İsrail en iyi bildiği şeyi yaptı: Katliam, yıkım, yerinden etme, her bir bireyin tadacağı dehşet, aşağılama, açlığa mahkûmiyet. Peki yıkım ve ölümden gayri sonuç? Yerin altını üstüne getiren ve tünel sistemlerinin önemli bir kısmını havaya uçuran operasyonlara rağmen Hamas ve diğer direniş örgütleri beyaz bayrak çekmedi… Dizginsiz dehşet savaş zamanında İsrail’e üstünlük kazandırabilir ama yol açtığı felaket kendisine çok sert fırtınalar olarak dönebilir.
7 Ekim Aksa Tufanı’ndan bu yana Filistin ve bölge için nihai çıkarımlarda bulunmanın zorluğunu teslim ederek geçici bazı tespitlerde bulunabiliriz. Çünkü süreç noktalanmadı. Kimse kendisi için bir Z raporu çıkaracak durumda değil. Gazze’de soykırım operasyonu devam ederken Lübnan perdesi açıldı ve burası İran’ı hedefe koyan daha büyük bir savaşın ön cephesine dönüştürüldü. İran yolunda Suriye ve Irak da var. Tehlikeli gidişatın sonunda Direniş Ekseni’nin çöküşünü mü yoksa Orta Doğu’da ‘Siyonist Projesi’nin çözülmesini mi konuşuyor olacağız?
7 Ekim 2023’te Hamas’ın hesabı neydi? Birincil amaç Gazze’yi boğan, işgal altındaki Batı Şeria’yı kemiren ve Filistin davasının tabutuna çivi çakan statükoyu parçalamak ya da sarsmaktı. Bu statüko Gazze’yi açık hapishaneye çeviren kuşatmayı, Batı Şeria’da yerleşimci terörü ve genişleyen işgali, Doğu Kudüs’te mülk ve toprak gaspı, Mescid-i Aksa’ya karşı saldırılar ve Filistinli tutsakların durumunu içeriyor. Bir de Abraham Anlaşmaları ile başlayan Arap-İsrail normalleşmesiyle Filistin davasının tabutuna çivi çakan yeni süreci baltalamak vardı. 7 Ekim’in öncesinde Suudi Arabistan da yeni silahlar, nükleer teknoloji ve kapsamlı savunma taahhütlerine mukabil İsrail’i tanımanın eşiğine gelmişti. Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın “Filistin umurumda değil” dediğini de öğreniyoruz. Suudi Arabistan da Filistin’e desteğinin ne olduğunu 7 Ekim’in yıl dönümünde “Gazze’de sivil yok” diyen İsrail Cumhurbaşkanı İzak Herzog’u Al Arabiya televizyonuna çıkararak gösterdi.
Erez’deki tugayın çökmesi nedeniyle Aksa Tufanı’nın planlananın ötesine taşması, hedeflenenden çok kayıp verdirtmesi ve beklenenin üzerinde rehine alınması İsrail açısından bazı sonuçlara yol açtı:
– Tufan İsrail’in ‘dokunulmazlık’, ‘yenilmezlik’, ‘üstünlük’ ve ‘seçilmişlik’ mitine dayalı kibrine çarptı.
– İleri izleme ve tarama teknolojileriyle donatılmış güvenlik duvarı aşıldı.
– Tel Aviv’in askeri doktrini hep ‘savaşı İsrail’in dışında tutmayı’ önerirken çatışma İsrail’in içine taşındı.
– Panik hali İsrail’in sahada nasıl saçmalayabildiğini gösterdi. Rehineler ya da müzik festivalinden kaçanların olduğu araçlar hellfire füzeleriyle bombalandı. Top mermileriyle rehinelerin olduğu evler vuruldu. İsrail kendi karargahını bombaladı. Bütün bu bilanço da Hamas’ın siciline yazıldı.
– Filistin davasının yok edilemeyeceği gerçeğiyle bir kez daha yüz yüze kaldı.
