görünümü olmuşlardır. Örneğin, Hristiyanlık iktidar olmamışken “Kadınların ve kölelerin dini” diyerek aşağılanmıştır. Dolayısıyla dinler, doğdukları toplumun aynı zamanda birer ideolojisidirler. Buradaki “sınıf mücadelesinin görüngeleri” belirlemesi, klasik anlamıyla proletaryanın sermayeye karşı mücadelesi olarak değil, toplumun temelini oluşturan her türlü politik gerilimin zemini olarak kavranmalıdır.
Özetle din dediğimiz şey, homojen ve salt felsefi bir dünya kavrayışı değil; içinde bulunduğu sınıfın dilinde, düşüncesinde, ya da eyleminde farklı biçim ve içerik kazanan bir olgudur.
Bu kısa tanımdan sonra, yazının esas konusu olan, dinin herhangi bir şekliyle kamusal alanda bir ideoloji olarak edinilip edinilmemesi üzerine tartışmak istiyorum.
İdeolojik aygıtlar, somutlaşan maddi yapılardır. Bu aygıtlardan birisi olan din ise, diğer ideolojik aygıtlardan farklı olarak mensupları tarafından tanrısal/mutlak/doğaüstü tinsel bir olgu olarak ele alınır. Bu ele alınış, bireyin, tüm alanlara dair düşünüş ve eylemlerinde etkin bir rol oynar. Bu rol oynayış, dinin kurumsallaşmasına, kurumsallaşan din de ideolojileşmenin zirvesine ulaşır. Bu durum, diğer ideolojilerin aksine tekelciliği ve ötekileştirmeyi beraberinde getirir. Çünkü din, içeriğinde ilahi mutlakiyetçiliğin ve sonunda ödül ve cezanın olduğu mutlak bir ideolojidir. Kişinin kendisi, dinin, demokratik ve özgürlükçü yorumlarını benimseyebilir, zulme ve sömürüye karşı çıkabilir ancak bunu dini saiklerle kamusal alana yansıtmaya ve kurumsal bir hale büründürmeye çalıştığında bunun adı değişir. Elbette ki, insanlar, devlet yönetiminde de dini inançlarının gereği şeklinde davranılmasını isteyebilirler. Bu onların kişisel sorunudur. Ancak bu durum başka birçok dine mensup kişiler için de geçerlidir. Bu da nihayetinde yurttaşlar arasında kaosa ve ötekileştirmeye yol açar. Marx’ın dediği gibi: “Biz, dünyevi sorunları teolojik sorunlara dönüştürmüyoruz. Teolojik sorunları dünyevi sorunlara dönüştürüyoruz.”
Ekonomi politikalarını, inandığı dinin hükümlerine (Nassa) göre belirlemeye çalışan ya da kendi icraatlarına dini meşruiyet kazandırmak için dini referanslar kullanan AKP’nin yaptığı nasıl sorunluysa, yine AKP ya da herhangi bir dinci iktidara karşı dini referanslar kullanılarak yapılan muhalefette aynı oranda sorunludur.
“Allah, ayetinde ‘sizi yoklukla sınarım.’ bundan dolayı ekonomik krize karşı sabredelim” diyene karşı, “Ama Allah başka ayette de ‘başınıza gelen her musibet kendi yaptıklarınız yüzündendir.’ din istismarı yapıyorsun.” diyerek iktidara tersinden muhalefet etmek ilki kadar sorunludur. Allah’ın ne dediği her yurttaşı ilgilendirmez, ilgilendirse bile bu devleti ilgilendirmez. Biz, dini, siyasetin nesnesi yapmaktan çıkaracağımıza yine dini tersinden siyaset nesnesi yapmaya devam ediyoruz. Bu da bizi aynı girdabın içinde debelenmekten başka noktaya götürmüyor. Bir ilahiyatçının iktidara karşı dini muhalefet yapması anlaşılabilir ancak bir muhalefet partisi liderinin bir ayete başka bir ayetle cevap vermesi iktidarın oluşturduğu her alanın dinselleştirilmesi politikalarına dolaylı destek vermekten ve onun trenine binmekten öteye geçememektedir. Dini tartışmalar, politik mücadelenin nesnesi olmamalıdır. Bu politikaya muhalefeti mecbur bırakan da yine iktidarın kendisidir.
