A. Önemli Hatırlatma
Ezber, âdet ve alışkanlıklar üstünden bir din yaşamak Sünnî ve Şiî coğrafyanın en büyük çıkmazıdır. Ata, dede, iktidârların güdümündeki din görevlileri, resmî söylem, mezhepçi tekrarlar; sakal, sarık, cüppe ve şalvarın kendinden menkul kerametleri ile etki altına alınan toplum; okuma, araştırma, sorup sorgulama ve karşılaştırma yapmaktan uzak durması yanında siyâsî ve hukûkî korku ve eksikleri nedeniyle asırlardır sürüleşmeyi ve önyargılarla dolmayı içselleştirmiştir. Ancak yüzyıllardır sürdürülen ve halkların cesaretsizliğinden veya cehâletinden beslenen mezhepçi din anlayışına nokta koyup doğrudan doğruya Kur’an’dan beslenen bir din anlayışı inşâ etmek farz-ı ‘ayın[1] olmuştur. Bu nedenle araştırmacıların karşılaştırmaları yanında okurların da mukâyeseli okuma yapmaları, sorgulamaları ve “Bize öğretilenler gerçekten doğru mu?” diye bir kez kendilerini hesaba çekmeleri gerekir. Her ezber bozan söze “Dini kafana göre yorumluyorsun, din sahipsiz mi? Saçmalıklarınla dini yolundan çıkarıyorsun.” anlamına gelecek biçimde sıradan sözler söyleyerek karşı çıkmak “Kafam basmıyor, farklı bilgilerden tırsıyorum, kafa konforumun bozulmasından ürküyorum, araştıracak cesaretim yok, farklılıklara kapalıyım; çevremden, şeyhimden, hocamdan, anne-babamdan, imamdan öğrendiklerim bana yeter de artar, cehâletimle mutluyum.” demenin savunma refleksleridir.
اَفَلَا تَعْقِلُونَ۟ [2] “Akıl yürütmüyor musunuz, aklınızı işletmiyor musunuz, sebep-sonuç arasında sağlam bağ kurmuyor musunuz, devenizi sağlam kazığa bağlamıyor musunuz?” ayeti ezberci, hazırcı ve önyargılı kabulleri toptan reddeder. Sağlam dayanaklarla konuşulması gerektiğini anlatır. Tekrarlanan ezberletilmiş bilgilerin yüzyıllardır kopyala yapıştır biçiminde dosdoğru bilgiymiş gibi aktarılmasını sorgulamayan, geleneği kutsallaştıran, eskiden üretilmiş bilgileri sorgulamaktan kaçınan, eski bilginlerin bilgiyi üretme ve kullanma yöntemini elekten geçiremeyen, eski ulemanın bilgi üretimi sırasında mezhep savaşına dayalı kitaplar yazdığını[3] görmek istemeyen kimselerin zihni ve gönlüne bu âyet inmemiştir.
اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ۟ [4] “Bütünden parçaya, sanatçıdan sanata, üretenden üretilene, sebepten sonuca, kanundan olaya gitmek gibi belge, bilgi, kanıt ve işaretlerin en dip noktasına kadar araştırararak gerçeğin peşinden gitmeyecek misiniz?” âyeti akıl yürütmenin nereye kadar olması gerektiğini belirtir. Yani “Hocaya sordum, imama danıştım, şeyhe gittim, pirden ders aldım, efendi böyle buyurdu, hocalar öyle konuşuyor, büyüklerimizden bu şeklide gördük.” biçimindeki tüm yaklaşımlar Kur’an tarafından reddedilen tavırlardır.
اَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ [5] “İşin nereye varacağını düşünmeden, yolun sonunu hesaplamadan mı davranıyorlar?” âyeti tüm davranış, düşünce ve kabullerimizin bizi ne tür bir sosyal, ekonomik, siyasal, hukuksal, askerî ve tarımsal sonuçlara ulaştırdığı konusunda düşünmemiz gerektiğini söylemektedir. Asırlardır sürdürülen mezhepçi tekrarları hakikatın kendisiymiş gibi kabul eden kimseler, hakikatın bilgisini ortaya koyanları önyargısız dinleyebilmelidir. Bunu da yukarıda öne çıakrdığım ta’akkul (akletme), tefekkür (fikretme) ve tedebbür (işin sonunu hesaplama) âyetlerinin gereği olarak yapmalıdır.
B. İbâdet Nedir?
“Nusuk olan namaz, salât olmadığı gibi ibâdet de değildir; ama salât ibâdettir.” biçiminde kurduğum cümlenin doğru anlaşılabilmesi için öncelikle “Ayağa Kalk, Ey Salât”[6] makalesi okunduktan sonra bu makâle okunmalıdır.
عبادة İbâdet “üretme, meydana çıkarma, icat” anlamlarına gelir. Benzer biçimde ‘abd kökünden türemiş olan بدع bede’a da “ilk defa bir şey üretme, yaratma, icat etme”dir. بدأ Bede’e ise “icat etme, başlatma, öncülük etme, ortaya koyma”dır. Tanrı’nın “yapması, etmesi, icat etmesi, üretmesi” kastedilirken ibdâ’, mubdî’, bedâet sözcükleri kullanılırken insanın “yapması, etmesi, icat etmesi, üretmesi” anlatılırken ‘ibâdet, عبودية ‘ubûdiyyet ve تعبّد ta’abbüd sözcükleri kullanılır. Hayvan, bitki ve cansızların doğalarına uygun eylem ortaya koymalarına da ibâdet denir. Ancak davranışlarını en bilinçli kullanabilen varlık insan olduğundan insanın ibâdeti yani icadı, yapıp etmesi ve değer üretmesi çok üst düzeydedir.