SOYKIRIM VE YANSIMALARI
Buna mukabil İsrail yıkılan caydırıcılığını tesis etmek ve intikam almak için Filistinlilerin önüne bir bedel koydu: Soykırım. Hamas başta olmak üzere direniş örgütlerinin tamamen bitirilmesi, tünellerin yok edilmesi, rehinelerin sağ-salim eve döndürülmesi, Gazze’de askeri ve siyasi açıdan yeni bir gerçeklik yaratılması gibi hedefler konuldu.
İstihbarat Bakanlığı’nın politika belgesine ve siyasilerin çağrılara yansıyan ucu açık hedefler de vardı: Gazze’nin yeniden işgal edilmesi, 2005’te çekilen yerleşimcilerin döndürülmesi, Filistinlilerin tamamen Mısır’a sürülmesi, ardından Batı Şeria’daki işgalin tamamlanması ve buradaki Filistinlilerin de Ürdün’e süpürülmesi.
Savaş hukukunu paçavraya çeviren, insani hukuku yok sayan, uluslararası toplumla alay eden, hiçbir ahlaki norm tanımayan gaddar bir strateji yürütüldü. İsrail en iyi bildiği şeyi yaptı: Katliam, yıkım, yerinden etme, her bir bireyin tadacağı dehşet, aşağılama, açlığa mahkûmiyet. Motto; “Gazze’de masum yok, sivil yok, hatta insan bile yok!” Soykırıma eğlence ve istihza kattılar. Haz duyarak evleri, hastaneleri, üniversiteleri, okulları ve camileri yıktılar. Bunları kaydedip yayınladılar.
Peki yıkım ve ölümden gayri sonuç? Yerin altını üstüne getiren ve tünel sistemlerinin önemli bir kısmını havaya uçuran operasyonlara rağmen Hamas ve diğer direniş örgütleri beyaz bayrak çekmedi. Yoğunluğu düşse de Han Yunus gibi bölgelerden işgal güçlerine yanıt veriliyor. İnsani yardımların dağıtılması ve BM’nin aşı faaliyetlerine yardım için ortaya çıkan insanlar, Hamas hükümetinin de savaş sonrası kontrolü ele alabileceğine işaret ediyor. Hamas bitirilseydi ateşkes görüşmelerinde muhatap alma gereği de duymazlardı.
İsrail bir ertesi gün stratejisi ortaya koyamadı. Etkili Arap aşiretlerinden işbirlikçi yönetim kurma, Birleşik Arap Emirlikleri’nin öncülüğünde alternatif Arap yönetimi oluşturma gibi fikirler öne sürüldü ama bir şey çıkmadı.
Ağır kayıplar vermelerine rağmen direniş örgütleri 7 Ekim’in yıldönümünde olası ateşkesin içermesi gereken koşulları sıralayabilecek bir bütünlük içinde olduklarını gösterdi. Yinelenen koşullar şunlar:
– Saldırılar durmalı
– İşgal güçleri Gazze’den tamamen çekilmeli
– Sınır kapıları açılmalı ve abluka kalkmalı
– Yeniden imar süreci başlamalı
– Tutsaklar bırakılmalı
İsrail’in bütün meseleyi Hamas’a indirgeyen propagandasına rağmen Filistinli 13 direniş örgütü hala birlikte hareket ediyor. Hamas, Aksa Tufanı’nı tek başına düzenlemesine rağmen diğer direniş güçleri de siperlerinden ayrılmadı. Taleplerdeki ortaklaşma direnişin bütünlüğünü de teyit ediyor.
Silahlı direniş Oslo Anlaşması ile halledilmiş sayılan Batı Şeria’da da uç veriyor. Netanyahu da Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü tamamen İsrail’in içinde gösteren haritalarla sunum yapmaktan kaçınmıyor.
İSRAİL’İN KÜRESEL YERİ: DÜNÜ MUMLA ARAYACAKLAR
Yıkımın ve alev bulutlarının çekiciliği güce tapınanları tatmin edebilir. Fakat bunun İsrail açısından da sonuçları basit değil:
– İsrail’in meşruiyet sorunu hiçbir döneminde olmadığı kadar su üstüne çıktı.
