Meltem CAN
Türkiye’de Alevilik meselesi yalnızca bir toplumsal hak arayışı değil; iktidarın kimlik inşası siyasetiyle doğrudan ilişkilidir, zira bir kimliğin dışlanmışlığı, yalnızca toplumsal önyargılarla değil, doğrudan devletin kurumsal yapısı ve ideolojik tercihleriyle beslenir ve sürdürülür.
Resmi ideolojinin, “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek din” söylemiyle şekillendiği iktidar pratiklerinde, bu çerçevenin dışında kalan tüm gruplar ya yok sayılmış ya da sistematik olarak baskı altına alınmıştır. Bu dışlanma, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumların yalnızca Sünni İslam’ı temsil etmesiyle kurumsallaşmış; eğitim, ibadet, temsil ve güvenlik gibi temel alanlarda açık bir ayrımcılık yaratmıştır.
Toplumsal Hafıza
Sosyolog Maurice Halbwachs’a göre, toplumsal gruplar kimliklerini kolektif hafıza aracılığıyla sürdürürler. Alevi katliamlarının resmi tarih anlatısında yeterince yer bulmaması, yalnızca unutmak değil, aktif bir “unutturma siyaseti”dir. Bu unutma hali, Alevi kimliğinin kamusal alanda görünmezliğini ve sessizliğe mahkûm edilmesini beraberinde getirir.
Mekân Sosyolojisi
Kimlikler sadece söylemle değil, mekânla da inşa edilir. Cemevleri ibadethane statüsünden mahrum bırakıldıkları için birçok şehirde resmî hizmetlerden faydalanamaz ve kamusal anmalarda Alevi inançları ve ritüelleri dışlanır. Mekân, burada bir iktidar aracıdır ve bu iktidar, Alevi kimliğini şehirden, sokaktan, meydandan uzak tutar.
Tek Tipleştirici Müfredat ve İnanç Dayatması
Zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri Sünni İslam merkezli bir bakışla sunuluyor. Alman filozof Axel Honneth’in “tanınma kuramı”na göre, bireylerin ve toplulukların kendilerini değerli hissetmesi için ahlaki ve kültürel tanınma bir ihtiyaçtır. Aleviler, yıllardır devletten yalnızca bir “tahammül” değil, kamusal alanda onurlu bir varoluşun tanınmasını talep ediyor.
Şiddet
Maraş (1978), Çorum (1980), Sivas (1993) gibi katliamlar, salt “katliam” olarak değil, devletin taraflılığına dair yapısal krizler olarak okunmalıdır. Bu olaylarda devletin güvenlik güçlerinin pasif kalması, soruşturmaların ya hiç açılmaması ya da sonuçsuz kalması; yalnızca ihmalkârlık değil, doğrudan bir iktidar tercihidir. Şiddet, yalnızca failin değil, aynı zamanda izleyenin de politik sorumluluğudur.
Bugün Alevi kimliğiyle siyaset yapmak, hâlâ bir “marjinalleşme” riski taşırken, Diyanet bütçesinin birçok bakanlığı geçmesi normalleştirilmiştir. Bu durum, yalnızca Alevilere değil, seküler yurttaşlara da bir mesajdır: Bu devletin dini vardır, bu devletin makbul yurttaşı bellidir. Yurttaşlık artık hukuki bir statüden çok, belirli inançlara ve kimliklere yakınlıkla ölçülür hâle gelmiştir.
Türkiye’de Aleviliğin dışlanması, “azınlıkların korunması” gibi liberal bir dilin ötesine geçilerek, doğrudan devletin laiklik, yurttaşlık ve eşit temsil ilkeleriyle yüzleşmesini gerektirir. Gerçek bir demokratikleşme, yalnızca çoğunluğun haklarını tahkim etmekle değil, dışlanan kimliklerin varlığını eşit yurttaşlar olarak tanımakla mümkündür.
__________________________________________________________________
Kaynakça:
· Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı. (2024). Kamu İdareleri Bütçeleri.
· Eren, E. (2018). “Alevi Kamuoyunun Talepleri ve Türkiye’de Laiklik Sorunu”. Toplum ve Demokrasi, 12(27), 85-100.
· Türkiye İnsan Hakları Derneği (İHD). (2018). Alevilere Yönelik Ayrımcılık Raporu.
· Dressler, M. (2013). Writing Religion: The Making of Turkish Alevi Islam. Oxford University Press.
· Massicard, E. (2013). The Alevis in Turkey and Europe: Identity and Managing Territorial Diversity. Routledge.
· Halbwachs, M. (1992). On Collective Memory (L. A. Coser, Trans.). University of Chicago Press