Askerî din-tarım devletlerinde padişah/kral ya bizzat Tanrı ya Tanrı’nın oğlu ya Tanrı’nın temsilcisi ya da Tanrı’nın gölgesi[7] kabul edildiğinden Tanrı adına halkına “kullarım, sürüm (reâyâ), kölelerim” diye seslenirdi. Kralları ve efendileri memnun etmek için yapılan iş, üretim ve çabalara ‘ibâdet denirdi. Kur’an, اِيَّاكَ نَعْبُدُ [8] “Başkası için değil, sadece senin için iş yaparız, değer üretiriz ve eylemler ortaya koyarız.” âyetiyle ibâdetin anlamını değil yönünü değiştirdi. Bu âyet, “insanlığın putları, kralları, padişahları memnun etmek için ortaya koydukları eylemlerine karşıt olarak biz de görünmeyen, resmi çizilmeyen, heykeli yapılmayan, sesi duyulmayan, dokunulmayan, doğurmayan, doğrulmayan, doğurtmayan, evreni yaratılış yasasıyla yöneten soyut bir Tanrı fikri için iş yapıp eylem üreteceğiz. Kimseyi kendimizin üstünde görmeyeceğiz, herkesi eşitimiz bileceğiz, kimse için çalışan gönüllü köle olmayacağız.” dememizi ister. Bu nedenle ‘ibâdet, itiraza dayalı özgür bir eylem sergilemedir. ‘İbâdet “hasenât, hicret, infâk, cihâd, âmel-i sâlih, salihât” gibi sözcükleri de kapsar.
‘İbâdet; efendi-köle, kral-halk, padişah-sürü, çoban-koyun ilişkisi değildir; zorlama, dayatma, korkutma, güvensizlik ve tehditle bir şeyler yapma veya yaptırmanın dışındadır. Özgür, rızaya dayalı, seçici, sevimli, istekli bir tercihle iş yapma, değer üretme, icat etme ve üretim yapmadır; Tanrı Krallığı’nın köleleriyle ilişki biçimi değildir. Her iki tarafın karşılıklı memnûniyeti vardır. Kişinin benliğini başka bir ben’de eritmesi değil, benliğindekini ortaya koymasıdır. İbâdet fiilinin sözleşme aşamasına ise bi’at denir. Karşılıklı rıza ve ortak memnûniyete dayalı sözleşme olmadan ortaya konan eylemler zoraki davranışlardır. Birilerini memnun edip kendini mutsuz eden bir eyleme ibâdet denilmez. Kur’an’da 278 yerde geçen ibâdet kelimesi hiçbir âyetinde namaz, oruç, hac ve kurban ile birlikte geçmez ve onları kastetmez.
عَبَدَ الطَّاغُوتَۜ [9] “Kâbe’nin çevresine yerleştirdikleri putlara ve onların kişiliğinde temsil edilen yasa, töre ve geleneklere göre iş yapıp eylem ortaya koyanlar” âyetinde tâğût için yapılan iş ve işlemler kınanır. Bu âyeti “tâğûta ibâdet edenler” diye çevirmek ve Kâbe etrafındaki “putlara tapınmanın kınanması” diye anlamlandırmak âyetin hem tarihsel ortamını tamamen ıskalamak hem de ibâdet ile nusuku birbirine karıştırmaktır. Devrin Mekke Arapları Kâbe etrafında putların bulunduğu alana tâğût derdi. Bu nedenle putların temsil ettiği ideolojiye göre davranışlar sergilemeye de “tâğûta ibâdet etmek” denir. Putların önünde duâ etmeye, rükû ve secde etmekse “tâğûta nusuk yapma”dır. İbâdet kelimesinin pratik hayatta nusuk biçiminde anlaşılmasının nedeni tapınma ile tapınılan varlığın rızasını kazanacak eylemleri sergilemenin birlikte düşünülmüş olmasından kaynaklandığı söylenebilir. Ancak işin gerçeği ibâdet ile nusuku aynı tür eylemmiş gibi gösterme tam bir Emevî İslam’ının fıkıh hokkabazlığıdır.
قَالُوا نَعْبُدُ اَصْنَامًا فَنَظَلُّ لَهَا عَاكِف۪ينَ [10] “Onlar ‘Altın, gümüş ve bakırdan yaptığımız iri gövdeli putlarımızı memnun etmek için işler yapıyor, üretiyor ve değerler belirliyoruz. Bunu yaparken de ona olan adanmışlığımızı, ona odaklanmamızı ve bağlılığımızı asla yitirmiyoruz.’ dediler.” âyetinde kıymetli taşlar ve değerli madenlerden yapılan putlar için ortaya konulan davranışlar dillendirilir. Çünkü her put, bir zihniyet, ideoloji ve doktrin sembolüdür. Her put bir kabilenin töre, yasa, gelenek ve örflerini belirleyen bakış açılarının temsilcisidir. Bu nedenle putlara sövmek kabilelerin tüzel kişiliğine[11] hakaret kabul edilir ve savaş nedeni sayılırdı. Put karşısında kıyâm, rükû ve secde etmek putun şahsında temsil edilen değerlere karşı itaati simgeliyordu. Bu nedenle kişilerin put adına ortaya koyacakları işleri ve eylemlerinin motivasyonu putların önünde, arkasında ve yanlarında yaptıkları nusuklardı.