– 7 Ekim’de “40 çocuğa tecavüz edildi ve yakıldı” yalanıyla yakaladığı ivme tersine döndü.
– 7 Ekim’i 11 Eylül gibi bir milat yapma çabasına karşın Filistin meselesindeki asıl milat insanlığın belleğinden bir kâbus gibi geri döndü. İsrail’in kuruluş sürecinden bu güne Filistinlilere karşı terör kampanyaları, katliamlar ve sürgünler yeniden okundu.
– Benyamin Netanyahu’nun dinci-faşist hükümeti İsrail’i Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde soykırımdan yargılanan sanık sandalyesine oturtmayı başardı.
– Filistin davası güncellendi. Hiçbir geleceği olmasa da iki devletli çözüm planı siyasi platformlara geri döndü.
– Avrupa hükümetlerinin soykırımı finanse eden ve İsrail’in dokunulmazlığını temin eden politikalarına rağmen genç kuşaklar Filistin’in yanında yer aldı.
– İsrail’in onlarca yıldır medya, think tank ve hükümetler eliyle inşa ettiği mağduriyet ve üstünlük anlatısı yıkıldı.
– Abraham Anlaşmalarını genişletme planları başka baharlara kaldı.
Zafer, savaşın başında ilan edilmiş hedeflere varılmasıyla ölçülen bir sonuç. Elbette bilanço çok ağır. 42 bin ölü, 96 bin yaralı, 10 bin enkaz altında kayıp. Yıkılmış şehirler. Bombalanmış hastaneler, klinikler ve okullar. Tamamen çökertilmiş su ve elektrik şebekesi. Ve yerinden edilmiş 2 milyon insan. Bütün bunlar ne askeri ne de siyasi zafere tekabül ediyor. On binlerce ton bomba bırakmak İsrail’i daha güvende kılmıyor. Azgınlaşan saldırganlığı, İsrail’in aradığı caydırıcılığa yetmiyor.
ULUSLARARASI TOPLUM: ARTIK YOK
Ve ötekiler için sonuçlar…
– ABD soykırımın arkasındaki ana güç kaynağı olmaya devam ediyor. Sıkı bir Siyonist olduğunu söyleyip duran Başkan Joe Biden; İsrail’in hizmetkârı, tedarikçisi ve koruyucusu olduğunu ispatladı. Aylarca BM Güvenlik Konseyi’nde ateşkes çağrısı yapan tasarıları bloke etti. Sonradan BM Güvenlik Konseyi’nden destek de alan kendi ateşkes önerisine sahip çıkmadı. Halbuki Hamas bu ateşkesi kabul etmişti. Yan çizen İsrail oldu. Ateşkes müzakerelerinde izlediği taktikler de oyalayıcıydı. Bu şekilde İsrail’in Philadelphi Koridoru’na girmek, Netzarim koridorunda kalmak, Hamas liderlerini sürmek ve rehine takası listesinde isimleri veto etmek gibi yeni koşullar öne sürerek süreci sabote etmesine ve soykırımı tamamlamasına imkan verdi. ABD, BM Genel Kurulu’ndaki oylamalarda hepten paryalaştı ama Güvenlik Konseyi’nde İsrail’i korumaktan vazgeçmedi.
– Demokrasi, temel haklar, özgürlükler ve kurala dayalı düzen iddiasıyla küresel liderlik taslayan Batı kampının astarı yırtıldı. Pek çok AB üyesi soykırımı destekleyen, katliamlara bahaneler üreten ve suçluları masumlaştıran yaklaşımlarıyla kendi değerler setini asit çukuruna boca etti. Batı üstünlüğünü değerler değil şiddeti ve terörü örgütlemedeki becerisine borçlu olduğunu hatırlattı.
– Özgür ve bağımsız medya etiketini kimseye kaptırmayan medya İsrail’in kendini savunma hakkı safsatasıyla BM okulları, mülteci kampları, hastaneler ve ambulansların bombalanması, insani yardım görevlileri ve gazetecilerin öldürülmesini meşrulaştırdı. 12 ayda 128 gazeteci katledildi. BM kendi kayıpları karşısında çaresiz bırakıldı.
