Bundan çok uzun zaman önce, çok uzaklarda, bambaşka bir galaksinin içindeki masmavi bir noktada, vaktiyle; kıpkırmızı, şekerden yapılmış bir ülke vardı. Evler narlı akide, yollar çilekli cam şekerindendi. Hükümet binası ise iri, devcileyin bir elma şekeri gibiydi; içine girenlerin ayakkabıları tabanına yapışır, binadaki tüm kararlar ise genelde tatlıya bağlanırdı.
Bu ülkenin ilk sakinleri, yalnızca yağmurla beslenip doyan, suskun bir halktı. Kimse ağzına bir gram şeker sürmemişti, çünkü ihtiyaçları yoktu. Ancak bir gün, bir uyanık—adı zamanla “İlk Yalayıcı”ya çıktı—bir duvar köşesini dilledi. Dilinin ucunda patlayan, o güne kadar hiç bilmediği karadut tadı, ruhunda boş bir yere oturdu. Sonra bir daha yaladı. Sonra komşusu da. Sonra onun komşusu da…
İşte o gün, Şekeristan çözüldü.
Yalayanların sayısı arttıkça, sokak köşeleri inceldi. Merdiven trabzanları eksildi. Çocuk parklarının salıncakları sabah olurken yerlerinde yoktu. Ama kimse buna “dur” demedi. Çünkü herkesin aklında aynı şey vardı: bir yudum daha, bir yalayış daha, bir parça daha tat ve zevk için herkes dut yemiş bülbüle dönmüştü.
Böylece “Yokediciler” doğdu. Onlara bu adı halk değil, kendileri verdiler. Güçlü hissetmek istiyorlardı. Kimi sabahları dillerine tırtıklı çilek dişleri takıyor, kimi akşamları burunlarından şekere uzanıyordu. Güvenlik önlemleri? Onlar da çok şekerdi. Bir gün sanayi bölgesinin en büyük tersanesindeki, dev bir kazanın üstündeki emniyet kilidi, ertesi sabah yok oldu — çünkü geceden yalanmıştı. Ertesi gün, yüz on dokuz işçi buharla kayboldu. Ama Yokediciler o gün daha da azdılar; çünkü tatlı şekerleme buharının kokusu burunlarında inanılmaz bir his, bir sarhoşluk bırakmıştı.
Bu azgın azınlığı zamanla yalamak da kesmedi. Şeker binaların, yolların ardından… Dillerini doğaya döndüler. Ormanları şurup döküp kemirdiler. Derelerin içine kamyonlarla şeker döküp içmeye çalıştılar. O da yetmedi dağlara, vadilere diş geçirmeye kalktılar. Çocuklar için dağların üstünde hiçbir şey bırakmadılar, çünkü ülkenin bütün dağları yalanmış, bütün tersaneleri emilmişti.
Bir sabah, artık duvarları kağıt inceliğine gelmiş evler teker teker çökmeye başladı. Şekerden yapılmış duvarlar artık sırf dualarla ayaktaydı. Yıkılan bir okulun duvarından yirmi sekiz çocuk çıkarılamadı. Meclis binası çatladı; vekiller ağızlarında şeker kırıntısıyla birbirlerine “kim yaladı önce?” diye bağırmaya çalıştı ama yapış yapış ağızlarından ancak anlamsız sesler çıktı.
Ama o yıl bir şey değişti. Gençler —yani doğduklarında ülke zaten yarı yalanmış olanlar— başka bir tat aramaya başladılar. Onlarca yıl önce unutturulmuş tohumları toprağa ektiler. Çünkü toprağın tadı yoktu ama doyuruyordu. Ellerini yalanacak şeyleri parçalamak için değil, kazmayla kullanmaya karar verdiler. Ağaç kabukları, ağızda erimiyor ama gölge yapıyordu. Gençler gölgeyi, güneş altında sakız gibi erimekten üstün tuttular.
Yokediciler bu başkaldırıya önce güldü. Sonra küçümsedi. Sonra korktu… Çünkü gençler doğaya dokununca, doğa geri dönmeye başladı. Dev bir incir ağacı, şeker bankasının ortasında kök saldı. Küçük dereler, çocukların ayaklarını serinletti. Yalayıcılar yıllar içinde şekerle beslene beslene adeta göbekli jelibon ayıcıklara dönmüştü, hayretler içinde birbirlerinin kırmızı göbeklerine sulandılar.
En sonunda gençler, ülkenin merkez meydanındaki “Büyük Yalama Taşı”nı -bir tür kutsal şeker bloğuydu bu- kırmak için toplandılar. Taş çatlayınca, halk ağladı. Ağzı tatlıya alışanlar, tat yerine acıyı tattı. Ama acı, iyileştiriciydi. Yalayıcılar ise birbirlerinden başka yalayacak bir şey bulamadığı için, artık kim kime gücü yetiyorsa, kolundan bacağından emmeye, dişlemeye başlamıştı…
Bir bahar günü Son Yokedici, şekerden duvarları parçalamak için taktığı dişlerini çıkardı ve yere attı. Halk ona değil, yere düşen sahte dişlere alkış tuttu. Böylece yalayarak kurdukları düzen, tükürükle ve salyayla değil, emekle yeniden inşa edildi.
Ve ülke bir daha hiç kimseye tadından utanacağı bir şey sunmadı.