Oysa Anadolu’da bugüne kadar yaşanan İslam, Halk İslam’ı diye tanımlayabileceğimiz ideolojileşmeyen İslam’dı. Milli Görüş ve AKP, yarattığı algıyla topluma “Dindar-dinsiz vatandaş” algısını yerleştirmeyi başardı ve hala da başarmaya devam etmektedir. Neymiş “Solcular dini bilmedikleri için kaybediyorlarmış.” bu bakış açısı bir illüzyon ve çadır tiyatrosudur. Evet, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin din tandanslı antikomünist propagandası sonucu böyle bir algı yerleşmiştir ancak bu algı solun ideolojisinden değil, ABD’nin algı planından kaynaklanmaktadır. Türkiye’de solun halkla bütünleşememesin de günümüz açısından çok farklı sebepler tartışılabilir ama bu kesinlikle büyütüldüğü şekliyle din faktörü değildir. Bu ülkede 15-16 Haziran Hareketleri’ni, Tariş Direnişleri’ni emekçi mahalle deneyimlerini… demokratik devrimci ilerici tüm hamleleri yaratanın da yine devrimciler olduğunu unutmamak gerekir. Bugün bu yaratım hala devam etmektedir. Sosyalist solun bugün ki durumunda reel sosyalist pratik yenilgilerinin, düşmanın amansız saldırılarının ve buna bağlı yeni atılımların yapılamamasının önemli payı vardır. Halkların din değil, ekmek derdi vardır.
Net bir belirlemeye başvurarak diyebiliriz ki, devlet ne dine karışmalı ne de din devlete karıştırılmalıdır. Şimdi bu satırları okuyunca “Ne yani dini, dincilere mi bırakalım?.” diyenler olacaktır. Zaten bırakılmayacak bir din kalmamıştır ki, din zaten asırlardır o geleneğin elindedir. Sürü elden gitmişken alaca dananın nerede olduğunu tartışmak abestir. Çünkü alaca dana da zaten sürünün içindedir.
Nihayetinde din tandanslı muhalefette devletlü din olan reel Sünni İslam’a karşı alternatif bir çıkış yaratamamıştır. Yaratması da mümkün değildir. Emek ve Adalet Platformu, İKP vb. platformlarının kapitalizm eleştirilerinin temelini hala “Kültür Emperyalizmi” gibi oldukça sığ bir bakış açısının oluşturması, AKP öncesi İslamcı hareketlerin klasik sosyal adaletçi retoriklerini taklit etmeleri, zihinlerdeki antikomünist tortu, tekelleşmiş gerici sermaye düzenine karşı “Sermayenin değil, Rabbimizin kuluyuz” gibi ayakları havada kalan düşünüşleri ve “Gerçek İslamcı AKP değil, biziz.” şeklindeki “İslamcılığın onurunu” kurtarma tutumları meseleye ne kadar dar yaklaştıklarının somut göstergeleridir. Bu hareketler, iktidar ya da ortağı olduklarında ayetleri kendilerine referans alarak mı kapitalizme karşıt bir paradigma geliştireceklerdir? Ekonomi politikalarını oluştururken “Mülk Allah’ındır” mı diyeceklerdir? Ya da AKP’nin kendi politikalarına refere ettiği nasslara nazaran daha “Devrimci” nassları mı ideolojik dayanakları yapacaklardır? Bu sorular uzar da gider. Bu metotların hepsi dinselleştirme dayatması ve politikasıdır. En nihayetinde İslamcılıktır. Bu hareketlerin varabileceği son nokta Has Parti deneyiminden başkası olmayacaktır. Has Parti’nin AKP ile bütünleşmesi bireylerin koltuk ihtirasından değil, ideolojik arka planın eş düzeyliklerinde yatmaktadır. Saadet Partisi-Has Parti ve AKP arasındaki geçirgenliğin bu denli fazla ve kolay olması ideolojiktir. Din tandanslı muhalefet, her halükarda tarihten ölü çağırmaktır. Çağrılan ölünün ayağa kalkacak dermanı yoktur. Din, şu anda piyasada olan şeydir. Kapitalizme karşıt olmak yetmez onun karşısına ne koyduğunuz da önemlidir.