– Gazze, İsrail’le fingirdeşen Arap eksenini tamamen ifşa ederken Filistin’e bayraktarlık yapan Türkiye’deki iktidarın da maskesini düşürdü. Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın bir fındık kabuğunu dolduracak değer taşımadığı görüldü. İki kurumun ilk ortak toplantısında kendi topraklarındaki Amerikan üslerinden İsrail’e mühimmat taşınmasının engellenmesi, İsrail’le ilişkilerin dondurulması ve ticaretin kesilmesi, hava sahalarının İsrail uçaklarına kapatılması önerileri reddedildi. Arap ve İslam dünyası etkisi açısından kendini sıfırladı.
– İsrail’le ticareti kesmeyen, “Kestik” dedikten sonra da gemilerde konşimentoyu Filistin’e kesip boykot kampanyalarını etkisizleştiren bir uyanıklık daha sonra Lübnan’a saldırganlık karşısında da kendini açığa düşürdü. İsrail savaş makinelerinin yakıtı hala Ceyhan’dan gidiyor.
– İsrail-Amerikan-Avrupa-Körfez blokunun rehinesi Filistin Yönetimi’nin anlamsızlığı hepten sırıtır hale geldi.
İSRAİL’İN YENİ MANEVRALARI: İRAN’A KARŞI ARAP-İSRAİL ORTAKLIĞI
Bazı çıkarımlar sürecin sonunu göremeyebilir. Sonuçta savaş devam ediyor. İsrail ve destekçilerinin kötülük kapasitesi nihai sonuçlar açısından belirsizlikler ve boşluklar oluşturuyor.
Gazze’de soykırım operasyonlarını bitirmeden Lübnan cephesinin açılması direnişi çok zorlayan yeni bir süreç. İşgal güçleri hem İsrail içinden hem ABD’den gelen uyarılara rağmen birden fazla cephede savaş yürütebileceğini göstermeye çalışıyor.
Lübnan cephesinin olası etkilerine geçmeden İsrail’in Filistin davasına yönelik siyasetinin evrimine dair birkaç not düşmekte fayda var.
Başlangıçta Filistin meselesinin çerçevesi ‘Arap-İsrail savaşı’ idi. 1967 ve 1973 savaşlarını takip eden süreçte önce Mısır’ın ardından Ürdün’ün İsrail’le barışması denklemin Arap ayağını sakatladı. 1993’te Oslo Anlaşması ile Filistin Kurtuluş Örgütü de halledildi. Direnişi Hamas ve İslami Cihad gibi örgütler üslenirken mesele bu kez İslamcı teröre indirgendi. Artık sorunun adı Filistin-İsrail değil İsrail-Hamas çatışmasıydı. Yanı sıra İsrail Arap paydasını yanına çekebilmek için Hamas ve Hizbullah’ın destekçisi İran’la savaştığı tezine ağırlık verdi. Hatta ordunun Arapça sözcüsü, cihadi-selefiliğin en önemli referans kaynağı İbn Teymiyye ve Vahhabiliğin kurucusu Muhammed bin Abdulvahhab’dan alıntılar yaparak Şiilerin, Sünnilere karşı Yahudilerden daha büyük düşman oldukları propagandasını yapmaya koyuldu. Sözcü mezhep düşmanlığını kışkırtan bu propagandayı sanki minberden vaaz verir gibi yapıyordu.
Filistin davasının bütün tarihsel ve yerel bağlamlarından koparılarak İran-İsrail hesaplaşmasına indirgenmesi Tel Aviv’in en önemli oyun stratejisi. Bu strateji çok ciddi mevziler kazandı. Lübnan’ın ardından sıradaki hedef olarak İran’ın işaretlenmesi bu stratejinin önünü daha da açıyor. Abraham Anlaşmalarına giren ya da niyetlenen ülkelere savaşın ortak tehdit İran’la olduğu mesajı veriyor.
Netanyahu, Hindistan’dan başlayıp Suudi Arabistan, Ürdün ve İsrail’den Avrupa’ya uzanan ekonomik koridor projesini haritalandırıp karanlık güçlere karşı ışığın güçlerini birlikte savaşa davet ediyor.
