Konumuz liderlerin mal varlıkları. Liderler derken kastettiğim birkaç siyasi partinin lideri değil elbette, onların adlarından isimlerinden falan da bahsedecek değilim. Konu esasında şu; bir ülkenin lideri neden mülksüz olmalıdır? Siyaset neden servet yapma aracı olmamalıdır?
Bugün baktığımızda siyaset daha çok bir çapul ve yağma faaliyeti olarak görülüyor. İnsanlar siyasete giriyor, lider oluyor, devleti yönetiyor ama sonuçta bütün bunlar yolunu bulmak için bütün bunlar kendisine servet yapmak için bütün bunlar kendi cebini şişirmek için oluyor. Oysa siyaset bunun tam tersi için yapılmalıdır. Yani siyaset servet yığma aracı olarak değil, servet yığma aracı olarak kullanılmasına engel olmak için yapılmalıdır. Birileri siyaseti servet yapma aracı olarak kullanıyordur sizde siyasete girersiniz ben buna mâni olacağım dersiniz. Siyaset servet yığma aracı değildir dersiniz, hizmet etme aracıdır dersiniz. Halkına hizmet etmek isteyen, adalete iman etmiş olan ve bir ülkede milletin ortak organizasyonu olan devletin düzgün işlemesini, hakikaten vatandaşa hizmet etmesini sağlamak amacıyla bu işlere giriyorum dersiniz. Çünkü din-u devlet kamu hizmetidir yani din ve devlet ile uğraşanlar kamu adamıdırlar.
Kamu demek herkes demektir, kamu herkese ait olan demektir. Şu halde din herkese ait olanı ifade ediyor. En azından Allah’a inananlar açısından; Allah herkesin Allah’ı olduğu için Allah’ın dinine hizmet eden bir kişi de herkese hizmet etmiş oluyor. Çünkü herkesin Allah’ı adına ortada konuşuyor şahsi bir işi yok, özel bir işle uğraşmıyor kendine yontmak o nedenle burada mümkün olmaz. Çünkü siz kendinizi herkesin işine adamışsınız herkesin işine kendisini adayanlar herkesin verdiği maaş kadarıyla geçinirler o kadar. Devlet de böyledir herkese aittir ve vatandaşlarının vergileriyle ayakta durmaktadır. Bu nedenle şahsileşemez özelleşemez. Din-u devlet bu nedenle şahsi ve özel bir alan değildir herkese ait bir alan olduğu için bunun görevlisinden temizlikçisine en tepedeki liderine kadar dinin ve devletin bütün görevlileri kamu hizmetkarlarıdırlar. Bu nedenle kamudan aldıkları maaş kadar geçinirler daha fazlasını ne isteyebilirler ne de kendi zimmetlerine geçirebilirler. Bu nedenle din-u devlet mülk-ü millet denmiştir yani devlet ve millet için çalışanların bütün varlığı bütün mülkiyeti millete aittir.
Peygamberler en büyük kamu davası adına ortaya çıkan kişilerdir. Allah adına ortaya çıkarlar. Allah dış dünyada görünür bir nesne değildir bu nedenle insanların inanmış olduğu Allah’ın kendilerine hitaben konuştuğunu ve oradan sesler ve sözler getirdiklerini iddia ederler. Peki ya doğru değilse o zaman bu halkı kandırmak anlamına gelir eğer doğruysa herkese ait olan adına konuştukları için kendi şahıslarına bir şey isteyemezler, kendi adlarına çalışamazlar elde ettikleri makam, mevki, nüfuz, servet, maddi ve manevi bütün kazanımlar herkes aittir kendilerine ait değildir.
Şimdi buna kamu bilinci diyoruz, din ve devlet için uğraşanların birçoğunda bu bilincin olmadığını görüyoruz vatandaş devleti kendi çiftliği gibi görüyor. Vatandaş dini kendisine para basan bir sektör olarak, dindarları da müşteriler olarak görüyor. Devleti bir kazanç kapısı olarak, vatandaşları da vergileriyle kendisini besleyen bir sağmal inek gibi görüyor. Sağılacak insanlar topluluğu olarak görüyor hem dini hem de devleti bir kazanca sektöre dönüştürmek söz konusu. Bu nedenle bunun panzehri şudur; bir siyasetçi ister belediye başkanı olsun ister bakan olsun isterse başbakan, cumhurbaşkanı olsun “ceketiyle gelecek ceketiyle gidecek” bu Türkçede bir deyimdir. Yani göreve nasıl geldiyse öyle tamamlayıp bitirecek.
