Kemal Kılıçdaroğlu ittifakın cumhurbaşkanı adayı oldu. Sevindim. Hakkındaki ilk yazıyı 2009’da, belediye başkanlığına adayken yazmış, niteliksiz burjuvazimizin bir uzantısı tarafından ‘arşivi yok edilen’ Radikal 2’deki ‘Kılıçdaroğlu ve Bekaroğlu’ başlıklı yazıda, o esnada HAS Parti’de olan Mehmet Bekaroğlu ve CHP’li Kılıçdaroğlu’nun kendi partilerinin genel başkanı olmalarının ülke için ‘hayırlara vesile olacağını’ dile getirmiştim. Bu, 2009’daki propaganda sürecine ilişkin bir yorum ve dilekti. Sürpriz bir biçimde, oldu hakikaten.
Sonrasında, bazen destekleyen bezen eleştiren çok sayıda yazı kaleme aldım. Kılıçdaroğlu’nun ayrıntılı profilini ileriki bir tarihe bırakıp artık herkesin haberdar olduğunu tahmin ettiğim Umut Sarıkaya’nın karikatüründen ilhamla bitireyim bu faslı. Malum, Sarıkaya’nın, bir muhalif yurttaş ruh halini nefis betimlediği karikatüründe, Marx yanındaki Engels’e bakıp “Kılıçdaroğlu iyi adam lan…” diyor ve Engels’in solunda oturan Lenin’in hayret dolu bakışıyla karşılaşıyor. Ezcümle, Kılıçdaroğlu iyi, vicdan sahibi bir insan, umuyorum ‘herkesle birlikte’ kazanacaktır. Bunun için seçim bitene, sonuçlar açıklanana, ilgili prosedür tamamlanana dek beklemek gerekiyor tabii.
Son aylarda yaşananlar, deprem, depremin yönetimi ve sonuçları, muhalif koalisyon içindeki tartışma ve uzlaşmalar, geleceğe ilişkin de bir şeyler söylüyor. Gezi ve Gezi Parkı hakkındaki her gevezeliğimde, “Gezi, geleceğin yönetim biçimidir” ifadesini kullandım. Gezi’ye yönelik tepkilerin de yalnızca iktidarın korkularından değil, olup bitenin, bir başka deyişle ‘yeni’ olanın tam olarak anlaşılmamasından kaynaklandığı kanısındayım. İktidarda böyle bir partinin oluşu kuşkusuz pek çok açıdan belirleyiciydi o günlerde, ancak bir başka parti ya da koalisyon da olsaydı, muhtemelen Gezi zamanındaki umut verici karmaşayı anlamakta zorlanacaktı.
Bu cümleleri, Türkiye’yi yönetenlerin ve onlara muhalif olanların zihniyeti ve ait oldukları siyasi çizgileri göz önünde bulundurarak yazıyorum. Kuşak, hep yaş çağrıştırır ve ayrıca insanın yaş aldıkça katılaştığı tespiti çok yanlış sayılmaz herhalde. Buna mukabil bir de ‘bir siyasi geleneğin takipçisi’ olarak kuşak olgusundan söz edebiliriz. Bunun yaşla ilgisi yok. Zamanında, üniversitede bir meslektaşımla birlikte partilerin gençlik örgütlerine üç beş günlük bir seminer vermiştik. Gençlerin neredeyse tümü liderlerini taklit etme eğilimindeydi, bedensel ve sözsel. Çok garip ve rahatsız edici bir durumdu. Bazı şeylerin değişmesi hiç kolay olmuyor, değişim için gerekli yol yordam kolaylıkla bulunamıyor.
Prusyalı general Carl von Clausewitz’in, 19’uncu yüzyılın ikinci çeyreğinde yazdığı ‘Savaş Üzerine’ başlıklı kitabı çoğunuzun bildiğini düşünüyorum. Savaşı her boyutuyla ele alır bu etkileyici eser. Bir savaşta başarı sağlayan taktiğin, her savaşta geçerli olacağını düşünmenin büyük bir yanılgı olduğunu belirtir. Her savaşta, ‘savaş sanatı’ dediği yöntemler bütünü, komutan tarafından yeniden bulunmalıdır. Aksi halde savaşı kaybetmek pek mümkün (Yeri gelmişken, özellikle genç okura, bir tür siyaset yapma şeklinin olağanüstü örneği olarak ‘Baba I ve II’yi de dikkatlice, birkaç kez, her ayrıntıyı ciddiye alarak seyretmelerini öneririm.)