قُلْ يَٓا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلٰى كَلِمَةٍ سَوَٓاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ اَلَّا نَعْبُدَ اِلَّا اللّٰهَ وَلَا نُشْرِكَ بِه۪ شَيْـًٔا وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُولُوا اشْهَدُوا بِاَنَّا مُسْلِمُونَ [12] “Onlara ‘Ey peygamberi, çok okunan ancak devrim bilinci uyandırmayan kitabı, türlü türlü ritüelleri, din adamları sınıfı, tarîkât ve mezhepleri, tapınakları ve özel kıyafetleri, mânevî/rûhânî makamları, iktidar katında hiyerarşisi, yöneticilerden iltifat gören önderleri olan dindâr tipler ve din modeli mensupları! Sizinle bizim aramızda eşit olan, birimizi ötekinin önüne ve üstüne çıkarmayan bir sözde birleşelim. Birleşirken ve eşitlenirken iş, değer, üretim ve eylemlerimizi sadece Tanrı için yapalım; Tanrı’nın yanına ve yakınına ortaklar yerleştirmeyelim, yeryüzünde de Tanrı şirketi kurup Tanrı temsilcisi/vekili belirlemeyelim, hiçkimseyi Tanrı’nın yetkisinde ve konumunda görmeyelim. Kimse kendini besleyip büyüten ve donatan Tanrı’yla her konuda yakınlık ve işbirliği içinde olan kimseler olarak görmesin ve göstermesin. Bu koşullara uymayanlar -herkes tanık olsun ki- bizimle birlikte ve bizimle eşit değildir; ama biz bu söylenenlere teslim olan barış yanlılarıyız.’ de.” âyeti Medîne’nin Yahûdî ve Hıristiyanlarına sesleniyor. Çünkü Medine’nin kitap ehli bu kesimlerdi. Ancak “kitap ehli” sadece Yahûdî ve Hıristiyanlar değildir. Bu âyet din adamlarını, din sınıfını Tanrı edinme tavrını eleştirir. Çünkü din sınıfının “doğru dediğine doğru, eğri dediğine eğri” diyen ve bu kesimin söz ve davranışlarına son derece bağlı kalan, onlara hiçbir eleştiri getirmeyen, onları asla sorgulamayan kabul biçimleri onları Tanrı edinmek, putlaştırmaktır.[13] İşte bu nedenle Kur’an çağında Ferisî ve Sadukî diye ayrışmış Yahûdî, Katolik ve Ortodoks diye bölünmüş Hıristiyan mezheplerinin birer temsilcisi olan din sınıfının mezhepçi, taraflı, kindâr din anlayışını sorgulamadan doğru kabul edip onların ideolojileri adına iş ve eylem gerçekleştirme Kur’an tarafından reddediliyor. Bunun yerine Hz. Muhammed adına iş yapma, değer üretme ve eylem ortaya koyma alternatifi de getirilmiyor. Tam aksine kişilerin kaldırıldığı, ilkelerin egemen olduğu; sevgi, acıma, adâlet, akıl, sağduyu, barış, güven ve kardeşliğin egemen olduğu bir düzen için işler ortaya koymanın gerekliliği vurgulanıyor. Çünkü Tanrı’ya ibâdet etmek, Tanrı’nın Kur’an’da değerler manzûmesi olarak sıraladığı “barış, güven, kardeşlik, eşitlik, paylaşım, dayanışma, direniş, özgürlük, yardımlaşma” için işler yapmadır. Bu âyete göre barış ibâdeti en kıymetli eylemdir; barışa koşanlar eşittir, barışa savaşla karşılık verenler barışçılarla eşit değerde değildir.
قَالُوا يَا صَالِحُ قَدْ كُنْتَ ف۪ينَا مَرْجُوًّا قَبْلَ هٰذَٓا اَتَنْهٰينَٓا اَنْ نَعْبُدَ مَا يَعْبُدُ اٰبَٓاؤُ۬نَا وَاِنَّنَا لَف۪ي شَكٍّ مِمَّا تَدْعُونَٓا اِلَيْهِ مُر۪يبٍ [14] “Onlar ‘Ey Barış insanı! Sen aramızda normal bir yaşam sürdüğün zamanlarda senden toplumumuz adına çok umutluyduk. Ancak sen babalarımızın uğrunda değer ürettikleri, iş yaptıkları ve eylem ortaya koyduklarını terk edin, diyorsun. Bu çağrın karşısında hem seninle ilgili olarak kuşkulanmaya başladık hem de çağırdığın davranışa şüpheyle yaklaşıyoruz.’ dediler.” âyetinde Sâlih peygamberin kişiliğinde ibâdetin yönüne dair itiraz ediliyor. Çünkü toplumlarda mülkiyet, cinsiyet ve kavmiyet eşitsizliğinin ana nedeni putlarla temsil edilen hiyerarşik düzendi. Putlar aynı zamanda sosyal sınıflaşmayı da anlatıyordu. Bu nedenle puta duyulan saygı aslında toplumsal eşitsizliğe de saygı duyulmasını isteyen sübliminal bir mesaj içeriyordu. Sâlih peygamber atalar, gelenekler, töreler için mücadele eden ve işler sergileyen halkına bundan sonra Tanrı ile temsil edilen vahiy değerleri için işlerin yapılmasını istiyor. Fakat sınıflaşmaya alışmış toplum Sâlih’in sesine kulak vermiyor, “Gizli bir hesabı mı var?” diyerek şüpheleniyor. Çünkü atalarının izinden gitmekten gurur duyan hiçbir egemen sınıf, vahyin eşitleyici değerleri adına iş yapmaya yanaşmaz, egemenlik tutkusundan vazgeçmez; konumunu kaybetme endişesiyle yaşar.
اِتَّخَذُٓوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَالْمَس۪يحَ ابْنَ مَرْيَمَۚ وَمَٓا اُمِرُٓوا اِلَّا لِيَعْبُدُٓوا اِلٰهًا وَاحِدًاۚ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ [15] “Onlar Meryem oğlu Îsâ Mesih ile ahbâr ve ruhban sınıfını Tanrı’nın yanı ve yakınına yerleştirip onlara besleyip büyütme ve donatma yetkisine dayalı Tanrısal karizma verdiler. Halbuki Yahûdî ve Hıristiyanlardan sadece tek bir Tanrı için iş yapmaları, değer üretmeleri ve eylem sergilemeleri istenmişti. Çünkü Tanrı dışında ne Meryem oğlu Îsâ Mesih ne ahbâr ne de ruhban sınıfı Tanrı’dır. Hiçbir din sınıfı, hatta Meryem oğlu Îsâ Mesih de Tanrı değildir; Tanrı hem bunlardan hem de kendisine yaklaştırılan başka kimse ve varlıklardan Tanrı niteliği yönünden uzaktır.” âyeti peygamberleri ve din sınıfını Tanrı yerine koymayı reddeder. Bu nedenle doğan, doğurulan, doğurtan, hastalanan, hatalar yapan, öğrenerek gelişen, zayıf düşen ve ölen kimselere Tanrı gözüyle bakılamaz. Tanrı peygamberleri bile kendinin temsilcisi olarak belirlememiştir. Peygamberler vicdâni gerçeklerin elçileri (resul) ve adâlete uymayan toplum için korkunç geleceğin habercileridir (nebî). Kur’an kişiler yerine akıl, şûrâ, dayanışma (salât), yakınlaşma (gurbân), barış (İslâm), güven (îmân), açlıkla mücadele (savm, siyâm), eşitlik (sevâ), direniş (sabr) ve özgürlük (tahrîr) kavramlarının egemen olacağı bir dünya kurmayı amaçlamış ve اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ د۪ينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَت۪ي وَرَض۪يتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ د۪ينًاۜ [16] “Barışa dayalı bir yaşam düzeni kurulmasıyla bugün dinler tarihini zirvede sona erdirdim; bolluk, mutluluk ve güzellikle yaşam sürmenizin yolunu açtım. Barış yolu dışında seçeceğiniz hiçbir yolu onaylamayacağım.” âyetiyle dinleri sona erdirmiş, barış dini kurmuş, barış dini dışında yol arayanla arasının açık olacağını vurgulamıştır. Bu sebeple İslâm, klasik bir din olmayıp dinler çağını sona erdiren akıl, barış, güven ve özgürlük devrimidir. Dinler, tanrılar, mitolojiler çağından ortak akıl (şûrâ) ve derinliğine düşünme (tefekkür) çağlarına geçiş aralığıdır. İslâm gelene dek din insanların boyun eğmesiyle geleneğe dönüşmüş olan yaşam biçimleri, geçmişten ekleyerek getirdiklerinden âdete dönüştürdükleri davranışlar veya kişiyi Tanrı’ya yaklaştırdığına inanılan şeylerdi. Ancak İslâmla birlikte din kelime olarak kalsa da kişinin evren, doğa, insan, hayvan, bitki ve cansızlara adâlet, sevgi, acıma, kardeşlik ve özgürlük borcu olarak değişime uğradı. Bu durum ise onları anlamak için hurafelere sarılmayı değil, bilim ve araştırmayı esas almayı gerektirdi. Çünkü borçlu olan, borçlu olduğu varlığı tanımak ister.
C. Nusuk Nedir?
نسك Nusuk,[17] kıymetli madenleri toprağından ayırarark saf biçimine kavuşturma anlamındaki nesike kökünden türemiştir.[18] Nesike, kalıba dökülen gümüş parçası, altın/gümüş külçesi, nusuk olarak ortaya konan şey demektir. Mensek, nusuk yöntemi, nusuk yeri, kişinin alıştığı yer; intisâk, nusuk gerçekleştirmedir. Nusuk yapana nâsik/nussâk denir.
Araplar toprağa gübre atmaya نسك اﻻرض nusuku’l-arz, gübre atılmış tarlaya ارضٌ منسو كةٌ arzun mensûketun, yağmur yağınca gübre atılmış gibi beslenmiş/canlanmış yeryüzüne اﻻرض الناّ سكةٌ arzu’n-nâsike, kendini nusuka adamış kadına الناّ سكةٌ nâsike, hacda yapılan tüm nusuklara مناسك الحجِ menâsike’l-hac, iyi ve güzel işlerde devam etmeye نسك الى طريقة جميلة neseke ilâ tarîgatin cemîletin derler. Bu anlamları dikkate aldığımızda nusuk, sadece törensel eylemler gerçekleştirmek değildir; gübreleme, sulama anlamları dikkate alındığında bilinç yenileme, üstündeki ölü toprağını atma, yeniden kendini toparlama, kaybedilen veya zayıflayan motivasyonu yeniden kazanma veya kuvvetlendirme amaçlı zamanı, mekânı, davranış ve duâları belirli tekrarlardır. Nusuk yapanın amacı dokunulmaz, tartışılmaz, ulaşılmaz, erişilmez kabul ettiği varlığa/nesneye karşı saygısını tazeleme, onu unutmadığını gösterme, onun kendinden memnun olmasını sağlama ve onu sürekli hatırladığını ispatlamadır. Böylece nusuk yapan kişi, kendi kutsalına karşı sorumluluklarının bilincinde olduğunu göstermek ister.