Din-u devlet faaliyeti yani devlet ve din için çaba sarf etme uğraşma kendisine ek bir kazanç, servet, para kazandırmayacak nasıl başlamışsa öyle bitirecek. Buna İslam kültüründe züht diyoruz yani kişinin makamlara mevkilere gelmesinin onda bir değişikliğe yol açmaması, kendi menfaati ve tasarrufu için el uzatmaması, kişinin paraya, servete eli değdiği halde kendi elinden bütün bunlar geçtiği halde bunların hiçbirinin kişiyi değiştirmemesi demektir. Çok etkili nüfuzlu makamlarda bulunmasına rağmen o makamların kişinin ruhunda ve karakterinde herhangi bir değişikliğe yol açmaması demektir. Züht dünyevi varlıkların imkanların kişiyi değiştirmemesidir, bunu uygulayabilene de zahit denir. İslam kültüründe dünya o kişiyi değiştirmez ister yoksul olsun ister zengin ister nüfuzlu olsun ister sıradan bir kişi, bütün bu haller değiştiği halde dünya onun üzerinde bir sürü şekillere girdiği halde onda hiçbir değişiklik olmadığını görürsünüz peygamberler böyle insanlardı.
Muhammed peygamber Hira mağarasında peygamberliğe başladı. 23 yıl sürdü Mekke’den Medine’ye göç etti. Bedir Savaşı, Uhud Savaşı, Hendek Savaşı, Huneyn seferi, Tebük seferi 63 kez Medine saldırıya uğradı 27 sine bizatihi katıldı. Saldırganlardan kendisine deve, koyun, keçi, at, hurma tarlaları, esirler, köleler kaldı fakat bunların hiçbirini bir kuruşunu bile kendi servetine dönüştürmedi.
Köleleri serbest bıraktı. Tarlaları yoksullar arasında dağıttı. Ele geçen develeri, koyunları, keçileri, atları olmayanlara aktardı muhtaçlara verdi daima zengin ile yoksulun arasındaki farkı nasıl gideririm sorusuna cevap aradı, bütün zihni buraya çalışıyordu.
Ganimet dediğimiz saldırganlardan kalan bir takım savaş malzemelerini dahi ele geçtiğinde bu amaçla kullanıyordu. Bir şekilde zenginden alıp yoksula dağıtmak o günkü dünyanın sosyal adalet formülü ve sistemiydi o da böyle hareket ediyordu. Bundan 14 asır öncesinden bahsediyoruz. Hiyerarşik devlet yoktu, vergi sistemi yoktu, krallık vardı, kılıç vardı, kaba kuvvet vardı. Mekke ve Medine’ye hükmeden tarla sahipleri köle sahipleri gibi tefeci bezirganlar söz konusuydu.
Böyle bir dünyada elinde peygamberlik gibi bir imkân olduğu halde, peygamber olması nedeniyle binlerce inananı olduğu halde, önüne tarlalar bağlar bahçeler altınlar gümüşler serildiği halde, kendisini 23 yıl boyunca asla zengin etmedi, bir kuruş bile cebine geçmeden ceketiyle gelip ceketiyle gitti. Vefat ettiğinde hiçbir mülkiyeti yoktu geriye miras da bırakmadı. Mezara gömüldüğünde bir kuruşu 7 dinarı bile yoktu bunu çok bilinçli olarak peygamberliği kendi şahsi menfaati için kullandı denilmesin diye yapıyordu.
Peygamberlik ile beraber bir de Medine Sözleşmesi çerçevesinde oluşan hakemlik rolü de bugünkü karşılığıyla devlet görevi de vardı ama o gün ona devlet denmiyordu. İhtilafları çözen bir hakem gibiydi ama hazinenin başındaydı. Dinarlar altınlar gümüşler servetler elinin altından akıp gidiyordu fakat bunların hiçbirine el uzatmadı ve bunu bilinçli olarak yaptı. Yani din-u devlet İslam peygamberini zengin etmedi bilinçli olarak buna karşı durdu ve öyle öldü.