Clausewitz’in kuramını yönetim ilkelerine ve ideolojisine, bugünün siyasetine uyarlarsak… Geçmişin işe yarar (ya da öyle olduğu düşünülmüş) yöntem ve taktiklerini günümüzde uygulamaya kalkıp aynı sonucu almayı beklemek pek akıl kârı olmaz. Bugün ülke yönetenler ve yönetmeye talip olanlar, büyük ölçüde geçmişi temsil ediyor ve çok doğaldır ki bildikleri yol yordam, geçmişten getirdikleri. Bu yüzden, Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü’ne başlaması beni çok heyecanlandırmıştı, çünkü yeni olanı, Türkiye’de siyaset yapmanın yeni biçimini temsil ediyordu o yürüyüş.
Tabii, yeni olanı görüp istemek başka, ona ulaşabilmek başka bir konu. Her şeyin altüst olduğu bir evrede, örneğin faşizm de kendisine son derece bereketli bir alan bulabilir. Önemli olan neyi, hangi toplumsal niteliği güçlendirmeye çalıştığımız. Bütün mesele, Bilişim Devrimi’nin, Sanayi Devrimi’nden iki asır sonra dünyada yarattığı büyük dönüşümü, üretim ve bölüşüm ilişkilerinde neden olduğu/olacağı değişimi fark etmek, bunun üzerine kafa yormak. Çünkü yalnızca bireysel yaşamlarımızda değil, kamusal yaşamı, temsil ilişkilerini tepeden tırnağa değiştirecek olanaklar sunuyor yaşadığımız çağ.
Bizim alanın kitaplarında, doğrudan demokrasinin uygulanabilirliği hemen her zaman coğrafi büyüklükle ilişkili açıklanır. Eski Yunan kent devletleri, şimdi İsviçre kantonları, belki bir ölçüde küçük nüfuslu İskandinav ülkelerinin yerel yönetimleri vs. Oysa bilişimdeki sıçrama coğrafi zorlukları büyük ölçüde aşılabilir hale getirdi. Bırakın ülke sınırları içindekileri, ülkeler-halklar arasındaki iletişimi de kolaylaştırdı. Yine yazacağım zaten, burada uzatmayayım, önemli olan bu heyecan verici gelişmenin yurttaş-temsilci arasındaki ilişki üzerinde de belirleyici olacağını kavramak.
Bu nedenle, örneğin Türkiye’de de yerel yönetim ve yöneticiler giderek daha fazla konuşulur oluyor. Bu nedenle, yerel yönetimlerin etkisini kendi sınırları dışında gözlemleyebiliyoruz. Bu nedenle, sivil toplumun ve hatta kişilerin girişimleri böylesine büyük ses getiriyor. Bu nedenle, insanların güvenini kazanmış bir şarkıcı, oluşturduğu ağ sayesinde ülkenin her yerine ulaşıp etkin ve etkili olabiliyor.
Ve bu nedenle, örneğin artık hiçbir siyasetçinin eylemi, yalnızca o ve çevresindekilerin kararıyla belirlenmiyor. Onlarca yıl önceki, “Demirel Cindoruk’a şunu demiş, o da İsmet Sezgin’le konuşmuş, o esnada Ecevit…” siyaseti, çoğunu yıllar sonra öğrendiğimiz söylentiler düzeyindeydi. Şimdi kamuoyu her şeyi o anda takip edip baskı kurabiliyor, kararları yönlendirebiliyor.
Bir kez daha: Yeni bir şeylerle karşı karşıyayız ve bu yenilik elbette her devirde olduğu gibi, eskinin direnciyle karşılaşacak.