Dinler, paradigmasal olarak tanrı tarafından mutlak adaletin gerçekleşeceği öteki dünya ve cennet-cehennem gibi temel doktrinlere sahip olduklarından bu dünyada cenneti kurma vaadine sahip olmaları mümkün değildir. Bu din denilen olgunun teolojik paradigmasına terstir. (Her ne kadar “cennet cehennem de bu dünyadadır” yorumları yapılsa da bunların temel din paradigması açısından geçerli yanı yoktur.) Kişinin adil, eşit ve sömürüsüz bir dünyayı inancı gereği savunabilmesi gibi, bir kişi herhangi bir dine inanmadan da bu değerleri savunabilir. Bunun için illa bir Allah’a, peygambere, ayete ya da hadise ihtiyaç yoktur. Kadim insanlık birikimi ve ezilen halkların yarattığı değerler dünyası bu değerleri savunabilecek referanslarla doludur. Din, devlet için, tamamen kişinin kendi sorunu olarak ele alınmalıdır. Engels’in “devlete ilişkin olarak, din bütünüyle kişisel bir sorundur.” belirlemesine katkı sunan Lenin, devletin dine karşı tutumunu bugüne kadar aşılamayan bir şekilde çok net biçimde belirler:
“Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir. Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikle bu sözlerle belirtirler. Oysa herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için bu sözlerin anlamı kesinlikle açıklanmalıdır. Devlet açısından ele alındığı sürece, dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz. Ancak, Partimiz açısından dini kişisel bir sorun olarak göremeyiz. Dinin devletle ilişkisi olmaması, dinsel kurumların hükümete değin yetkileri bulunmaması gerekir. Herkes istediği dini izlemek ya da dinsiz yani kural olarak bütün sosyalistler gibi ateist olmakta tamamen özgür olmalıdır. Vatandaşlar arasında dinsel inançları nedeniyle ayrım yapılmasına kesinlikle göz yumulamaz. Resmî belgelerde bir vatandaşın dininden söz edilmesine de son verilmelidir. Kiliseye ve dinsel kurumlara hiçbir devlet yardımı yapılmamalı, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır. Ancak bu isteklerin kesinlikle yerine gelmesi halinde, kilisenin devlete Rus vatandaşların ise kiliseye feodal bağımlılıklarının sürdüğü, (bugüne kadar ceza yasalarımızda ve hukuk kitaplarımızda yer alan) engizisyon yasalarının var olduğu ve uygulandığı, insanları inançları ya da inançsızlıkları nedeniyle cezalandırdığı, insanların vicdan özgürlüğünü baltaladığı ve kilisenin şu ya da bu afyonlanmasıyla hükümetten gelir ya da mevki sağladığı utanç verici geçmişe son verilebilir. Sosyalist proletaryanın modern devlet ve modern kiliseden istediği, kilise ile devletin birbirinden kesinlikle ayrılmasıdır.”
Özgürlükçü ve demokratik din yorumları yok mudur? Elbette vardır, ancak bunlar sosyolojik olarak marjinaldir. Din gibi mutlak kurallar bulunan bir olguda tecdit (yenilenme) ve reform yapmak zor, çetrefilli ve karmaşıktır. Bunun için evvela dini aydınlanma gerekir. Ancak dini aydınlanma toplumsallaşmanın zıddı oranında ilerler. Aydın ile toplum aynı düşünmez. Hem dini aydınlanma yapalım hem de toplumsallaşalım savı gerçekle bağdaşmaz. Çoğu dindar zihinde “İçtihat kapısı kapalıdır, din de reform yapmaya kalkan zındık olur” algısı yerleşiktir. Muhafazakar kitleye ulaşmak için dini argüman kullanan hareketlerin kendilerine seçecekleri yolun yenilikçi İslam anlayışı değil; klasik İslam anlayış olması durumunda etkilemek istedikleri kitle açısından daha başarılı olacakları aşikardır. İnsanların, bir siyasi adaya dindar diyerek oy