Hiçbir anayasa, hiçbir norm, hiçbir karar, kendi kendini korumaz, koruyamaz. Kâğıt parçalarının üzerinde yazan sözcükler dile gelmez.
Anayasalar birileri tarafından kaleme alınır. O birileri, devlet örgütlenmesi ve devlet ile yurttaş arasındaki ilişkileri kâğıda döker. Sözcükler, yüzyılların mücadelesinden, uğruna yaşanan acılardan, geleneklerden süzülüp gelir. Sözcüğe can verecek olan, uygulamadır. Doğru uygulanmalarını ve yorumlanmalarını sağlayacak olan ise sahip çıkılması. Sahiplenilmeyen, umursanmayan anayasa metinlerinin canı kaçar, beti benzi solar, kimseye hayrı olmaz, varlıklarıyla yoklukları fark etmez. Canı verecek olan toplumdur, milyonlardır, o milyonların mücadelesidir.
Hal böyleyken, örneğin nefret ettiğiniz birinin adil yargılama hakkını savunmak, aynı zamanda yaşam hakkını, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü savunmaktır. Örneğin nefret ettiğiniz birinin cinsel yönelim hakkını savunmak, aynı zamanda inanç ve ibadet özgürlüğünü savunmaktır. Örneğin hazzetmeseniz de birinin grev hakkını savunmak, aynı zamanda seçme ve seçilme hakkını savunmaktır. Örneğin görüşlerine karşı olduğunuz birinin seçilme hakkını savunmak, aynı zamanda ikinci maddede sayılan ‘Cumhuriyet’in temel ilkelerini’ savunmaktır. Örneğin yüzünü görmek istemediğiniz birinin kişi güvenliğini savunmak, aynı zamanda bilim ve sanat özgürlüğünü savunmaktır…
Anayasal demokrasinin temelindeki ‘insan hakları/temel hak ve özgürlükler’, bir bütünün parçasıdır. Onlara sahip çıkılması, demokrasinin yaşaması için vazgeçilmez koşuldur. Bir ilkeyi yok sayıp diğerini korumak, ikisinden vazgeçip kalanıyla insan gibi yaşamak mümkün olmaz.
Siyasal partiler ise sahip çıkması gereken toplumun siyasal örgütlenme biçimlerinden biridir. Yalnızca biri. Ancak değerli ‘biri’ olduğundan, anayasada ‘demokrasinin vazgeçilmez unsuru’ ifadesiyle tanımlanır.
Eğer anayasa yönetenlerce yok sayılıyorsa, temel ilkeleri askıya alındıysa; siyasi partilerin ve toplumsal kesimlerin ‘olağan’ dönem zihniyetiyle var olabilmesi mümkün değildir.
Bu nedenle anayasaya yüzlerce kilometre yürüyerek sahip çıkılır, grup toplantısı lafazanlıklarıyla değil. Seçim/demokrasi ittifakları kurarak sahip çıkılır, sosyal medyada kahrederek ya da sevimsiz espriler yaparak değil. Üniversite hocalarının rektörlüğe arkasını dönmesiyle sahip çıkılır, her idarecinin önünde abdesthane ibriği gibi dizilerek değil. Köy köy gezip yurttaşı dinleyerek sahip çıkılır, meclis koridorlarında genel başkan kuyrukçuluğu yapmakla değil. Farklı barışçıl yol ve yöntemler üzerinde kafa yorarak sahip çıkılır, her eleştirene “Ne yapalım yani?” diyerek değil. Laiklik ilkesini ortadan kaldıran bunca karar ve uygulamaya karşı çıkarak, ilkeli olarak korunabilir, “Oyuna gelmeyelim” ya da “Gündem değiştiriyorlar” saçmalıklarına saplanıp kalarak değil. Seçme ve seçilme hakkına sahip çıkarak, milletvekilliği düşürülen vekilin yanında durarak korunabilir, “İlk seçimde gidecekler” masalını ezber etmekle değil.
Bazen de bir kurumun itibarı, o kurumun dışına çıkarak korunabilir, içeride bekleşmek kişileri de kurumu da çürütür.