Nusuk, dinsel tören ve kurallar biçimindeki âyin, ritüel, gelenek, örf, âdet ve alışkanlığa dönüşmüş davranıştır. Rükû, secde, kıyâm, tekbir, vakit, toplu namaz kuralları; toplu âyin kuralları, selamla(ş)ma, şeytan taşlama ve atılan taş sayısı, Ganj nehrinde yıkanma, cenaze gömme törenleri, abdest, teyemmüm, vaftiz, Kâbe etrafında veya ateş çevresinde dönme, kurban kesme ve bu sırada okunan Arapça veya İbrânîce dualar, hayvan ve bitkileri yenilip yenilmeyeceğine göre ayırma, yemeğe başlama ve yemekten ayrılma duaları, kilisede mum yakma ve haç çıkarma, tarîkât toplantılarında ilâhîler eşliğinde hoplama zıplama, Hz. Hüseyin’i anma günlerinde kendini zincire vurma nusuk, ritüel, âyindir. Büyük gelince küçüklerin ayağa kalkması, bayramlarda el öpülmesi, elle tokalaşma, başı hafifçe eğerek selamlama, şapka çıkararak selam verme; öğretmen sınıfa girince öğrencilerin ayağa kalkması, komutan girince askerlerin selam durması, ezan okunması, çan çalınması birer nusuktur. Hıristiyanlıkta komünyon âyini, Yahûdîlikte cumartesi yasağı, Alevîlikte Kırklar Cem’i birer nusuktur. Eski çağlarda tanrılar için insan kurban etme, satanistlerin kedi kesmesi de nusuktur. Tüm bunlar değerli görülen şeye kendini kabul ettirme amaçlı, standart davranışlı sosyal ve psikoloik hareketlerdir.
Bir davranışın nusuku ile ibâdeti farklıdır. Örneğin toplumda en yaygın nusuk olan namaz nusukunu ele alalım. Namaz nusuku tekbir ile başlar; kıyâm,[19] rükû[20] ve secde[21] hareketleriyle sürer, sağa ve sola verilen selamlamayla bitirilir. Bunları gerçekleştiren kişi Tanrı’yı kendisinden memnun ettiğini kabul eder ve ruhsal yönden mutlu olur. Ancak namaz nusukunun sembolize ettiği Tanrı dışında kimseyi büyük ve ulu görmeme;[22] zulme karşı ayağa kalkış ve zalimlerle siyasi, ekonomik, hukuksal ve askerî yöntemlerle savaşma;[23] Tanrı dışında kimse karşısında eğilmeme,[24] burnunu sürterek alçakgönüllü olma,[25] etrafındaki herkesle barış içinde yaşama[26] eylemleri ortaya koymaya ibâdet denir.
Oruç nusuku sayısı belli günlerin gündüzünde yeme, içme, incitme, yalan söyleme ve cinsel ilişki kurmaktan uzak durmadır. Ancak açlıkla savaşma, tâciz ve tecavüzden uzak durma, doğru konuşma, insanlara karşı nazik olma, gıda ve su kaynaklarını tüm insanlıkla âdil biçimde paylaşma mücadelesine girişme ibâdettir.
Kurban nusuku yılın belli günlerinde hayvan kesme ve kesim yapılan günü bayram ilan etmedir. Fakat zenginlerin yoksullara yakınlaşması, toplumsal düzende zengin yoksul dengesizliğinin kaldırılması, imkân sahiplerinin mağdur ve mahrum olanların dertleriyle dertlenerek birbirini anlamaya çalışarak çözümler üretmesi ibâdettir.
Hac nusuku zi’l-hicce ayında gerçekleştirilmesi âdet olan, beyaz elbise giyilen, Kâbe etrafında dönülen (şavt/tavaf), Safâ ile Merve tepeleri arasında koşulan, namaz ve kurbanı içeren, öldürmeyi yasaklayan, şeytan taşlanan ve vakfe yapılan standart davranışlar zinciridir. Lakin sınıfsız bir dünya kurma;[27] ahlâk, hukuk, düzen ve sistem etrafında ortak yaşam sürme;[28] keyfî öldürme ve işgal fikrine karşı çıkma, erkek ile kadını birbirine yakınlaştıran ve eşitleyen eylemlere girişme,[29] düşünmeyi ve düşünce üretmeyi yaşamın merkezine yerleştirme,[30] tanımadıklarınla tanışma ve ortak paydalarda buluşma[31] ibâdettir.
Domuz eti yememe nusukunun ibadeti kişinin hakkı olmayan hiçbir şeye göz dikmemesi, doymazlık göstermemesi, sadece hakkının peşinden koşması, yolsuzluk yapmaması ve gözü doymazlıktan uzak durmasıdır.
Nusûk/ritüel/âyin, insanları eğitme, ibâdet ettirme araçlarıdır. Çünkü tüm insanlık çağlarını düşündüğümüzde insanlık erdemli eylemleri gerçekleştirmede motivasyon sağlamak için sürekli rütüellere ihtiyaç duymuştur. Değerlerin soyut olması karşısında daha somut düşünen, düşüncenin zorluğu yerine görünenin kolaylığına alışkın olan, fikir çilesi ve düşünce üretimi alanında yeterli düzeyde olmayan insanlığın olgunlaştırılması için ritüeller kendi çağlarında gerekliydi.
