Korona virüsü, Pankapitalist sistemin uygulayıcısı güçlü ülkelerin siyaset kadrosunun aymazlığını, akıl ve insaniyet dışı anlayışlarını açıkça ortaya koydu. Özellikle İngiltere başbakanı Johnson ve ABD başkanı Trump her ne kadar sonradan politikalarını gözden geçirdilerse de de baştaki söylemleriyle Sosyal Darwinizm’i çağrıştırdılar.
Sosyal Darwinizm teorisi Thomas Robert Malthus’un “Nüfus Üstüne Bir Deneme” isimli çalışması ve Herbert Spencer’ın “en güçlü olanın ayakta kalması” düşüncesi ile 19. yüzyılda ortaya çıkmış, ekonomik alanda laissez-faire anlayışıyla liberalizme; toplumsal ve siyasi alanda ise ırkçı, faşist ve emperyalist düşüncelere dayanak olarak kullanılmıştır.
En güçlü ve sağlıklı olanın hayatta kalması fikri, zayıf, hasta, yoksul, suçlu, engelli, yaşlı bireyleri dışlamayı ve buna yönelik politikaları savunmayı beraberinde getirmiş, bunun sonucu Avrupa ve ABD’de kıyımlar yaşanmıştır.
Sosyal Darwinci görüşte temel düşünce savaşın, tabiatın en temel ilkesi olduğudur. Güçlü olanın hakkını zorla kabul ettirdiği savaş, biyolojik ayıklama olarak kabul edilirken, savaşın topyekûn hale gelmesi ve sınırsızlaşması varoluşsal bir beka meselesi, apokaliptik bir söylem gibi anlatılır. Gerilim, çatışma, savaş bir hakkın ortaya konarak “seleksiyon”a gidilmesinin araçlarıdır.
Güçlü olanın haklı olduğu, güçsüz ve zayıf olanın ise yapay yollarla imha edilmesi Nazi Almanya’sı tarafından en uç noktada uygulanmıştır. Auschwitz’i yaşayan Primo Levi, insanlığın ortak acizliğinden ve bütün yaşananların tekrarlanabileceğinden korkarken bizi uyarır, ölüm efendilerinin hâlâ hayatta olduğuna ve ölüm treninin hemen yanı başımızda kalkmaya hazır beklediğine dikkat çeker.
Osmanlı’da da Sosyal Darwinizm’in etkileri aydınlar arasında görülürken (Ahmet Mithat Efendi, Abdullah Cevdet, Rıza Tevfik, Beşir Fuad, Cenap Şahabettin) 1885’de Alman Colmar von der Goltz Paşa, Osmanlı askerî eğitim sistemini yeniden yapılandırmış ve Sosyal Darwinizm düşüncelerini de Osmanlı ordusuna aktarmıştır.
Serhan Yücel- M. Murat Taşar bu durumun sonuçlarını şöyle değerlendirmekteler: “Von der Goltz’un topyekûn savaşa dair düşünceleri 1908 sonrası II. Meşrutiyet Dönemi’nde İttihatçılar tarafından uygulamaya konmuş, Alman ordu modelinin bir çözüm olacağı inancıyla, Goltz’un fikirleri kolaylıkla benimsenmiştir. Aslında Osmanlı aydını, biyolojik evrim teorisini tamamen içinde bulunulan toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlara çözüm amacıyla incelemekteydi. Yaşanılan tehdit algısı, yüzyıllarca hüküm sürülen topraklardan geri çekilme zarureti, militer toplum kurgusunu beraberinde getirmiştir. (Sosyal Darwinizm: Ortaya Çıkışı, Gelişimi Ve Erken Cumhuriyet’e’ Etkisi)
Erken Cumhuriyet döneminde ulus inşa etme sürecinin aracı milliyetçilik olduğundan Sosyal Darwinizm bu dönemin meşruiyet kaynağı kabul edilmiştir. Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı ile topyekûn bir savaştan çıkılırken beka sorununa süreklilik kazandırılmış ve her zaman topyekûn savaşa hazır olma durumu öngörülerek süreç ulus-devlet inşasıyla birlikte yürümüştür.
Beka meselesi nedeniyle ulus-devlet, ruhça ve bedence sağlam, disiplinli ve kendini her an toplum için feda edecek insanlara ihtiyaç duymaktadır. 1927 yılında yayımlanmaya başlanan Askeri Mecmua’nın her sayısının giriş sayfasında Ziya Gökalp’ın şu dizeleri yer almış: “Sakın hakkım var deme / Hak yok ,vazife vardır / Hak milletin şan onun / Gövde senin can onun / Sen öl ki o yaşasın / Dökülecek kan onun…”
Dönemin Millî Eğitim Bakanı Reşit Galip tarafından hazırlanan ve 1933 yılında uygulamaya konan “Andımız”da da kişinin varlığı Türk varlığına armağan edilerek insanın bedeninin ve ruhunun devlete ait olduğu vurgulanmakta. Türk ve Müslüman olmayanların veya kendini bu duygu içinde hissetmeyenlerin Sosyal Darwinizm’in “ayıklama” düşüncesi gereğince inkâr, imha, tehcir ve tenkile tabi tutulduğu bir gerçek.
