Öfke, kin, intikam ve savaştan örülü, kapkara zırhtan bir kostüm bu…
Toplumsal algı ve muhakeme yeteneğinin içine tıkıştırıldığı, sarıp sarmalandığı…
Aksine ilişkin binbir yalana karşın, aslında sorunlarla başa çıkamayışlarını toplumu içine tıkıştırdıkları bu zırh sayesinde gizliyorlar.
Öfke, kin, intikam ve savaş zinciriyle güdümlenen ‘algı’ ve ‘muhakeme’, kapatıldığı zırhın içinde, sorunların temellerini ve gerçek çözümlerini sorgulamaktan uzaklaştırılıp, ümitsiz vaka durumundaki hasta sistemin ateşiyle kavrulup yanmaya terkediliyor.
Hastanın hastalığına, suçlunun suçuna ortak ettirilmeye çalışılan bir toplumdur yaratılmak istenen.
Buna da “halkın reaksiyonu veya refleksi” diyorlar.
Buna da “halkın reaksiyonu veya refleksi” diyorlar.
Oysa, olup biten her şey ‘imal’dir, güdümlüdür.
Bir savaş rejiminin ya da aynı anlama gelmek üzere faşizmin gereksindiği bir ‘savaş toplumu’ iklimidir yerleşik kılınmak istenen.
Bir savaş rejimi ancak ve ancak böylesi bir iklimde solumaya alışık bir toplum tarafından tölare edilebilir, sindirilebilir zira…
Bu iklimde sorgulamaya yer yoktur artık.
Travmatik “reaksiyon ve refleksler”le kaşınıp tetiklenerek savaş politikalarının destekçisi olunur ama savaşın nedeni sorgulanmaz.
Sadece “düşmandan-teröristten öç almak” gibi bir aklın iptali halinden kanayan yaraya merhem aranır.
Bütün sorgulama kapıları kapatılmıştır çünkü.
Örneğin ‘şehitler’ üzerinden yapılan ajitasyonlu kampanyaların en önemli nedeni de budur zaten.
Çözüm bulamamanın ya da çözümden kaçmanın bütün suçu, ‘günahı’, acı ve öfke üzerinden “bölücü terörist” üzerine boca edilerek savaşın sorgulanmasının önüne geçilir.
Bırakın nedenlerini, savaşın neden daha çok yakıcılaştırılmadığı sorgulanır, sorgulatılır.
İç burkan çatışma ve ölüm öyküleriyle ağlatılan toplumdan, eline tutuşturulmuş mendille gözlerini bağlayıp bir yandan koşullandığı ‘linç’i biriktirmesi ve diğer yandan da daha yakıcı bir savaşa göz yumması istenir.
Savaşın kurbanları bu yüzden taşınır televizyon ekranlarına ve “daha çok savaş”ın gerekçesi yapılır.
“Daha çok şehit”e rıza gösterecek bir vicdansızlık halidir bu.
O acılı öykülerden sadece hamaset değil savaşsız bir geleceğin ipuçlarını çıkarmanın da mümkün olabileceği gerçeği toplumsal idrakten silinmek istenmektedir.
Her sağduyulu insanın kapılmamazlık edemeyeceği “artık yeter, ölümler olmasın, bitsin bu iş” duygusu, kuşatmaya alınmış ‘bilincin’ labirentlerinde, yönü, hedefi çarpıtılarak tersine çevrilmiş bir öfkeye dönüştürülmektedir.
“Bitsin bu iş”…
Elbette bitsin…
Peki ama nasıl?
Sorun budur.
Önerilen ya da artık bir mutlaklık olarak dayatılan, “bu işi bitirecek” nitelikte değil ki…
İşte ortada; siperlerde teslim alınmış siyaset esnafına ‘çare’ olarak dikte ettirilen savaşın özel birliklerle daha da profesyonelleştirilmesi, sadece daha profesyonelce ölüm ya da daha çok savaş demektir!
‘Daha çok savaş’ ise daha derin bataklıktır.
Bu anlaşılmıştır ve açıktır ki, çözümsüzlük batağına gösterilecek rıza, daha çok ölümün, daha çok acının önceden kabulüdür.
Unutmak mümkün mü, bir “şehit cenazesi”nde şöyle dememiş miydi, anlı şanlı 27 Nisan Paşası:
“Acılarımızı yine acılarla dindireceğiz”!
Neymiş?
Acı ve ölüm böyle de ‘estetize’ edilirmiş!
O Paşa, hükümetten hediye trilyonluk arabalı tekaütlüğünde şimdi, diğerleri gibi, kimbilir hangi askeri tatil kampında, belki sadece güneş yanığı acılarını dindirmeye kulaç atmaktayken…
O başdöndürücü açılımını, “özel ordu ve insani istihbaratın güçlendirilmesi” kararıyla daha da açmaya kararlı Başbakanımız, “Kürt sorununu çözmek için herkesle görüşürüm ama muhbir olmadığı sürece Kürtle asla” diye kıvranıp durmaktayken…
“Alın size bir adet Gandi” diye önümüze fırlatılan ve halen eski nahiye müdürlüğü ile kaymakamlık arası bir derinliğe demir atmış durumdaki Kemal efendimiz, “Şehitler ölmez vatan bölünmez, bizim temel düsturumuzdur” nutuklarıyla iştigal etmekteyken…
“Gerekirse bölünürüz ama Kürtlerle eşit olmayı asla kabul etmeyiz” şeklindeki ‘derin tahayyül’ ha bire kaşınıp kışkırtılmaktayken…
Fukara ocaklarından tüten acılara yeni acılar eklenmekte her gün, her saat!
“Acıları acılarla dindireceğiz” yalanı ise, eşiğimize dayanmış, hınzırca sırıtan savaşa, savaş rejimine yeni yeni kurbanlar bulmakta…
O kurbanlar ki; iliklerine kadar hissettikleri ama belki bir kez bile olsun itiraf edemedikleri o estetik suretli ölümün çarmıhına çakılmış, gözleri arkada, sorar gibidirler:
Yalanı ve acıyı duymuyor musunuz?
Sözümüz, en azından, duyanadır öyleyse:
Bu yeni savaş konsepti miymiş savaşı sona erdirecek?
Bu ‘paket’ miymiş acılarımızı dindirecek?
Bu ‘oy(a)lama’ mıymış yalanları bitirecek?
Evrensel