Hz. Muhammed, askerî din-tarım toplumlarının alışkanlıklarının içeriğinde değişimler yaparak soyut düşünebilme, akıl yürütme, fikir üretme, sorgulama, bilgi ve şûrâ çağını başlatmıştır. Hz. Muhammed’den yüzyıllar önce de var olan ve Ebû Cehil, Ebû Süfyân, Ebû Leheb, Velid bin Muğîre gibi müşrik liderlerin de uyguladığı abdest, namaz, oruç, gusül, tavaf, ihram ve kurban nusuklarıyla meşgul olmak yerine ibâdetlerle ömür geçirmek yeni dünyanın hedeflenen davranışıdır. Kur’an, nusukların yapılamaması halinde ceza ve tehdit belirtmemesiyle nusukların sosyal ve psikolojik etkilerini kabul etmiş, ancak ibâdet kategorisine katmamıştır. Çünkü yeryüzünün hiçbir nusuku/ritüeli ibâdet değildir. Hz. Muhammed ve Kur’an ibâdet kapısını açmasına rağmen Emevîlerden itibaren oluşturulan mezhepçi fıkıh ve onlardan önce de Arap geleneklerinin çok sağlam olması nedeniyle namaz, oruç, hac ve kurban nusukları dinin kendisi ve amacı gibi gösterilmiş; nusuk putlaştırmasına gidilmiştir. Hâlâ anlamadan Kur’an okumalar, Yasîn seremonileri, mezar başında ve düğünlerde sûre okumaları gır gidiyor. Halbuki ibâdet, okunan ayetlerin yaşama geçirilmesidir. İşin doğrusu Kur’ân tilâveti ne nusuk ne de ibâdettir; Kur’an kıraati nusuk, okunanları uygulama, anladıklarını eyleme geçirme ibâdettir. Çünkü kıraat anlama ve kavrama amacı için okuma, kavrama yeteneğini geliştirmek için okuma; tilâvet bir şeyin izini takip ederek onun arkasından gitme, kelimeleri art arda okumadır. Kur’an’ı asırlardır kıraat ettirmeyen mezhepçi ve statükocu din sınıfı, Kur’an ibâdetinin de önünde engel olmaya devam etmektedir.
لِكُلِّ اُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنْسَكًا هُمْ نَاسِكُوهُ فَلَا يُنَازِعُنَّكَ فِي الْاَمْرِ وَادْعُ اِلٰى رَبِّكَۜ اِنَّكَ لَعَلٰى هُدًى مُسْتَق۪يمٍ [32] “Onların ritüel konusunda seninle tartışmalarına aldırma. Çünkü siyasal, ekonomik ve hukuksal birliktelik sağlamış her toplumun kendine özel ritüel biçimleri ve ritüel yerleri vardır, oralarda herkes kendi âyinlerini yapar. Sen ritüel tartışmalarından uzaklaş; besleyip büyüten ve donatan toplumsal vicdandan konuşmaya çalış; ritüel tartışmalarını sevgi, acıma, adâlet, akıl ve sağduyu üzerine yönlendir. Senin böyle davranman insanların düşünce ve eylemlerini iyi, güzel, doğru ve faydalıya yönlendirir.” âyeti ritüeller üzerinden bir tartışma yaratmaya karşıdır. Çünkü ritüel bir dinin olmazsa olmazı değildir, dinin kendisi hiç değildir. Hele hele dinin direği hiç değildir. Tanrı’ya karşı saygı ve sevgi gösterisinin şöyle veya böyle olması neyi değiştirir; hareket eden bedendir, ama sevgi yürekte saklıdır; dış, için yansımasıdır. Ganj’da yıkanmak, abdest almak veya vaftiz olmak; Mecûsî gibi ateşin, Budist gibi ineğin, Muhammedî gibi taş evin etrafında dönmek çok mu önemlidir? Değerli olan bu sembolik davranışların ardından iyi insan olma yolunda eyleme geçmek, hatalardan uzak durmak; elini, belini ve dilini korumaktır.
وَلِكُلِّ اُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنْسَكًا لِيَذْكُرُوا اسْمَ اللّٰهِ عَلٰى مَا رَزَقَهُمْ مِنْ بَه۪يمَةِ الْاَنْعَامِۜ فَاِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌ فَلَهُٓ اَسْلِمُواۜ وَبَشِّرِ الْمُخْبِت۪ينَۙ [33] “Siyasî, iktisâdî ve hukûkî birliktelik oluşturmuş her topluluğun kendilerine özel zamanı, sayısı, sözleri ve davranışı belli tapınma biçimleri ve tapınakları vardır. Onlar oralarda memnun oldukları her türlü varlıklar ve özellikle büyükbaş hayvanlar aracılığıyla Tanrı, sevgi, acıma ve adâleti hatırlar. Tapınaklarda hiçbir varlığı Tanrı edinmeyin, onlar için ritüeller yapmayın; Tanrınız tapınaklara sığdırılamayan tek bir Tanrı’dır, ritüellerinizi onun için yapın, onun adına barışa sahip çıkın. Tanrı’dan başkası için ritüel yapmayan yumuşak huyluları ve barışa sahip çıkan alçak gönüllüleri müjdele.” âyeti her toplumun kendi kültürü içinde ritüeli ve tapınağı olduğunu, herkesin kendi tapınağında inançlarıyla mutlu olduğunu belirtir. Her toplumun mutluluk araçlarının değişik olması ve farklı şeylerle mutlu olması âyete göre doğal bir sonuçtur. Ayrıca ritüel mekânı olan tapınaklar günlük çalışma yoğunluğu içinde unutulan sevgi, saygı, acıma ve adâleti hatırlatma rolleri üstlenir.