Ulus inşa edilirken insan bedeni, militer karakterli spor yoluyla devletin siyasi yapısının bir aracı haline gelmiştir. İnsan bedeninin spor ve jimnastik yoluyla gelişmesinde görev devletindir. Dolayısıyla devletin beden üzerindeki mülkiyeti onu geliştirmekle birlikte ölüme göndermekle pekişmiştir.
Kuşkusuz faşizm ile Sosyal Darwinizm arasındaki ilişki inkâr edilemez. İngiliz siyaset bilimci Andrew Heywood bu buluşmayı şöyle ifade etmekte: “Darwinci düşünce, faşizme iyiliğin güç, kötülüğün zayıflık olduğu politik değerini aşılamıştır. Sempati, merhamet, şefkat gibi insanlığın geleneksel ve dinlerinin değeri aksine, faşizmde sadakat, görev, itaat gibi savaşa dayanan değerlere saygı gösterilmektedir. Savaş zaferle süslendiğinde, güce ve dayanıklılığa tapılır. Aynı şekilde zayıflıkla alay edilir ve zayıf ya da yetersiz olanın ortadan kaldırılması hoş karşılanır. Ortak çıkar için zayıflar feda edilir çünkü bir türün hayatta kalması, o türün mensubu bireylerin her birinin hayatından daha önemlidir. İnsancıl yaklaşım, bunun tam tersine, zayıfı korumayı öğütler. Faşizmde zayıflık ve özürlülük katlanılamaz ve yok edilmelidir.”
Savaşa karar veren ölüm efendilerinin etkilenmediği ancak savaşın sonuçlarından yaşlı, kadın ve çocukların çoğunluğu oluşturduğu milyonlarca sürgün ve mültecinin etkilendiği, acılı süreçte ölümlerin yaşandığı bir gerçek. Güçlü ülkelerin ve bu ülkelere ancak taşeronluk yapabilen ülkelerin insanlık dışı bu sonuçlara “ayıklama” gözüyle bakıp bigane kaldıkları görülüyor.
Türkiye bugün denetlenme imkânı olmayan ve diğer erkleri egemenliği altına almış bir gücün tek kişide toplandığı bir rejimde hangi noktada bulunuyor? Sosyal Darwinizm’in beka ve topyekûn savaş görüşüne uygun olarak hem içeride hem dışarıda ölümü kutsamaya, askerlerini hava desteği olmadan başka bir ülkenin sınırları içinde güvencesiz ve risk altında tutmaya devam ediyor.
Deprem riski altında olan binalarla ilgili bir iyileştirme yapacağına kentsel dönüşüm adı altında rantı cazip bölgelerde yüksek binaların yapılmasını teşvik ediyor. Böylece ölüm riski altında yaşayan insanları önemsemeyerek, sonucu öngörmesine rağmen ayıklanmayı kolaylaştırıcı davranıyor.
İktidar, küresel düzeyde ciddi sonuçlar yaratan bir bulaşıcı hastalığın tedbirlerini almakta gecikmeli ve aciz davranıyor. Anayasanın devlete atfettiği “sosyal” niteliğine aykırı politikalar dayatıyor. Bilim Kurulu’nun önerileri doğrultusunda salgının hızının kesilmesi için en azından riski fazla bölgelerde çalışan insanların masraflarını karşılayarak sınırlı bir süre evden dışarı çıkmalarını engelleyecek kararları alamıyor.
Çünkü iktidar Merkez Bankası’nda böyle zor günler için ayrılan ihtiyat akçesini hazineye devrederek zorunluluk göstermeyen yerlerde harcamış durumda. İşsizlik Sigortası Fonu’nda toplanan paradan ne kadar kaldığı bilinmiyor ve bu fon kaynak olarak harekete geçirilemiyor.
Bırakın sosyal devletin gereklerini yerine getirmeyi, iktidar yanlış politikalarının sonucunu vatandaştan yardım parası isteyerek ödetmek istiyor.
Büyük çoğunluğu ailelerin yanında ikamet eden 65 yaşından büyük insanları eve tıkıp, ailenin diğer fertlerinin çalışmasına müsaade ederek onların hayatını daha çok riske atıyor. İrrasyonelliğin doruğuna varıyor.
Çalışarak hayatını idame ettiren insanlardan evde kalmalarını isteyen iktidar, bu insanların haklı ve mantıklı itirazını dikkate alacağına, bu insanları gözaltına alıp, topluma gözdağı veriyor. Geleneksel ve dini değerler olan sevgi, merhamet, şefkatle davranacağına faşizmin savaşa dayanan değerleri olan sadakat ve itaati istiyor.
Ceza infaz kurumlarındaki tüm tutuklu ve hükümlülerin yaşama haklarının teminatı olması gereken devlet tutuklu ve hükümlülerin ceza infaz sürelerinde indirime giderken ayrımcılık yaparak siyasi suçlardan tutuklu ve hükümlü olanları istisna tutuyor.
Türkiye, mevcut iktidar eliyle ve kifayetsiz muhalefetin aymazlığıyla Sosyal Darwinizm’in faşizmle buluştuğu kavşağa yani “ayıklama”ya gidiyor.