Müslümanlara buradan bir mesaj çıkıyor o da şudur: Ülke liderleri devletin başında olanlar din namına konuşanlar böyle olmalıdır, onlar da tıpkı peygamber gibi ceketleriyle gelip ceketleriyle gitmelidirler. Din üzerinden devlet üzerinden bir kuruş dahi servet biriktirmemelidirler. Sadece yaşayacak kadar bu dünyada bir gelirleri olmalıdır çünkü kamu adamıdırlar. Eğer ticaret yapmak para kazanmak servet yapmak istiyorlarsa dinin ve devletin yakasından düşmelidirler. Bunu din ve devlet aracılığıyla yapamazlar, din ve devlet üzerinden yapamazlar. Giderler alım satımla uğraşırlar, dağları delerler, bir yerden bir yere mal getirirler götürürler. İşte o ticaret bunlara bir şeyler kazandırır mı? Evet kazandırır peki buradan kazanılanlar sonuna kadar helal midir? Tam belli değil ne kadarı kâr ne kadarı emek ne kadarı hakkı ne kadar değil orası tam belli değil, ona da dikkat etmeleri gerekir ama servet biriktirmek zenginleşmek istiyorlarsa bunu din-u devlet eski tabirle din ve devlet üzerinden yapamazlar.
Hiçbir din görevlisi, insanları Allah’a çağıran dine hizmet ettiğini söyleyen kişi din üzerinden servet biriktiremez. Biriktirmiş ise bu din diliyle haramdır, ateştir; seküler dille hukuk diliyle yasaktır, haksız kazançtır.
Aynı şekilde hiçbir devlet görevlisi, hiçbir siyasi lider kamu üzerinden, kamu hazinesi üzerinden yani devlet malları üzerinden ve devlette elde ettiği nüfuz ve hiyerarşi üzerinden elde ettiği gücü kendi şahsi servet birikimine çevirmemelidir. Âşık Sümmâni bir şiirinin de der ki; “dünyayı sevenler veli değildir “ yani İslam kültüründe dünyayı sevmek demek dünya malına düşkün olmak demektir. Makamlara mevkilere paraya zenginliğe düşkün olmak dünyayı sevmek diye ifade edilir. İşte bu şekilde dünyayı sevenler mala mülke düşkün olanlar servet peşinde koşanlar bununla kendilerinin iyi bir insan olduğunu başka insanlara göstermek isteyenler veli olamazlar yani Allah’ın dostu olamazlar. Allah yolunun yolcuları olamazlar aynı şekilde kendisine devletten servet biriktiren birisi halkın lideri olamaz, insanların peşinden gittiği birisi olamaz.
Benim bir kişiyi lider olarak görmem için mülksüz olması gerekir. Evet sadece kendi hayatını idame ettirecek kadar bir geliri olmalıdır. Öyle olduğu zaman onun devlet adına ve din adına söylediklerini dinlerim, öyle olduğu zaman onu devlette lider dinde önder kabul ederim, ölçü budur en önemli birinci ölçü budur diğerleri sonra gelir. Yetenekli olmalıdır, cesur olmalıdır, işleri evirip çevirebilmelidir, adaleti sağlayabilmelidir, bilgili olmalıdır, sağlıklı olmalıdır, ufku açık olmalıdır, bunların hepsi daha sonra gelir.
İlk ve en öncelikli şart şudur; eğer devlette bir siyasi hareketin lideri olacaksanız, devleti yönetmeye talipseniz veya yönetiyorsanız birinci şart züht sahibi olacaksınız. Veli olacaksınız yani malda mülkte gözünüz olmayacak, malınız mülkünüz de olmayacak varsa bile onu ihtiyaç sahiplerine dağıtacaksınız, günlük yaşayacaksınız aylık yaşayacaksınız.
Eğer din adına konuşuyorsanız bu da aynı şekildedir. Benim bir insanı peygamber olarak, Allah adına konuşan birisi, İslam alimi, İslam adına din adına Hristiyanlık adına Yahudilik hakkında hatta onlarda dahil konuşan birisi olarak görmem için sözlerini dinlemem için meşru kabul etmem için şart yine aynıdır. Nasıl yaşadığına ne yediğine içtiğine ne kadar ne biriktirdiğine veya biriktirmediğine bakarım. Eğer bu noktada imtihanı geçmişse eğer bu noktada istenileni yapmış ise alın terinden, emeğinden, cesaretinden, bilgisinden, yiğitliğinden, ufkunun açık olmasından, yeteneğinden, becerisinden, ehliyetinden, liyakatinden başka bir şeyi yoksa o kişi gerçek liderdir ve onun memlekete ve insanlığa vereceği çok şey vardır.
Bu nedenle dünyanın başına dünyalıkta gözü olmayanlar geçmelidir.