Kur’an’ın indiği zaman dilimi dinler çağının son devri olduğundan insanlara rehberlik eden, insanlara sevgi ve bağlılığı hatırlatan kurumlar ancak tapınaklar ve orada yapılan ritüellerdi. Bu nedenle yalnızlaşan, dayanışmadan mahrum olan, acılar çeken ve umutları olan kimselerin dertlerini anlattığı, dil döktüğü, umut devşirdiği mekânlar tapınaklar, çözümleri de ritülleriydi. Ancak Kur’an’ın gelmesiyle birlikte din tapınaktan çıkarıldı, yaşamın atar damarlarına dönüştürüldü; yardımlaşma, dayanışma, direniş, özgürlük, yakınlaşma ve her türlü açlıkla savaşma eyleminin adı oldu. Tapınak dinleri ve ritüeller kölelik, kavmiyetçilik ve cinsiyetçiliği yok etmiyordu, açlıkla savaşmıyor, sınıflaşmaya karşı başkaldırmıyordu. İşte tam bu ortamda İslâm, din sözcüğüne dokunmadan barış ve güven devrimi yapmak için yola çıktı, insanlığın kültüründe kökleşmiş ritüellere dokunmadan ancak onları ibadet safına da katmadan yumuşak bir geçişle adâlet devriminin aracına dönüştürdü. Örneğin Kâbe bir tapınak ve namaz bir ritüelken Hz. Muhammed devrime giden yolda Kâbe’yi direnişin sembolü ve namazı salâtın aracına dönüştürdü.
رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِنَٓا اُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَۖ وَاَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَاۚ اِنَّكَ اَنْتَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ [34] “İbrâhîm ‘Ey besleyip büyüten ve donatan babamız! İkimizi senin barış yolunda gidenlerden yap ve soyumuzdan senin değerlerine kendini adamış barışçı bir siyâsî, ekonomik ve hukûkî birliktelik kurmuş toplum oluştur; bize ritüelin doğru yöntemini ve ritüel yerlerinin nasıl olması gerektiğini göster, yanlışlardan dönmemizi sağla. Çünkü hataların yüzünü sevgi ve acımayla tedavi eden sensin.’ diyerek Tanrı’ya seslendi.” âyetinde sevgi ve acımaya babalık eden İbrâhîm üzerinden ders veriliyor. Kur’an’ın iki temel kavramı vardır: Barış (İslâm) ve güven (îmân). Bu âyette de barış yoluna götüren siyasal, ekonomik, askerî ve hukuksal örgütlenmelerin oluşturulmasına vurgu yapılıyor. Tanrı adına ritüellerin yapıldığı tapınakların neler içermeyeceği, ritüellerin nasıl uygulanacağı konusunda İbrâhim Tanrı’dan yardım istiyor. İbrâhîm, kendi çağında rakip tapınak açmak zorundaydı, zirâ insanlık algı ve yaşam bakımından henüz tapınaklar çağından çıkacak olgunluk ve ortamda değildi. Bâbilliler krallarının karşısında kıyâm, rükû ve secde ederek saygılarını gösteriyordu. İbrâhîm de krallara gösterilen saygı biçimlerini evrenin kralı olan Tanrı’ya göstererek ritüelini yaptı. Ancak İbrâhim ritüelini krala karşı değil bir eve/anıta karşı yaptı. Küp biçimli anıt ev olan Kâbe’ye karşı kıyâm, rükû ve secde yaparak, ayrıca onun çevresinde dolanarak evin temsil ettiği âile, ahlâk, hukuk, saygı, sevgi, barış, kardeşlik ve dayanışmayı ayakta tutacağını,[35] onlara son derece bağlı kalacağını[36] ve bunu gerçekleştirirken bencil/egoist davranmayacağını[37] gösterdi.
فَاِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَذِكْرِكُمْ اٰبَٓاءَكُمْ اَوْ اَشَدَّ ذِكْرًاۜ [38] “Ritüellerinizi tapınaklarınızda tamamen bitirdikten sonra sevgi, acıma, adâlet, akıl, sağduyu ve Tanrı’yı öylesine hatırda tutun ki atalarınızı hiç unutmadığınız, onların anılarını sürekli yaşattığınız gibi hatırlayın. Hatta babalarınızı andığınızdan daha ileri düzeyde hatırınızda tutun.” âyeti apaçık biçimde “Tapınağa gidip tapının.” demek yerine âdet ve alışkanlık gereği gittiğiniz tapınaklardan çıktıktan sonra Tanrı’nın kişiliğinde temsil edilen değerleri öyle hatırlayın ki babalarınızı bile size unuttursun, demektedir. Bu âyete göre ne ritüel ne de tapınak öne çıkarılmalıdır; vazgeçilmez tek değer ve arkasından gidilmesi gerek tek yol barış ve güven yolu, onlar için dökülen ter, verilen emek ve feda edilen kandır.