Halkın geleceği, mutluluğu, yaşamı üzerindeki hakimiyeti, giderek ve daha önce hiç olmadığı ölçüde onun ellerinde artık. Buna mukabil, halk bunun tam anlamıyla farkında değil henüz ama o da olacak, kolay değil. Bu gerçeği ve bir önceki savaşın taktik ve araçlarıyla yenisinin kazanılamayacağını, er ya da geç, herkes gibi siyasetçiler de fark edecek…
‘Bir belediye başkanı, cumhurbaşkanı yardımcısı olabilir mi?’ sorusuna ilişkin kısa bir not:
Millet İttifakı Mutabakatı’nın 12’nci maddesine göre: “İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanları Sayın Cumhurbaşkanının uygun gördüğü zamanda ve tanımlanmış görevlerle Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak atanacaklardır.”
Rivayet odur ki bu formül Meral Akşener ile arayı bulmak için önerilmiş ve kabul görmüş. Gerekli mi gereksiz mi, başka mesele, ittifakı kurtarmak için fena bir öneriye/çözüme benzemiyor. Dikkat edilirse maddede bu atamaların ne zaman yapılacağı belirtilmemiş, nasıl yetkilendirilecekleri de. Doğrusu da bu. Bana, “Günü gelince bakarız” vaadi gibi geldi ve o koşullarda, beklenebilir.
Söz konusu önerinin, iktidar hukukçularına yıllar sonra Anayasa’nın varlığını hatırlatmak gibi bir yararı da oldu. Eğer Kılıçdaroğlu seçilir ve iki belediye başkanını hemen yardımcı atarsa, o gün ‘uzun yazımı’ yazarım.
Şimdilik, yalnızca şunu söylemeyi yeterli buluyorum:
Zamanında rütbeli askerler siyasi gelişmelere dair açıklama yapar, itiraz edildiğinde “Canım biz vatandaş değil miyiz, düşüncemizi söyleyemez miyiz?” yanıtını verirlerdi. Bizler de, “Doğru, vatandaşsınız ve ülkedeki hiçbir yasada ‘Rütbeli askerler şu şu konularda görüş beyan etmemeli’ benzeri bir düzenleme yok, ancak siz rütbeli askerseniz ve konumunuzu bilerek davranmalısınız” derdik.
Bir hukuksal sorunla karşılaşınca mevzuatı açıp “Herhangi bir engel yok” demeyi ve bununla yetinmeyi doğru bulmuyorum. Mevzuat her durumu ayrıca düzenlemez, böyle bir şey olanak dışıdır, uyulması gereken ilkeler, ayrıca anayasal-yasal gelenekler vardır.
Yinelemem gerekirse, anayasa-yasa hükümleri tartışmasına ve olası açmazlara girmeyi anlamlı bulmuyorum; ancak anayasanın “İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır” (123) ve “Mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir” (127) diyen hükümlerini hatırlatırım. Ve “Mümkündür” diyenlere şu üç soruyu yöneltmek isterim:
1.Erdoğan bir belediye başkanını yardımcı atamak isteseydi, muhaliflerce nasıl yorumlanırdı ve ola ki seçimi kazanır da bunu yaparsa ne denilebilir?
2.Eğer hukuksal sorunu ele alırken benimsenen yaklaşım “Mevzuata baktık engel yok” ise, bunca kayyım atanmasına neden karşı çıktık? (Çıktık mı!) Güçlü yerel idareyi neden savunduk? (Savunduk mu!)
3.Yine, eğer uygun görülen yorum buysa, bir belediye başkanı, örneğin içişleri bakanı da olabilir mi?
Kılıçdaroğlu seçildiğinde eğer o atamaları yapmak istiyorsa ve başkanlar istifa etmeyecekse (ki etmemeliler), belediye başkanlarının görev sürelerinin sona ermesi beklenmeli. Günü gelirse (umuyorum gelmez), uzunca tartışırız.
Demokratik bir sistemde yalnızca ‘norm’ değil, AKP’nin yerle yeksan ettiği gelenekler, teamüller de son derece hayati öneme sahiptir. Merkezi ve yerel idarecilerin sistem içindeki ‘konumlarını bilmesi’ de bunlardan biri.