Yusuf Karadaş
İsrail’in 13 Haziran’da İran’a yönelik kapsamlı saldırısıyla başlayan İsrail ve İran arasındaki karşılıklı saldırılar devam ediyor. ABD Başkanı Trump’ın “İran bu savaşı kazanamıyor, çok geç olmadan masaya oturmalılar” açıklaması, İsrail saldırganlığının arkasındaki gücün kim ve asıl hedefin ne olduğunu ortaya koyuyor. ABD ve İsrail, İran’ın bölgedeki kollarını kesmeyi ve kendileri için tehdit olmayacağı bir güç konumuna getirmeyi amaçlıyorlar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve iktidar sözcüleri, İsrail saldırılarını kınarken ABD’ye tek bir söz söyleyemiyor ve dahası çözümü Trump’ın devreye girmesinde görüyorlar. Oysa İsrail’in saldırısının Trump’ın İran’ı istediği koşullarda masaya oturtma planının bir parçası olduğu düşünüldüğünde bu beklenti pratikte ABD planına yedeklenmek/eklemlenmek biçiminde anlam kazanıyor. Buna rağmen ülkedeki iktidar bloku ve medyadaki sözcüleri, “İsrail saldırganlığının asıl hedefinin Türkiye olduğu” yönlü bir propaganda sürdürmekten de geri durmuyorlar.
Erdoğan tarafından geçtiğimiz yılın ekim ayında gündeme getirilen bu iddia, İsrail’in son saldırısı sonrasında iktidar ortağı Bahçeli tarafından da tekrar edildi. Bahçeli, siyonizm ve emperyalizmin “Perdelenmiş nihai hedefinin Türkiye olduğu”nu söyledi. Aslında sadece iktidar bloku ve destekçisi medya organları arasında değil, ulusalcı-milliyetçi muhalif çevreler arasında da sıradaki hedefin Türkiye olduğu görüşü yaygın. Bu çevreler sıradaki hedefin Türkiye olduğu/olacağı görüşünü, karşılıklı saldırıların İran’dan Türkiye’ye yeni göç dalgası yaratması ihtimali ve özellikle İran’da Kürtlerin Suriye’dekine benzer bir pozisyon kazanması kaygısı üzerinden temellendirmeye çalışıyorlar.
Tartışmaya bir soru ile başlayalım: Eğer Türkiye’nin belirleyici rol oynadığı ve bu nedenle Trump’ın Erdoğan’dan övgü ile söz ettiği Suriye’deki rejim değişikliği gerçekleşmemiş olsaydı İsrail, İran’ı doğrudan hedef alacak güç ve cesareti bulabilir miydi?
Suriye’deki Baas/Esad rejimi bölgede İsrail’e karşı en önemli caydırıcı güçlerden biriydi ve zaten bu nedenle nisan ayında yapılan Antalya Diplomasi Forumu’nda ABD’li Profesör Sachs’ın da belirttiği gibi Suriye rejiminin devrilmesi planı 2011’de ABD ve İsrail tarafından hazırlanmıştı. Suriye’de rejim değişikliği gerçekleşip başa İran’ı “en büyük tehdit” olarak gören HTŞ ve Lideri Colani getirildikten sonra ülkede stratejik noktaları ele geçiren İsrail, İran’ı doğrudan hedef alabilir konuma geldi.
Burada söylenenlerden Türkiye’deki iktidarın Suriye’deki müdahale politikasını bölgede rekabet halinde olduğu güçlerden biri olan İsrail’i güçlendirmek için gerçekleştirdiği gibi bir sonuç çıkartılmamalıdır, çünkü durum daha karmaşıktır. Erdoğan iktidarının Suriye’ye müdahalenin öncülüğüne soyunmasının ve HTŞ’ye verdiği desteğin arkasında kendi yayılmacı emelleri ve Kürtleri kontrol altında tutma hedefi bulunuyordu. Ancak bu durum Erdoğan iktidarının oynadığı rolün ABD emperyalizminin bölgeyi yeniden dizayn etme politikasına hizmet ettiği ve dolayısıyla İsrail’e de alan açtığı gerçeğini de değiştirmiyordu.