Bu metaforun etrafındaki hale Lübnan’da çağrı cihazları terörü ile başlayıp Hizbullah’ın lider kadroları ortadan kaldırılınca birdenbire parlamaya başladı. Netanyahu Pers halkını aydınlık gelecek için mollalara karşı isyana davet ediyor. Böylesi bir zeminde bölgedeki Kürtleri de kendi savaşına yedekleme sinsiliği ile hareket ediyor. Bunun karşılık bulduğu damarlar da az değil.
ABD’NİN GÖRDÜĞÜ FIRSAT: LÜBNAN’DAN İRAN’A
Netanyahu’nun ‘Yeni Düzen Operasyonu’, Biden yönetiminin tam desteğini almış durumda. Lübnan söz konusu olunca Gazze konusunda yönetim içindeki itirazlardan geriye eser kalmadı. Kaldı ki sözde ateşkes isteyen görüntünün altında soykırıma tam onay ve desteğin olduğunu Reuters’a sızdırılan maillerde de gördük. Bu yazışmalarda Beyaz Saray’ın Orta Doğu koordinatörü Brett McGurk, savaş suçları ve insani felaketlerle ilgili Dışişleri içinden gelen uyarıları savuşturmak için Gazze’de olanları, ABD’nin 2016-2017’de IŞİD’e karşı Musul’u harabeye çeviren askeri operasyonuna benzetiyor: “Kenti dümdüz ettik. Geriye bir şey kalmadı. İsraillileri hangi standarda tabi tutuyorsunuz?”
Biden’ın İran misillemesine verilecek yanıta destek çıkması, bunun için G-7’yi yanına alması, olası tırmanışta Yahudi devletine kol kanat germe taahhüdünde bulunması Orta Doğu düzeni için Amerikan müdahaleciliğindeki yeni formülasyonu tanımlıyor. İsrail için ABD’nin karadaki uçak gemisi derlerdi. ABD’nin tetikçisi, vuran eli, cezalandırıcısı! Belli ki Amerikan yönetimi Nasrallah’ın öldürülmesinin üzerinden kartlarını yeniden karıyor. Evvela İsrail’in sarsıcı başarılarını, Hizbullah’ın çökertilmesi ve Lübnan siyasetinin yeniden dizayn edilmesi açısından bir fırsat doğduğunu düşünüyorlar. Hesap burada da kapanmıyor. ABD, İran’a giden yolun Lübnan’dan geçtiğine ikna olmuş gözüküyor. Hesaplarına göre Lübnan, Tahran’ın İsrail’e yanıt verebildiği bir cephe olmaktan çıkarsa “yılanın başı” İran’ı ezmek kolaylaşacak. Şu aşamada Biden yönetimi ABD’yi savaşa çekmeden İsrail’in eliyle İran’ı ifşa edecek ve zayıflığını ortaya çıkaracak vuruşların önünü açıyor. Finale doğru basamaklar çıkılıyor. İran’ın korkuları olduğu kadar ABD’nin de korkuları var. O yüzden risk değerlendirmesi için güç dengesini test ediyorlar.
‘Büyük Orta Doğu’, ‘Orta Doğu’da yeni düzen’ ve ‘demokratik ve müreffeh gelecek’ gibi vaatlerle onlarca yıldır bölgeyi cehenneme çeviren ABD şimdi barışı asla kitabında barındırmayan, işgalci, genişlemeci ve soykırımcı bir güçle yeni bir deneme yapıyor.