vermesi bir yere kadar sürdürülebilir ancak maddi koşulların belirleyemeyeceği hiçbir bilinç yoktur, belki süreyi uzatır ama yıkılmasını engelleyemez. AKP’den “dini, politikaya alet ediyor” diye şikâyet ederken, tersinden aynısını yapmaya çalışmak bizi çıkmaz sokağa götürür. AKP, sadece siyaseti değil, sanattan müziğe yaşamın her alanını dinselleştirmeye çalışmaktadır. Bu çark kırılıp atılmalıdır. Başörtüsü üzerinden iktidar devşiren kadar, başörtüsü üzerinden muhalefet devşiren de bir o kadar rezildir. Emek-sermaye arasındaki çelişkiyi, artı(k) değeri, tekelleşmiş serbest piyasayı ve üretim araçlarındaki özel mülkiyeti yani bir bütün olarak sömürü çarkını kıracak programa sahip olmayan her ideoloji afyondur. Buna din de dahildir. İnfak ederek, sadaka vererek kapitalist mülkiyet ilişkileri ortadan kalkmaz, tam tersine yumuşar ve kalıcı hale gelir. Dünyanın en büyük kapitalistleri aynı zamanda dünyanın en büyük hayırseverleridir. (Filantro-kapitalizm) Burjuva hümanistliği, sadaka kültürü ve şükürcülük politikaları halkı celladına muhtaçlaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Hayırseverlik, kapitalizmin krizlerinde kapitalizmi yeniden üretme politikasıdır. Düşkünleştir daha sonra hafif doğrult ama tam ayağa kaldırma. Bir toplumda hayırseverlik, infak ve sadakanın fazla olması toplumsal dayanışmanın değil, toplumsal çürümenin göstergesidir. “Toplumsal sıkıntılarla mücadele etmenin yasal yolu olan hayırseverlik, toplumsal sıkıntıyı daha da artırır.” (Karl Marx) Tüm bunlar en nihayetinde “ehilleştirilmiş kapitalizme” yol açar. Zenginlerin yardım ederek vicdan mastürbasyonu yaptığı yardım edilmiş yoksullar değil; yoksulluğun ortadan kalkacağı bir düzen için çalışmak gerekir.
İslam, iktidarlaşmayla beraber 1300 yıldır gerici bir pozisyondadır. Bu gericileşmeye karşı, yine din tandanslı Zenc Hareketi, Karmatiler, Hasan Sabbah ve Şeyh Bedreddin… gibi senkretik, heterodoks ve batıni hareketler doğmuş olsa da bu hareketlerin hepsinin sınıf mücadelesinin devrimci görüngeleri olduğunu belirlemek gerekirken yine bu hareketlerin hiç birisinin dincilik yapmadığını bilmek gerekir. İdeoloji, niteliğini, sınıfsal konumundan ve konjonktürel tutumundan alır. Dünya üzerinde devletlü gerici nitelikte olmayan çok az dini hareket ortaya çıkmıştır. Tüm bu din tandanslı devrimci hareketlerin devrimci tarihimiz içerisinde önemli bir yeri olduğunu bilip onları sahiplenirken kendi tarihsel koşullarını es geçmemek gerekir. Güncel politik duruş, tarihteki oluşlara göre değil, reel duruma göre belirlenir. Aksi anakronizme sürüklenmektedir. Bu hareketlerin ideolojik arka planı salt bir dini temel taşımamakla beraber aynı zaman da halk dini diye tanımlayabileceğimiz bir isyan dilini de içinde taşır. Bu dil de içinde birçok farklı dini öğretiyi barındırır. Salt İslami bir çizgi asla taşımaz. Aksini iddia etmek “İcat edilmiş Tarih”tir. Bu toprakların ilk sosyal devrimcisi olan Şeyh Bedreddin’in dini yorumlayışı içinde bulunduğu toplumun maddi koşulların bir ürünü olduğu gibi, o dönemde üst yapının bütününü kapsayan din olgusunun eteklerinde böyle bir isyan dilinin oluşması da olağandır. Şeyh Bedreddin’i eyleme sevk eden dini düşünceleri değil, dönemin sınıfsal eşitsizliğidir. Keza aynı şekilde dinlerin ilk çıkışındaki rolleri de bu görüngelerin çeşitli biçimleridir. Bu kavrayış bizi “Dinsel olan her şey gerici, dinsel olmayan her şey de