Bugün İsrail’i eleştirirken bile umudunu İsrail’in en büyük destekçisi ABD emperyalizmi ve Trump’a bağlaması, Erdoğan iktidarının pozisyonunu yeterince açıklıyor.
Elbette ne ABD emperyalizmi ne de başka bir emperyalist ya da bölgesel gericilik ellerine fırsat/koz geçtiğinde Türkiye’deki iktidarı sıkıştırmaktan geri durmayacaktır. Emperyalist-kapitalist güçler arasındaki ilişkilerde ‘çıkarlar’ esastır ve ‘dostlar’ın bu çıkarlar temelinde sıkıştırılması da mübahtır. Ancak Türkiye’deki iktidar NATO’daki görevlerine sadık kalmışken (Mesela İsrail Lübnan’a saldırırken geçtiğimiz yılın ağustos ayında Türkiye ve ABD Doğu Akdeniz’de ortak deniz tatbikatı düzenledi) ve Trump’ın Erdoğan’a övgüleri eşliğinde ABD emperyalizminin politik eksenine giderek daha fazla bağlanıyorken Türkiye’nin hedefe konduğu, sıradaki hedefin Türkiye olduğu iddialarının bir geçerliliği yoktur. Aksine bu iddia ve propaganda Erdoğan iktidarının oynadığı ve İsrail’e de alan açan rolün üstünü örtmeyi ve toplumu iktidarın gerici politikalarına yedeklemeyi hedeflemektedir.
Dikkat edilsin; iktidar ve medyasının Türkiye’nin hedefte olduğu iddiasına Erdoğan’ın büyük liderliği ve Türkiye’nin askeri olarak karşı karşıya kaldığı tehdidi bertaraf edebilecek güçte olduğu propagandası eşlik etmektedir. Başka bir deyişle ekonomik ve siyasi sıkışmışlığı ve güç kaybı ortada olan iktidar, bölgede yaşanan gerilim ve saldırıları geniş toplum kesimlerini kendi politikalarına yedeklemek ve bu güç kaybını durdurmak için bir fırsata çevirmeye çalışıyor. Tıpkı 2023 genel seçimlerinde TGC Anadolu gemisinin propaganda için liman kentlerinde gezdirilmesi gibi bu kez de Türkiye’nin bölgesel tehditleri ancak Erdoğan’ın liderliğinde bertaraf edilebileceği ve Erdoğan döneminde Türk askeri-sınai kompleksinin nasıl büyüdüğü propagandasının aracına dönüştürülüyor.
Askeri sınai kompleksin en önemli parçalarından birini oluşturan ve Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar’ın Yönetim Kurulu başkanı olduğu Baykar’ın geçtiğimiz günlerde İsrail’e silah satan İtalyan silah şirketi Leonardo ile ortaklık kurması, bu askeri sınai kompleksin hangi güçlerle iş birliği halinde büyüdüğünü ve hangi çıkarlara hizmet ettiğini daha görünür hale getirdi.
Hangi niyetle yapıyor olurlarsa olsunlar ulusalcı-milliyetçi çevrelerin her bölgesel gelişme karşısında Kürt sorunu üzerinden bölünme histerisi canlandırmaları da iktidarın bu militarist dönüşümü propaganda malzemesi yapmasına hizmet ediyor.
Sonuç olarak; Türkiye’nin tehdit altında olduğu propagandası üzerinden iktidarın savaşçı ve yayılmacı politikalarına dayanak yaratılmaya çalışılmakta ve iş birlikçi politikalarının da üstü örtülmek istenmektedir. Oysa ülke halkları için tehdidi yaratıp büyüten bu politikanın kendisidir. Bu nedenle ülkeyi savaş tehdidinden uzak tutmanın yolu her şeyden önce ülkedeki iktidara ve onun emperyalizm iş birlikçisi savaşçı-yayılmacı politikalarına karşı mücadeleden geçmektedir. Tıpkı İsrail halkının güven içinde yaşamasının ve İran halklarının kurtuluşunun kendi ülke gericiliklerine karşı mücadeleden başlaması gibi.