قُلْ اِنَّ صَلَات۪ي وَنُسُك۪ي وَمَحْيَايَ وَمَمَات۪ي لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ [39] “Destekleşme, dayanışma, omuzdaşlık, sorun çözme ve aydınlatmalarım; namaz, oruç, hac ve kurban gibi ritüellerim; tüm yaşamım ve ölümüm görüp duyduğum, tadıp kokladığım, dokunduğum, bilgisine ulaştığım veya ulaşamadığım varlıkları besleyip büyüten ve donatana armağan olsun.” âyetinde Hz. Muhammed’in de peygamberlikten önce diğer Araplar, Yahûdîler ve Hıristiyanlar gibi yaptığı ritüellerden bahsedilir. Hz. Muhammed’in yaşadığı toplumda henüz İslam diye bir din yokken bile namaz kılınır, oruç tutulur, zekât verilir, hac yapılır, baş örtülür, sarık sarılır, cüppe giyilir, zemzem içilir, kurban kesilir, Safâ ile Merve tepeleri arasında sa’y yapılır, nikâh kıyılır, barış anlaşmaları imzalanır, hayırda yarışılırdı. Bu nedenle Hz. Muhammed kendi toplumunun bu nusuklarına dokunmadı, İslâm gelmesine rağmen eskisi gibi ritüellerini sürdürdü ama toplumunu kemiren eşitsizlik, kökelik, ırkçılık, hukuksuzluk, sınıflaşma, açlık ve cinsiyetçilik ile savaştı. Hz. Peygamber müşrik liderlerle çatışırken müşrik liderler de Kâbe’de namaz kılıyor, tavaf yapıyor, zekât veriyor ve hacılara hayır yapmada yarışıyorlardı. Tarihsel bakış sağlıklı işletildiğinde insanlığı ayağa kaldırmayı amaçlayan veya uyuşturmayı hedefleyen ritüeller/nusuklar ile ibâdetler mezhepçi ulema tarafından kasıtlı biçimde aynı gösterilmiş; fakat halk kesimi derin bilgiden mahrum olmanın faturası olarak uyumuş ve yüzyıllardır uyutulmuştur.
[1] Her bireye düşen sorumluluk.
[2] Saffât, 138/Efelâ ta’gilûn(e)
[3] Sünnî ve Şiî hadis kaynaklarının oluşum biçiminden kelâm, akâid, fıkıh ve tefsir yazım sürecini inceleyenler tarafından bilinen gerçeklerdir. Üstelik bu taraflı üretimler açıktan açığa yapılmıştır.
[4] En’am, 50/Efelâ tetefekkerûne
[5] Nisâ, 82/Efelâ yetedebberûn(e)
[6] www.adilmedya.com, Namık Kaya, “Ayağa Kalk, Ey Salât”, 04.08.2020.
[7] Osmanlı padişahlarının bir ünvanı da zillu’l-lâhi fi’l-arzi’dir. (Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi)
[8] Fâtihâ, 5/İyyâ-ke na’budu
[9] Mâide, 60/’Abede’t-tâğût(i)
[10] Şu’arâ, 71/Gâlû na’budu esnâmen fe-nezallu le-hâ ‘âkifîn(e)
[11] Şahs-ı mânevî (manevî kişilik)
[12] Âl-i İmrân, 64/Gul yâ ehle’l-kitâbi te’âlev ilâ kelimetin sevâin beyne-nâ ve beyne-kum ellâ na’bude illa’l-lâhe ve lâ-nuşrike bi-hi şey’en ve lâ-yettahiże ba’zunâ ba’zan erbâben min dûni’l-lâh(i) fe in tevellev fe gûlû’ş-hedû bi-en-nâ muslimûn(e)
[13] Tövbe, 31
[14] Hûd, 62/Gâlû yâ sâlihu gad kunte fî-nâ mercuvven gable hêzê etenhâ-nâ en na’bude mâ ya’budu âbâunâ ve innenâ lefî şekkin mimmâ ted’ûnâ ileyhi murîb(un)
[15] Tövbe, 31/İttehazû ahbâra-hum ve ruhbâne-hum erbâben min dûni’llâhi ve’l-mesîha’bne meryeme ve mâ umirû illâ li-ya’budû ilâhen vâhiden lâ ilâhe illâ hu(ve) subhâne-hû ‘ammâ yuşrikûn(e)
[16] Mâide, 3/Elyevme ekmel-tu le-kum dîne-kum ve etmem-tu ‘aley-kum ni’metî ve razîtu le-kumu’l-islâme dînen
[17] Mensek, menâsik (ç.)
[18] Madeni toprağından ayırmak için verilen yüksek ateşe de fitne denir.
[19] Ayakta dikilme
[20] Bel bükme, belden öne doğru eğilme
[21] Baş eğme, alnı yere değdirme
[22] الله اكبر Tekbir
[23] Kıyâm
[24] Rükû
[25] Secde
[26] Sağa ve sola verme
[27] Beyaz ihrâm giyme
[28] Kâbe (Taş ev) etrafında dönme
[29] Safâ-Merve arasında koşma
[30] Vakfe
[31] Arafat
[32] Hac, 67/Li-kulli ummetin ce’alnâ menseken hum nâsikûh(u) fe lâ-yunâzi’unneke fî’l-emr(i) ved’u ilâ rabbike inne-ke le’alâ huden mustagîm(in)
[33] Hac, 34/Velikulli ummetin ce’al-nâ menseken li-yezkurû’sme’l-lâhi ‘alâ mâ razega-hum min behîmeti’l-en’âm(i) fe-ilâhu-kum ilâhun vâhidun felehu eslimû ve beşşiri’l-muhbitîn(e)
[34] Bakara, 128/Rabbe-nâ vec’alnâ muslimeyni le-ke vemin zurriyyeti-nâ ummeten muslimeten le-ke ve eri-nâ menâsike-nâ ve tub ‘aleynâ inne-ke ente’t-tevvâbu’rrahîm(u)
[35] Kıyâm
[36] Rükû
[37] Secde
[38] Bakara, 200/Fe-izâ gazay-tum menâsike-kum fezkurû’l-lâhe ke-zikri-kum âbâe-kum ev eşedde zikran
[39] En’am, 162/Gul inne salâtî ve nusukî ve mahyâye ve memâtî li’l-lâhi rabbi-l’âlemîn(e)