”Yan yana yürümenin ilk koşulu olarak birbirimizin mücadele yöntemlerini ve hangi alanlarda ortaklaşabileceğimizi, hangi mahalleye kimin ne koşullarda girebileceğini tartışmamız/keşfetmemiz gerekiyor. Anadolu’nun 10-20 bin nüfuslu küçük ilçelerindeki mağduriyetlerden büyük şehirlerdeki kitlesel depresyona kadar her şey bu iki başlık altında kendilerini tanımlayan hareketlerin ortak sorumluluğunda.”
25-26 Ocak 2020’de İstanbul Balat’taki İnşa Kültürevi’nde yapılan 2. İslam ve Sol Çalıştayı’na 24 konuşmacı katıldı. Ayrıca yurt dışından ve cezaevlerinden yazılı tebliğler ve video mesajlar sunuldu. İki gün süren çalıştayda Tarhisel Tecrübeler, Çağdaş Tecrübeler, Karşılaşmalar ve Yüzleşmeler, Kişisel Tecrübeler, Kadın, İslam ve Sol başlıkları altında 6 oturum yapıldı. Tüm konuşmaları ”2. İslam ve Sol Çalıştayı Konuşma Metinleri ve Kayıtları” yazı dizisi yayınlamaya başlıyoruz. Bugün yazar ve siyasetçi Sırrı Süreyya Önder’ın mazeret bildirerek bizzat katılamaması nedeniyle gönderdiği tebliği yayınlıyoruz.
***
İslam ve Sol Üzerine: Geciken bir tanışma!
İslam ve sol üzerine uzun süredir farklı mecralarda fikirler üretiliyor. Bazen malumatfuruş diyebileceğimiz isimleri ekranda, gazetelerde, yahut dijital mecralarda parmaklarını sallayarak belli ki haklarında çok da fikirleri olmadığı sol ya da İslami kesimlere seslenirken görüyoruz. Bu isimler çoğu zaman kendilerini muhafazakâr ya da solcu olarak tanımlayan kesimler arasında bir çelişki olduğunu, hatta bunların birbirine karşıt kitleler olduğunu öne sürüyor. Peki gerçek bu mu? Yani bu salonda tartıştığımız konu, bir karşıtlık ilişkisi mi?
Şüphesiz ki değil. Peki bu iki kesimin böylesine düşmanlaştırılmasının, soyut bir savaşın iki tarafı olarak tanımlanmasının sebebi ne? Burada aslolan, bu iki taraf arasında bir tanınma ilişkisinin kurulamamış olmasıdır. Şüphe yok ki tüm topluluklar ve üyeleri, var olmak için tanınmaya ihtiyaç duyar. Türkiye’deki hakim söylem, uzun yıllar boyunca yanlış biçimde Kemalizm’le eşleştirilen solun İslam’ı tanımadığı, yok saydığı, hatta yok etmek istediği üzerineydi. Benzer şekilde, sol çevrelerde de İslam’la ve muhafazakârlarla kurulan ilişki çoğu zaman bir karşıtlık ilişkisine dönüşüyordu.
Aslen, İslam’ın yaygın olduğu bir coğrafyada sol ve İslam arasında kurumsallaşmış, karşılıklı anlayışa ve tanımaya dayalı bir hukuk ve birlikte hareket etme refleksi olması beklenir. Buna rağmen, İslam’ın yoğun olmadığı coğrafyalarda bu minvalde daha fazla örnekle karşılaşmak mümkün. Bu örneklerin en göz önünde olanları da Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri’ndekiler. Yani Müslümanların genelde azınlık olarak bulunduğu coğrafyalardaki tecrübeler.
Örneğin İngiltere’de Müslüman komünitenin desteğini alan Jeremy Corbyn’in en çok eleştirildiği konulardan biri de bu. Hatta aşırı sağın ve İngiltere tabloid basınının Corbyn’in ülkedeki Müslüman Göçmenlerle kurduğu ilişkiye dair spekülatif söylemlerinin ve haberlerinin birçok bölgede seçim sonuçlarını etkilediği düşünülüyor. Yine İngiltere’deki sol hareketlerden biri olan Socialist Workers Party’nin ülkedeki Müslümanlar ile kurduğu iş birliği de bu iki kesim arasındaki birlikteliğin popüler örneklerinden. Bu birliktelikler Pascal Bruckner gibi felsefeciler tarafından Islamo-leftism (yani İslami solculuk) olarak tanımlanıyor. Bu kavram ve bu birliktelik, çoğu zaman literatürde olumsuz bir şekilde ele alınıyor. Bunun en temel sebeplerinden biri İslam ve sol birlikteliklerinin en çok gerçekleştiği konu başlıklarının başını Filistin Meselesi’nin çekiyor olması ve Batı’da İslamcılarla iş birliği içerisinde olan sol hareketlerin anti-semitist hareketler olarak tanımlanması.
