Tarikat yurdunda geçen bir büyüme hikâyesini anlatan otobiyografik film ‘Yurt’ yarın 31. Altın Koza Film Festivali’nde. Yönetmen Nehir Tuna siyah beyaz filme ilişkin, “Benim anılarım da hiçbir zaman renkli değildi” diyor.
Işıl Çalışkan
Yönetmen Nehir Tuna’nın ödüllü ilk uzun metrajı ‘Yurt’, seküler ve dini değerler arasında sıkışıp kalan 14 yaşındaki Ahmet’in kimlik arayışını çarpıcı bir şekilde beyazperdeye taşıyor. Film, özel bir kolejde okuyan Ahmet’in, babasının zoruyla yerleştirildiği bir tarikat yurdunda yaşadığı buhranı, karmaşık iç dünyasını ve kimlik arayışını gözler önüne seriyor. Tuna, filmde Ahmet’in deneyimleri aracılığıyla, Türkiye’nin güncel sorunlarından biri olan dinî radikalizmin gençler üzerindeki etkilerini mercek altına alıyor. 90’lı yılların sonundaki siyasi kutuplaşma ve gergin politik atmosferi arka plan olarak alan film, yalnızca bir gencin hikâyesi değil, aynı zamanda toplumsal bir eleştiri niteliğinde.
Filmde Doğa Karakaş, Can Bartu Arslan, Ozan Çelik, Tansu Biçer, Didem Ellialtı rol alıyor. Geçtiğimiz günlerde Uluslararası Ayvalık Film Festivali’nde de gösterilen Yurt, yarın 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali kapsamında saat 16.30’da Cinema Pink Salon 6’da seyirciyle buluşacak. Yönetmenle filmini ve hikâyenin otobiyografik taraflarını konuştuk.
Anlatmak istediğin hikâye aslında bir anlamda kişisel sorgulamaları da içeriyor. Bunları yansıtmaktan çekinmedin mi?
Aslında ne kadar samimi olursan bu, o kadar yansıyor. Kişisel bir şey yaparken tabii ki kırılgan oluyorsunuz. Hele ki bu kendi çocukluğunuzla ilgili olursa sizi siz yapan yıllara dönüyorsunuz. Çok büyük bir etkisi olan bir döneme dönüyorsunuz. Pek kolay olmuyor ama aşırı zevk veren de bir tarafı var çünkü her ne kadar muhteşem bir çocukluk geçirmeseniz de travmatik şeyler yaşasanız da geriye dönüp baktığınızda hep iyi taraflarını hatırlama eğilimindesiniz. İnsan nostaljiyle bakar geçmişe. Bence iyileştirici bir tarafı da oldu. Yani beni her zaman dinç tutan bir şey oldu. Her aşamasını istekle, zevkle yaptığım bir şeydi benim için. Şikayetçi değilim, bayağı razıyım.
Bu otobiyografik bir hikâye. Aslında özelini açıyorsun. Kendine otosansür uyguladınız mı?
Otosansür, genellikle belirli bir yere bağlı olduğunuzda ya da destek aldığınızda devreye girer. O yerin belirli kuralları vardır; bazı hassas konularda çekinceler oluşur. Benim böyle bir durumum yoktu. Kültür Bakanlığı’ndan destek almadım. Kendi hikâyemi anlatmak istiyordum, bu yüzden kendimi kısıtlamadım. Sinematik açıdan seyirciye daha iyi geçebilecek farklı yaklaşımlar düşünebilirdim ama yapmak istediğime sadık kaldım.
Hikâye doksanlı yıllarda geçiyor. O dönem cemaat yurtlarına baskı vardı. Bu dönem ise tam tersi bir durum söz konusu. Senin bu konuda düşüncelerini merak ediyorum.
O dönemden bu zamana çok şey değişti tabii. Ben her zaman insanların kendi seçimlerini özgürce yaşayabilmelerinden yanayım. Bir anne babaya çocuklarını nasıl eğitmelerini gerektiğini söyleyecek değilim ama bir yandan da benim amacım bu filmin olabildiğince anne babaya ulaşması. Çocuklarının iyiliği için yaptıkları şeylerin belki de iyi bir seçim olmayacağını göstermek. Ben her zaman babamın yaptığı şeyi aslında o anki yaşadığı heyecanı benimle paylaşmak olarak gördüm. İnsanlar yaşadıkları aydınlanmanın yolunu kendileri bulabilirse, keşfedebilirse ne mutlu ama bir şey dikte edildiğinde ona sevgiyle değil, ona daha mesafeli yaklaşıyorsun. O bulunan yolun anlamı aslında önce kaybolmayı yaşamakla değerli hale geliyor. Biri yol gösterdiğinde çocuklar o yoldan gitmek istemeyebilir. Ailelerin çocukların eğitiminde daha dikkatli olmalarını sağlayacak bir işe vesile olursam ne mutlu.