ilerici.” görüşüne angaje etmemelidir ancak Seyh Bedreddin gibi devrimci önderlerin din anlayışına bakarak da dine ilerici rol biçtirmemelidir. Temel kıstasımız köleci, feodal ve kapitalist üretim ilişkileri ve o ilişkilerin yansımalarıdır. Çünkü sınıf çelişkileri, partilerin olmadığı dönemde dinsel bir kisve olarak ortaya çıkabilmiştir. Tam bu noktada Engels’in şu belirlemesini hatırlamakta fayda var: “Feodalizme karşı devrimci muhalefet; tüm Ortaçağ boyunca kendini, koşullara göre kimi zaman mistik, kimi zaman açık mezhep sapkınlığı, kimi zaman da silahlı ayaklanma biçiminde göstermiştir… Hatta, 16. yüzyılın din savaşları adı verilen şeylerde bile, her şeyden önce çok ciddi sınıf çıkarları söz konusudur… Eğer bu sınıf savaşımları o çağda, dinsel bir nitelik taşıyor, eğer çeşitli sınıfların çıkar, gereksinme ve istemleri din maskesi altında gizleniyor idiyseler, bu hiçbir şeyi değiştirmez ve çağın koşulları ile kolayca açıklanır…”
Bu devrimci hareketler ve önderlerin içinde bulunduğu tarihsel ve sosyal koşullar, onların ürettiği politik dilin anlaşılabilmesi açısından önemli referans sunmaktadır. Bu hareketlerin devrimciliği ve ilericiliği, dini ele alış biçimlerinden dolayı değil; toplumsal eşitsizliğe karşı aldıkları tutumdan ileri gelmektedir. Marx’ın dediği gibi: “Dinsel acı, aynı zamanda gerçek acının da, gerçek acıya karşı protestonun da ifadesidir. Din, ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir; tıpkı ruhsuz bir durumun ruhu gibi. O, halkın afyonudur.”
Evet, dinler insanı köleleştirir ama her dinsiz de özgür müdür? Dinlerin insanı köleleştirilmesi, ücretli emek ilişkilerinin insanı köleleştirilmesi gibidir. Mesele dini değil, sınıfsaldır. Din sadece onun bir görüngesidir. Kapitalist mülkiyet biçimini hedefe koymayan ve ücretli emek ilişkilerini tartışmayan bütün kurtuluş önerileri bir afyondur, bir ağrı kesicidir.
AKP’ye karşı din tandanslı muhalefet etmek değil, dini tartışmaları politik mücadelenin nesnesi olmaktan çıkarmak en doğru taktiktir. Bunu yaparken de ezilen halkların dini inançlarına karşı ötekileştirici bir tutum almadan (-ki halkların dincileşmeyen samimi inancıyla devrimcilerin sorunu yoktur. Sorunu olduğu çarpıtması İslamcıların soğuk savaş politikasıdır) meseleye politik değil, sosyolojik olarak “Kültürel Müslüman” şeklinde yaklaşılabilir. Teizm bizi ilgilendirmediği gibi ateizm de ilgilendirmemelidir. Bunlar kişinin kendi sorunudur.
Nihayetinde içinde bulunduğumuz topraklar, semavi dinlerin doğduğu topraklardır, dinin bu toprakların kültüründe önemli bir yeri vardır. Günlük konuşma dilinde kullanılan kelimelerden tutun, belirli dini gün ve haftalarda yapılan kutlamalar da bu kültürün izdüşümleridir. Bu kültürel aidiyet, politik değil; sosyolojik bir olgudur.
“Halk İslam”ı diye tanımlayacağımız bu kültürel aidiyetin ideolojik İslamcılıkla alakası olmadığını bilmek gerekir. Tüm bunlarla beraber Millî Görüş ve AKP ile vücut bulan “İdeolojik İslam”ın ya da “İslamcı İslam”ın açtığı tahribatın yeni kuşakları tepkisel olarak “Halk İslam”ı denilen kültürel aidiyetten de uzaklaştırdığını belirlemek gerekir. Bu durumda yeni politik tutumlar almak elzemdir.
Bu bağlamıyla Marksizmin, devrimci laiklik anlayışı son derece doğru ve savunulması gereken bir tutumdur. Tarihte ölmüş bir olguyu yeniden yorumlandırarak canlandırmak değil, yepyeni bir çağı yaratmak için çalışmak gerekir.
E-Mail: [email protected]