YAŞATILAN ACILAR FIRTINA OLARAK DÖNECEKTİR
İsrail ile IŞİD aynı mantıkla hareket ediyor: ‘Dehşetin İdaresi’. Lübnan ve Filistin’de dizginsiz dehşet, savaş zamanında İsrail’e üstünlük kazandırabilir ama yol açtığı felaket kendisine çok sert fırtınalar olarak dönebilir. Lübnan direnişin en zayıf olduğu dönemlerde bile İsrail ve Amerikan kibrine mezar oldu. Hizbullah İsrail’e kuzeyden cephe açarken tek şart koştu: Gazze’de ateşkes. Kontrollü çatışma stratejisiyle İsrail’in bölgedeki radarlarını, kameralarını, gözetleme kulelerini felç etti. Kuzeyde işgal altındaki topraklarda yaşayan 100 bin kadar yerleşimci evlerini terk etti. Sınırın İsrail tarafında fiilen 5 km derinliğinde bir tampon oluştu. Hizbullah’a göre bu strateji İsrail birliklerinin üçte birini kuzeyde tutarak Gazze’ye yüklenmesini önlüyordu. Fakat Hizbullah’ın 11 ay sürdürdüğü bu strateji İsrail’i Gazze’de durdurmadı. Netanyahu geçen ay onay verdiği 21 günlük ateşkes önerisini reddedip tam saldırıya geçti. Hizbullah’ın kayıpları zafer olarak kutlandı. Dini okullarda zafer dansı yapıldı, TV yorumcuları kadeh kaldırdı. 7 Ekim’in getirdiği hezimet ve kasvet havası dağıldı. Kamuoyu hükümet lehine hızla değişti. Netanyahu savaşla iktidarını koruyabileceğini kanıtladı. Hizbullah’ın başsız kaldığı varsayımıyla kara harekatı için düğmeye bastıklarında İsrail ağır kayıplar vermeye başladı. Karada feleğini şaşıran ordu intikamını havadan alıyor: Beyrut’ta birkaç saatte 30 saldırının düzenlendiği geceler oluyor.
Hizbullah karada bataklık vaat ediyor. Sürecin nereye gideceğini kestirmek kolay değil.
Filistin de öle öle dirildi, yana yana küllerinden doğdu.
İran da 70 yıllık bir devlet değil. Yaptığı misillemeyle İsrail’i sınırlayamayan, Tel Aviv’in ABD tarafından dizginlenmesi beklentisi havada kalan, caydırıcılığı yara alan, itibarı sarsılan ve zayıflık emareleri gösteren İran savaştan kaçınsa bile kolayca çözülebilecek bir ülke değil.
İsrail’in taktiksel başarıları Direniş Ekseni’ni roket, füze ve SİHA fırlatmaktan da caydıramıyor. Hizbullah bir yana düne kadar dalga geçilen Irak İslami Direnişi bile artık daha isabetli atışlar yapıyor. Husilerin durmaması da ABD ve ortaklarının elindeki caydırıcılık araçlarının modasının geçtiğini gösteriyor.
Lübnan’daki darbeler İsrail’in destekçileri nezdinde 7 Ekim fiyaskosunu telafi ediyor. Lakin İsrail bütün beyin rezervini savaşa ve caydırıcılığa hasretmiş durumda. Bu rezerv barış mühendisliğine kapalı. Hiçbir eylemi kalıcı güvenlik, istikrar ve barışı temin etmiyor. Sorunun başı ABD. Amerikan medyasında görülmemiş çağrı cihazı terörü ‘taktiksel deha’ olarak övülüyor. Büyük bir hayranlık fışkırıyor. Washington’daki gurular, İran tehdidinin etkisiz hale getirilmesi için doğan fırsatın heba edilmemesi, İsrail’i aşan bu misyon için uluslararası koalisyon oluşturulması ve İsrail-Arap barışını güvenceye alacak bütün mayınların temizlenmesini şiddetle öneriyor. Böylece İsrail’den fışkıran demokrasi ışınlarıyla bütün Orta Doğu aydınlanacak! ‘Sınır demokrasisi’ bölgeye ilham verecek! Böyle buyuruyor Armageddon’un okçu birlikleri… Teslim alınmış Mahmud Abbas’ın kontrolündeki Batı Şeria’daki Apartheid’i de görmeyiverin. Ve bütün bu aydınlanma, İsrail demokrasisini öldürmekle suçlanan ve kendi halkını hırslarının rehinesi haline getiren Netanyahu’nun eliyle olacak. Ve tabii Lübnan, İsrail’in Vietnam’ı olmazsa!