Dün gece yayınlanan bir Cumhurbaşkanı ‘kararıyla’ Türkiye Cumhuriyeti, tarafı olduğu bir uluslararası sözleşmeden çekildi. Hiçbir anayasal organ, anayasaya aykırı yetki kullanamaz. Yürütme organı yasa gerektiren bir konuda böyle bir ‘karar’ alamaz. Şu sistemde dahi olmaz.
Efendim, ‘dokuz sayılı’ Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile böyle bir yetki verilmiş, öyle mi! Okuduğunuz yazı, konuya ilişkin ayrıntılı bir anayasa tartışmasını amaçlamıyor. İyi hoş da güzel kardeşim, nerede kaldı Anayasa’nın 90’ıncı maddesi, nerede kaldı ‘yetki ve usulde paralellik’ ilkesi, nerede kaldı Anayasa’nın 104’üncü maddesinde yer alan ‘temel haklar, kişi hakları ve ödevlerine’ yönelik özel (kararname ile düzenleyememe) sınırlama? Uçtu mu, buharlaştı mı tümü!
Eğer yürütme organının bir ‘kararı’ ile bir uluslararası sözleşmeden çekilinebileceği kabul görür ve alışkanlık haline gelirse, ‘karar’ ile yapılabilecek işleri, sıradaki ‘değişiklikleri’ tahayyül dahi edemezsiniz. Emin olun, edemezsiniz.
Muhtelif kâğıtlar üzerindeki sözcük öbeklerinin, canı yoktur. Onlara, sahip çıkanlar can verir. Tarih boyunca hak ve özgürlükler, onlar uğruna mücadele edenlerin oldu. Aksi mümkün değil. Olmadı ve olmayacak.
Anayasa bize sahip çıkamaz, biz ona çıkabiliriz. Bugün hiçbir mahkeme kararı bizleri mutlu etmeyebilir (ki öyle), hiçbir başvuru yerini bulmayabilir (ki öyle), tüm teknik hukuk tartışmaları boş olabilir (ki öyle); aldırmayalım, bu da geçer ve hukuk devleti bir kez daha kurulur. Önemli olan, insanca yaşamın güvencesi olarak ‘anayasa’ idealine, bir kurum olarak ‘anayasaya’, hak ve özgürlüklere, tarihsel kazanımlara sahip çıkmaktan bir an olsun vazgeçmemek.
Son olarak, “İlk seçimde gidecekler” varsayımını, anayasanın yok sayılmasını pekiştiren bir afyona dönüştüren muhterem ‘muhalefet’ milletvekillerine şu soruyu yöneltelim, bir kez daha:
Sizler, ulusun temsilcileri; böylesine yok sayılırken, böylesine ciddiye alınmazken, ne yapıyorsunuz orada? Seksen dört milyon yurttaştan biri ve önemsiz bir köşe yazarı olarak benden fazla, şu anda tepkisini sosyal medya ya da diğer mecralarda gösteren herhangi bir yurttaştan fazla, Boğaziçi hocasından fazla, slogan attığı için gözaltına alınan öğrenci ya da emekçiden fazla, ne yapıyorsunuz o çatı altında? Samimiyetle soruyorum, nedir işleviniz? Neden oradasınız? Eleştirilere yanıt olarak keşfettiğiniz “Ne yapalım yani?”den başka bir cümleniz, bir yorumunuz, bir çözüm öneriniz var mı?
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ, YAŞATIR. Bahşedilmemiştir. Kadın mücadelesinin sonucudur. Yalan yanlış propagandayla ve iki tarikat mensubu, üç aklı evvel fanatik sevinsin diye feda edilemez. Yargısal süreçler hayal kırıklığıyla sonuçlanabilir, çok muhtemeldir. Ancak günü geldiğinde, davulla zurnayla yine taraf olunur. Olunacak.
Okuma önerisi: Anayasa hukukçusu Işıl Kurnaz’ın İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili yazısını buraya bırakıyorum.
Diğer okuma önerisi: Kemal Gözler’in konuya ilişkin yazısı da burada.