Tabii sol hareket ve İslami hareketler arasındaki iş birliği yalnızca Batı dünyasına özgü değil. Özellikle Ortadoğu’da komünist partiler ve hareketlerle anti-emperyalist olarak kendini tanımlayan İslami hareketler arasında stratejik ittifaklar süregeliyor. Bu, iki tarafta da işbirliği yapan hareketlerin meşruiyetine dair bir tartışmayı beraberinde getiriyor. Ortadoğu’da kimi akademisyenler, sol ve İslamcı hareketler arasındaki iş birliğini “gerici sol” gibi kavramlarla tanımlıyor, bu hareketlerin ortaklaşmasını üstlerine konumlandırdıkları birlikteliği “demode” buluyor.
Dünyanın sol-İslam yakınlaşmalarına ilişkin ortaya koyduğu karşı argümanlara bakalım: Demode, gerici, anti-semitist! Kendi realitemize baktığımızda meselenin bu olmadığı ortada. Her şeyden önce Türkiye bir krizler ülkesi. Bu krizlerin en derinden hissedilen ikisi; ekonomik kriz ve insan hakları krizi. Bu iki kriz muktedir halkaya tenezzül etmeyen Müslümanlar ve solcular açısından düzenli olarak yakıcı sonuçlar yaratıyor. Türkiye’nin OHÂL olmadan OHÂL rejimi ve adı konmamış finansal çöküşü, dışa bağımlı, kendine yetemeyen bir ülkenin sürekli olarak “hayatta kalma modunda” yaşamaya çalışması gerçeğini çıkardı. Orantısız zenginleşme yaşayan sınıfların Instagram, Tiktok ve benzeri alanlarda karşımıza çıkma biçimleri, İslam ve Sol için bir ortaklaşma noktasını da göstermiş oluyorlar aslında.
Bu, İslam ve Sol’un tekrar tanışması ve “biz kimiz?” sorusuna verdikleri yanıtları kabullenmeleri için önemli bir fırsat. Türkiye’deki ortantısız ve adaletsiz zenginleşme, ortaya çıkan büyük eşitsizlik gerilimi aslen hepimiz için kendimizi yeniden inşa etme fırsatını da yanında getiriyor. KHK’ler nasıl ki çok farklı kitlelerden insanları eş zamanlı olarak hedef aldıysa, eşitsizlik ve yolsuzluk da hedef gözetmeksizin “oyunu kuralına göre oynamayanları” vuruyor. Türkiye, kocaman bir öfke balonu ve öfke büyürken, orantısız zenginlerin pervasızlığı da büyüyor. Hal böyleyken, biz “şunlar sizden, bunlar bizden” diyerek birbirimizle farklılıklarımızı, birbirimiz üzerinden tarif etme alışkanlığını terketmekle başlayabiliriz. Emek mücadelesinin ve adaletsizliğin “demode” olma ihtimali mevcut ekonomik rejim altında yok. Ayrıca Türkiye kapitalizminin ve Türkiye devlet geleneğinin İslam’ı da işçi sınıfını da rehin aldığı bu mevcut durumda, birbirimizi tanımak yerine tartmakla geçirebilecek vaktimiz de yok.
O nedenle, yan yana yürümenin ilk koşulu olarak birbirimizin mücadele yöntemlerini ve hangi alanlarda ortaklaşabileceğimizi, hangi mahalleye kimin ne koşullarda girebileceğini tartışmamız/keşfetmemiz gerekiyor. Anadolu’nun 10-20 bin nüfuslu küçük ilçelerindeki mağduriyetlerden büyük şehirlerdeki kitlesel depresyona kadar her şey bu iki başlık altında kendilerini tanımlayan hareketlerin ortak sorumluluğunda.
Her hareketin geçmişten bugüne getirdiği arazlar ve başarılar vardır. Birbirimizin arazlarını işaret etmek yerine, birbirimizin başarılarını anlamak ve çatışmanın yerine bugüne dek özellikle ‘Şehir Hakkı’ hareketi temelli protestolarda vücud bulan dayanışmayı genişletmeyi ve etki alanlarımızı ortak bir şekilde kullanmayı öğrenmek önceliğimiz olmalı.
Unutmayalım ki, bizim birbirimizle kurduğumuz ilişki, iki azınlık grubunun aralarında kurduğu ilişki değil. 2010’lu yıllardaki protestoların “Biz %99’uz” söylemi ve yeni sağ/sol popülist hareketin, adına mücadele ettiği “siyasal elite karşı halk” sloganı, aslında mücadele zeminimizin çoğunluğun ayrıcalıklı ve buyurgan bir azınlıkla mücadelesi olduğunu gösteriyor. 2020’li yıllar, bu sloganların altını ne tür örgütlenme pratikleriyle dolduracağımıza karar vereceğimiz yıllar olacak. Avrupa’da dijital partilerin, platform partilerinin ortaya çıktığı bu dönemde, Türkiye’nin artan internet erişimi ve medya okuryazarlığı pratikleri bağlamında düşünüldüğünde birbirimizi dinlemek için de, birlikte hareket etmek için de geçmişe göre çok daha fazla enstrümana sahibiz. Mühim olan, o enstrümanlara hak ettikleri zaman ve enerjiyi ayırmak. Bu da tam olarak ‘sistem’in bi parça dışında düşünmekle olasıdır.
adilmedya.com