Berkant Gültekin
Türkiye yeni yıla yoğunlaşan siyasi baskılarla girdi. Kürt siyasi hareketiyle adı konulmayan, detayları kimselerle paylaşılmayan ve hatta hakkında sorulan sorular bile “mevzu hassas” denilerek geçiştirilen tuhaf bir “süreç” işletilirken, iktidar tam da bu sürecin anti-demokratik kimyasına yaraşır bir saldırı temposu tutturdu.
Adeta ağzını açana soruşturma açılıyor, denk getirilene gözaltı yapılıyor. Zaten uzun dönemdir hükmünü yitirmiş olan kuvvetler ayrılığı prensibi, siyasi meselelerle ilgilenen yargı kadrolarının hükümete tam biat gösterdiği bir hukuk pratiğiyle taçlandı. Malum savcı, hakkında söylenen tek sözü bile affetmiyor. Yapılan eleştiriler ve gösterilen tepkiler, “tehdit”, “şantaj”, “hakaret” etiketleriyle bir bir ceza dosyasına dönüştürülüyor.
Önceki gün İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında, internet haber siteleri tarafından henüz konuşmasının tamamı bile deşifre edilmemişken, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’e yönelik sözleri nedeniyle “terörle mücadele eden kişileri hedef gösterdiği” iddiasıyla soruşturma başlatıldı. Dün de CHP Manisa Yunusemre Belediye Meclis Üyesi Mertcan Üreten, Gürlek’i eleştiren sosyal medya paylaşımı nedeniyle Manisa’da gözaltına alındı.
Belli ki iktidarın frene basmak gibi bir niyeti yok. Erdoğan’ın yerel seçim mağlubiyetinin şokunu atlamak için devreye soktuğu “yumuşama” taktiği, yerini dört koldan taarruza bıraktı. Geçim krizinin tüm yakıcılığıyla etkisini koruduğu Türkiye’nin mevcut koşullarında yargı mekanizması üzerinden kurulan siyasi baskının dozu bu yüzden artıyor. Düzen, milyonları kıt kanaat yaşamaya ve borçlanmaya mahkûm ederken kendi hakimiyetini süreklileştirmek adına daha sert ve acımasız yöntemlere başvuruyor.
İktidar tüm bunları art arda yapabiliyor çünkü önünde durabilecek ve kendisine yanlışlarının siyasi maliyetini ödetebilecek bir güçle karşılaşmıyor. Muhalefetten yükselen sert ve iddialı sözler ya da çeşitli sembollerin kullanıldığı mini kampanyalar iktidarın saldırı zincirini kıramıyor. Tersine, muhalif kitlelerin moralini düşürmek gibi negatif bir sonuç yaratıyor. “İktidar bunu nasıl yapabiliyor?” sorusunun cevabı, aynı zamanda “Gidişatı durdurmak için ne yapılabilir?” sorusunun cevabını da içinde barındırıyor.
Evrendeki her şeyin olduğu gibi siyasetin de bir geometrisi var. Türkiye’de iktidarın yönetim anlayışı bütün bir olarak ülkeyi etkilemesine rağmen siyasette halkın, yani bu düzenin gerçek mağdurlarının sesini ve iradesini görünmez kılan bir tıkanıklık hali varsa, bu durum esas olarak ülkedeki siyasal geometriyle ilgilidir. AKP rejimi, sahnenin, yani siyasetin yüzey alanının olabildiğince küçüldüğü, bu alanın yalnızca belli aktörleri içine alıp toplumsal öznelere kapandığı, belirsizliklerin ve sürpriz dinamiklerin dışlandığı steril bir zeminde hareket etmek istiyor. Yıllardır “Türkiye siyaseti” diye isimlendirdiğimiz şey de işte böyle işliyor.
Bu siyasal geometri nedeniyle iktidarı bunalıma sokacak gündemler ve aksiyonlar, bir türlü ülke siyasetinin odak noktası haline gelemiyor. Düzenin hırpaladığı geniş toplumsal kesimlerin memnuniyetsizliği güçlü bir politik itiraza dönüşemediği için o küçük sahnedeki kurgu asla bozulmuyor. Muhalefet, “temsilci”-“aracı”-“vekil” faaliyetine sıkıştığından, muhalif siyasiler, mevcut acı gerçekliği bizzat onu yaşayan kesimlere tekrar tekrar anlatmaktan öteye geçemiyor. Bir büyük potansiyel böyle böyle heba oluyor, yıllar, seçimler geçiyor ama resim değişmiyor.
Dolayısıyla AKP’ye karşı verilecek mücadelenin başlangıç noktası, düzenin üzerine kendi hegemonyasını bina ettiği mevcut siyasal geometriyi değiştirme çabası olmalı. Muhalefet, iktidarı gerçekten yenmek istiyorsa, toplumsal itirazı dönüştürücü bir politik enerjiye çevirerek siyasal geometriyi değiştirmek ve siyasetin yüzey alanını olabildiğince büyütmek zorunda. İktidara en etkili karşılık anca bu şekilde verilebilir.
Siyasetin yüzey alanını genişletmeyip kurulu sahnede hareket ederek rejimin saldırılarına karşı koyabilmek olanaksız. Hatta muhtemel ki o sahne, yarın daha da küçülecek.