- 4. Melek ve Rab İlişkisi
“Rabbin meleklere vahyetti.” biçimindeki bir ifadeyi mistik[1] bir ortamda gerçekleşen bir diyalog şeklinde ele almak, geleneği kutsayan bir ön yargıdır. Hâlbuki bu anlatım “Olay ve durumları olduğundan daha iyi hale getiren, dağınıklığı toparlayan, adım adım besleyip büyüten, ortamı düzene sokan, imkân ve nimetleri bir program çerçevesinde aşama aşama artıran bilge yöneticin veya yönetim yapın; evren ve doğadaki bilgi ve haberi yapıcı ve üretici güçlerin içine en hızlı ve en kestirme biçimde kodladı, onların iç sesi oldu.” biçiminde çevrilmeliydi. Çünkü geleneksel akıl, tahtında oturan bir Tanrı ve tahtın aşağısında sıra sıra dizilmiş melekler topluluğu hayal etmekte; böylece padişah ve saray düzeni biçiminde bir Tanrısal düzen kurgulamaktadır.
- 5. Ahbâr ve Ruhbânları Rab Edinmek
“İnsanlar bir yandan toplumda olumlu etkisi olan, bilgi sahibi, bilim ve düşünce insanı, yazıp çizen, güzel ve iknâ edici biçimde konuşan ancak bilgi ve etkisini güç ve iktidâr sahiplerinin istediği şekilde evirip çeviren; sözü, kalemi ve çizimini şer odaklarının isteklerine göre yönlendiren kimseleri öğretmen ve usta yerine koyarak; öte yandan konuşmalarında sürekli sevap-günah hesapları yapan, peygamberlerin devrimciliklerinden asla bahsetmeyen, peygamberleri sevap-günah memuru yapan, ritüelleri sevapmatik durumuna düşüren, korkutarak dindârlık sağlamaya çalışan, cehennem ve günah tehditleriyle insanları dîne bağlamak isteyen kişilere yöneten ve donatan rolü vererek sahte karizmalar ürettiler. Dahası ahbâr ve ruhbân sınıfını dağınıklığı toplayan, adım adım besleyip büyüten, kargaşayı düzene sokan, imkân ve nimetleri bir program çerçevesinde aşama aşama artıran eğitici veya bilge yönetici pozisyonuna yükselttiler. İnsanlar böylece Meryem oğlu Mesîh ile ahbâr ve ruhbân sınıfını Tanrı’nın yanı ve yakınına yerleştirdiler, onlara Tanrı’nın güç ve karizmasından pay ayırdılar. Hâlbuki insanlar ahbâr, ruhbân ve Merym oğlu Mesih için iş ve eylem üretmemeli; iş, değer ve eylem sadece eşi, benzeri, ikincisi ve yedeği olmayan Tanrı için olmalı. Îsâ Mesih ile ahbâr ve ruhban sınıfı asla Tanrı değildir, onlara Tanrı rolü verilemez, onlar Tanrı’dan rol çalamaz. Çünkü Tanrı, İsâ Mesih ile ahbâr ve ruhbân sınıfının eksiklik, zayıflık ve yetersizliklerinden uzak olması nedeniyle övgüyü gerçek anlamda hak eden tek varlıktır.”[2] âyetinde ahbâr ve ruhbân sınıfı ile Mesîh İsâ’ya Tanrı’yla eşdeğer bir rab sıfatının yüklenmesi eleştirilir.
Tevrat ve İncil’e baktığımızda Yahûdî ve Hristiyanların Îsâ ile dîn sınıfına Tanrı diye bakmadığını görürüz. Peki, âyette niçin Tanrılaştırma suçlaması var, demekten kendimizi alamıyoruz. Îsâ ne kadar Tanrılaştırılsa da en nihayetinde bir Tanrı vardır ve Îsâ ondan sonra gelir. Örneğin “Başlangıçta söz vardı, söz Tanrı’yla birlikteydi ve söz Tanrı’ydı.”[3] âyetlerinde geçen söz, Yunanlıların logos sözcüğünün çevirisidir. Logos; kelime, akıl, evrende her şeyi bir arada tutan, her şey ile bir şey arasında bağ kuran mantık; kutsal yasalar koleksiyonu (Tevrat) ve Îsâ anlamlarında kullanılır. Bu âyete göre “evrende her şeyi bir arada tutan ve her şey ile bir şey arasında bağ kuran senkronik[4] ilişkili bir akıl ve yasa vardı. Her şey bu mantıksal bağın gerektirdiği koşullardan[5] var oldu.” denmek istenmiştir. İncil de tıpkı Kur’ân gibi doğru anlaşılmadığı veya düzgün çevrilmediğinden saçmalıklara meze yapılmıştır. Bir dilden başka dile anlamı doğru çevirebilmek için hedeflenen dilin anlatım biçimi dikkate alınarak çeviri yapılmalıdır. Örneğin yukarıdaki Türkçe çeviride “Tanrı’yla birlikteydi.” diye yapılan tercüme Grekçe’de “Tanrı’daydı.” biçiminde çevrilir. “ve söz Tanrı’ydı” ifadesi de “Söz tümüyle Tanrı’dır.” biçiminde bir üslüpla dile getirilir.[6] Çevirilerde bunları dikkate almadığımız zaman anlam karmaşası doğar. Bu durum Kur’ân çevirileri için de söz konusudur.