‘TEK DEĞİLMİŞİM’ DİYORLAR
Benzer yollardan geçmiş, yurtlarda kalmış insanlar, çocuklar sana ulaştı mı?
Evet. “Ben de yurtta kaldım, bu benim hikâyem”, “Benim hikâyeme ne kadar benziyor” gibi şeyler çok duydum. Bunu gelip söyleyenler çok eğitimli insanlar, çok parlak çocuklar. Bir sürü zorluk yaşamışlar. Ailelerin şefkatlerinden uzak büyümüşler. Ama bir yandan da o mücadeleyi asla bırakmamışlar. Karşı çıkmamışlar ailelerine. Bir şekilde sabır deyip yollarına devam etmişler. Ama tabii ki bunun ağırlığını yaşıyorlar. İnsanların filmi beğenmesinin sebebi de bu biraz. O benzerliği görmek ve o özgürlük arayışında böyle onu görüp bir ‘oh’ çekebilmek. ‘Tek değilmişim’ demek. Çünkü o kadar çok böyle yetişmiş insan var ki…
Hikâye özünde seküler ve dinî değerler arasında sıkışmış bir gencin yaşadıklarını konu alıyor. Bu iki kesimden nasıl dönüşler oldu sana?
Genel anlamda tepkiler güzeldi. Çünkü her ne kadar da lokal kodları olan Trakya’nın küçük bir şehrinde ya da Müslüman ülkede yaşayan bir çocuğun hikâyesi de olsa böyle farklı kültürlerden farklı insanların kalbine dokunabildiğini gördüm. İlla tabii ki öyle bir yerden gelmeniz gerekmiyor. Baskı mekanizmalarını değiştirdiğinizde, kendi ülkenizde yer değiştirdiğinizde çok rahat anlıyorsunuz. Bir büyüme hikâyesi olduğu için de çok kolay empati kurabiliyorsunuz. O anlamda seyircilerden çok güzel tepkiler aldı. Türkiye’de herkes tabii kendi yetiştirildiği dünyadan bakıyor: muhafazakârlar ya da laik bir eğitimden gelenler. Genel anlamda dönüşler güzel ama iki tarafı aynı kefeye koyma hali olduğunu düşünenler olmuş. Hikâye bir çocuğun gözünden anlatılıyor. Her iki taraf da aslında çocukları belirli bir kalıpta istiyor. Ve kimisi kalplerine kendi düşüncelerini sokmak, aşılamak isterken öbürleri de aynı şekilde onların beyinlerine aslında bir şeyleri sokmak ve öyle bir yaşam tarzı sunuyorlar. Ve “Bu yoldan yürümen gerekiyor” diyorlar. Ahmet de aslında bu iki sistem arasında nereye ait olduğunu ya da bir yere ait olup olmamasının gerekliliğini keşfetmeye çalışıyor. Filmin yapısı tamamen bunun üzerine.
ANILARIM DA SİYAH BEYAZ
Filmin siyah beyaz çekmenin nedeni de bu kalıpları aşmak mıydı?
Filmi hep öyle gördüm çünkü benim anılarım hiçbir zaman böyle renkli değildi. 5 sene boyunca yurtta kaldım ve orada farklılıklara hiçbir zaman yer yok. Tek tip bir insan var. Dolayısıyla bunu da sembolik bir anlamda ifade etmek için de siyah beyaz çok doğru bir tercih gibi geliyordu. Hem kendi anılarımın renksizliği hem de bu tek tipliğin altını çizen bir şey olarak. Sonrasında filmde gelen özgürlükle birlikte de film renkleniyor ve hem kamera dili değişiyor, daha dinamik bir hal alıyor. Hem de böyle özgürlüğü vurgulayan bir şeydi. Hem işitsel hem görsel olarak aslında bu özgürlüğü destekleyen çabaların ürünü bu renge geçiş. Sonrasında da tabii ki o renkler giderek soluklaşıyor. Bu Ahmet’in aslında biraz erişkinliğe ulaşması ve hayatın aslında ne o kadar renkli karşılaştıkları andaki gibi ne de tamamen siyah beyaz olmadığını, ikisinin de bir karışımı olan daha soluk bir şey. Gerçek yaşam gibi aslında.