1990’larda asistanı olduğum Kürsü’nün hocaları ve mesleğe başladığım yıllarda hala hoca olan bir kuşak, 1950’lerden itibaren Türkiye akademisi ve ‘solu’ içinde yer almış, siyasi faaliyette bulunmuş, sol içindeki polemiklerde taraf olmuş ve üniversitenin türlü hallerine tanıklık etmiş insanlardı. Dolaysıyla, gerek benim gerekse aynı yıllarda çalıştığımız meslektaşların o yıllara ilişkin bilgileri, yalnızca okuduklarından ibaret olmadı. Çeyrek yüzyıl boyunca çeşitli vesilelerle, yemek masalarında, dersliklerde, yürüyüşlerde ve odalarda dile gelmiş anıları, kişisel tanıklıkları dinleyerek büyüdüm, büyüdük.
Anılar içinde benim açımdan en öğretici olanlar, genellikle zor zamanlardaki insan hallerine ilişkin tanıklıklardı. Hocam, insanda gri alanlar olduğu savunusuna itibar etmezdi pek, her birimizde ‘siyah’ ve ‘beyazın’ aynı anda bulunduğunu düşünürdü. Haklı olabilir; iyi bildiğinizden kötülük kötü bildiğinizden iyilik görmek, ihtimal dahilinde. Zor anlar, büyük ölçüde askeri darbeler ve sokak çatışmalarının yaygın olduğu yıllar, tahmin edilebileceği gibi. Arkadaşları sokakta, araçlarında, evlerinde öldürülmüş insanlardan söz ediyorum. Kendileri de atılmış, cezaevine girmiş, işkence görmüş, hayatları şu ya da bu ölçüde altüst olmuş bir akademik kuşak.
Hocam, 12 Eylül üniversitesinde yaşananları melalen, “Biri atılır, diğeri lacivert takımı giyip görev bekler, olağandır bu, insanlık hali” diyerek anlatır. Bir ‘sağcı’ hoca hemen telefon edip destek olurken, bir ‘solcu’ hocanın semt pazarında görünce korkudan yolunu değiştirmesi. Şu, ‘görünce yol değiştirme’ ve ‘selamı sabahı kesme’ her dönemde yaygın anlaşılan. Beklenir olan bir şey daha var, o da, ‘pazarda tezgah arkasına saklananların’, devir değiştiğinde kendi kahramanlık hikayelerini anlatmaya başlaması! Üzücü ama yapacak bir şey yok, insanlık halleri…
Bu yüzden, keşke kimilerinin ‘solcu’ övgüsünü işittiğinde gözleri dolanlardan olsaydım, ancak ne yazık ki o güzelim ‘sol/sosyalist’ değerlerin, oportünizm ve konformizm çamurunda nasıl kullanılabildiğini hem çok dinledim, hem yeteri kadar gördüm. Sağ için diyecek pek bir şey yok, o zaten sağ, alameti kurnazlık! İnsan ‘o’ solcuya kızıyor; farklı, anlamlı ve değerli bir kavram setini kullanarak yapıyor zira benzer kurnazlıkları.
Geçtiğimiz günlerde benzer bir ‘olumlu yargı’ dalgası, yine aynı kişi, beş yıl önce tehdit ettiği akademisyenlerden özür dilediğinde yaşandı. Sayısız, “Bu adam akademisyenlerin kanını akıtmak istemişti!” tepkisi okudum. Oysa kanımızı akıtmak istediğini söylediği dönemde ürkütücü bir sessizlik hakimdi. Öğretim üyeleri şehirlerini terk etmek zorunda kalırken, fakültelerdeki kapılara çarpılar atılırken, her Allah’ın günü tehdit ve hakarete maruz kalırken, atılanlar sivil ölüme mahkum edilirken. Meğer ülkede, kendisine ‘ekmek vereni’ eleştirmeye ‘yeltenen’, ‘sözde‘ ve ‘karanlık’ akademisyenlere değer veren ne çok ‘okumuş’ varmış!
Başımıza gelenleri, tüm kötülük ve mağduriyetleri iktidar ve halesine havale etmek, bu büyük yalana inanarak yaşamak mümkün. Palavra, bir eksik bir fazla fark etmiyor. Ülkede olup bitenin siyasal-hukuksal sorumluluğu iktidar ve bürokrasiye ait, kuşku yok. Ancak bir de toplumsal-bireysel sorumluluklar var ki, toplumun ahlak sahibi olduğu iddiasındaki her üyesini ilgilendiriyor. Her şey güzümüzün önünde oldu. Her şey gözümüzün önünde yaşanıyor. Yaptığı haber nedeniyle Can Dündar’ın ve cezaevine giren gazetecilerin yaşadıkları… Kavala’nın yaşadıkları… Kürtlerin ve Kürt siyasetçilerin yaşadıkları… İmzacı akademisyenlere yönelik tehditler ve işten atılmalar…
Çok zor sabretmek, hakikaten çok zor. Sövmeden yaşamak çok zor bu memlekette.