Yukarıdaki Kur’ân âyeti (Tövbe, 31) sahâbeye duyurulunca Muhammedî barışçılar arasına yeni katılmış eski bir Hristiyan olan Adiy Bin Hatem, “Ey Tanrı elçisi! Biz ahbâr ve ruhbân sınıfını rab edinmiyorduk.” deyince vicdân elçisi Muhammed, ona “Ahbâr ve ruhbân sınıfı, Tanrı’nın helâlini haram, haramını helâl yapıyordu; siz de hiçbir sorgulama yapmadan onların sözlerine uyuyordunuz. İşte bu tür davranış, ahbâr ve ruhbân sınıfını rab edinmektir.”[7] diye yanıtlar. Böylece birini rab edinmek için illa ona “Rabbimizsin!” demeye gerek olmadığını vurgular.[8] Bu olaydan anlaşıldığına göre rab edinmek, sorgulamadan ve tam teslimiyetle itaat etmektir.
- 6. Firavun Kimin Rabbi?
“Firavun, halkına ‘Ben; bir şeyi olduğundan daha iyi hale getiren, dağınıklığı toplayan, adım adım besleyen ve büyüten, kargaşayı düzene sokan, imkân ve nimetleri bir program çerçevesinde aşama aşama artıran, varlıklara babalık ederek onları doyuran, besleyen ve olgunlaştıran biri olarak en üstün efendiniz, en büyük yöneticiniz, en ulu kişiniz, en üstününüz, en bilgeniz, en iyi ustanız, en bilge kralınız, onuru en yüksek öğretmeniniz ve soyu en üstün sahibinizim.’ dedi.”[9] âyetinde Firavun’un rablık iddiâsı dile getirilmektedir.
Bir ülkenin yönetimini elinde tutarak halkın kaderi[10] üzerinde söz sahibi olanlar o ülke ve halka rablık yapanlardır. Halk, kendi kaderine el koyup geleceğini ve tüm yaşamını iktidârların kontrolünden kurtararak rablık davası güden yönetimlerin gücünü kırabilir. Aksi takdirde susan ve itaat eden bir halkın tepesinde boza pişiren yönetimler, halka rablık yapmayı sürdürür. Rablık yapanlar, kendini ya Tanrı yolunun yoldaşı ya Tanrı’nın gölgesi ya Tanrı’nın temsilcisi ya da siyâsî mehdî olarak topluma yutturur. İbrâhîm’in Nemrut’a, Mûsâ’nın Firavun’a, Îsâ’nın Roma’ya ve Muhammed’in Mekke efendilerine karşı çıkmaları; iktidârların halk üstünde rablık kurmalarını engelleyecek devrimci isyanı başlatmaları, halkın kendi kaderini yöneticilere bırakmaması konusunda mücâdele ortaya koymaları tüm zamanların zâlimlerini korkutan hayâletlerdir.
Kur’ân’ın Müslim (Müslüman) ve mü’min (güvenilir) dediği kişiler güç sahiplerinin kolay lokma olarak gördükleri hödük[11] ve itaatkâr asalaklar[12] sürüsü değildir; direnişçi, dayanışmacı, mücâdeleci, savaşçı, akılcı, bilimci, eşitlikçi ve özgürlükçü birey ve topluluklardan oluşan bir toplumdur. İşte bu nedenle gasp, işgâl ve zulmünü Kur’ân ve dîn ile perdeleyip yoksulluk, eşitsizlik, yolsuzluk, hırsızlık ve adâletsizliğe imzâ atanlar; mezhepçi, dînci, tarîkâtçı, cemaatçi, resmî dîn söylemlerine bağlı, milliyetçi, merkeziyetçi ve liderini putlaştıran tipteki geleneksel Müslümanları finanse ederken Kur’ân Müslümanlığı, devrimci İslâmî hareket, antikapitalist Müslüman, antifaşist Müslüman, İslâmî sol hareket, devrimci-demokrat İslâmî hareket, sosyalist-devrimci İmam Hatipliler, Müslüman sosyalistler gibi tanımlama ve kimliklerden çok korkmaktadırlar. Çünkü birileri zulmü dîn adına meşrûlaştırırken ötekileri dîn üzerinden zâlimi deşifre etmekte ve zulmün kimden geldiğine bakmadan zâlime karşı direnmektedir.
- 7. Gâlû Belâ Meselesi
“Besin kaynakları ile yönetim ve yaşam kânunları elinde olan güç sahibi, insanların gözden çıkarıp dağıttığı mallarındaki küçük bölümlerden olay ve durumların akışına göre küçük çukurlar oluşturdu ve mal sahiplerini de buna tanıklar yaptı. Ardından, dağıtılan küçük birikimlerden büyük eserler ve ürünler ortaya çıkaran, imkânları olduğundan daha iyi hale getiren, dağınıklığı toplayan, adım adım besleyip büyüten, kargaşayı düzene sokan, imkân ve nimetleri bir program çerçevesinde aşama aşama artıran eğitici ve bilge yönetici; insanlara ‘Görüyorsunuz işte, hepinizin küçücük paylarından büyük eserler elde ettim; şimdi size soruyorum, efendiniz ben değil miyim?’ deyince onlar da ‘Elbette sensin, senin ne yaptığına hem tanıklık ediyoruz hem de yaptıklarını kendi üstümüzde gösteriyoruz.’ dediler. Bunun üzerine egemenliği altındakileri besleyip büyüten, donatıp koruyan kamu vicdânı, onlara ‘Bu diyaloğumuzun nedeni eşitsizlik, adâletsizlik, paylaşımsızlık ve bencillik ortamlarına başkaldırının ayağa kalktığı günlerde eşitlik, adâlet, paylaşım, dayanışma ve özgürlük ortamlarını görmüş; refah düzeyi yüksek hayatlar yaşamıştık. O günlere tanık olmuştuk diyebilmeniz veya barış ve güven sağlayan değerlerden sapan atalarımızın çizdiği temelsiz, çürük, dayanaksız, direksiz, asılsız ve geçersiz yoldan gittiğimiz için biz de mi onlar gibi sel, deprem, hastalık ve göçük gibi doğal felaketlerle karşılaşacağız; hiç hatırlanmayacak biçimde unutulacağız ve elimizdekilerini başkalarına kaptıracağız, dememeniz içindir.’ dedi.”[13] âyetleri maalesef gerçek bağlamından koparılıp rivâyetlere kurban edilerek “Gâlû belâ zamanından beri Müslümanım.” biçimindeki kalıp cümleye dayanak oluşturulmuştur. Hattâ kimileri elest bezmindeki[14] sohbet diyerek bu alanda oldukça eğlenceli hikâyeler uydurmuştur. Hâlbuki sözcüklerin etimolojisi[15] iyice irdelenseydi, Kur’ân’ın amacı dikkate alınsaydı ve ezber tercümeler ile asırlardır tekrarlanan çeviriler süzgeçten geçirilseydi birbirinin kopyası olan anlamlar tekrar edilmezdi. Böylece tuhaf bir teolojik anlayış da ortaya çıkamazdı.
Kur’an’da Tanrı’nın konuşması veya bir şey sorması karşısında insan veya nesnelerin buna karşılık vermesi biçimindeki diyaloglar, gerçekte Tanrı’nın yaratıcı eylemini ve varlıkların buna varoluşsal tepkisini[16] anlatan sembolik ifadelerdir.[17] Örneğin Tanrı’nın yer ve göğe “Ya isyerek gelin yahut istemeseniz de getiririm.” diye seslenmesi karşısında “Ne olur kızma, isteyerek geliyoruz.” diyen bir yer ile göğün yanıt vermesi biçiminde bir diyalog olmadığı gibi böyle bir tehdit dili kullanan Tanrı da yoktur.[18] Ancak bu tarz bir diyalog örneklemesi Arap aklı için gerekliydi. Çünkü güce tapan, her şeyi gücüyle yapabilen ve Tanrı ile ilişkisini güç üzerinden kuran Araplar için evreni gücünün korkusuyla yöneten Tanrı anlayışı gayet uyumlu bir dildir. Bu üslubun seçilmesi bütünüyle tarihsel ve yerel bir anlatımdır. Bu üslup üzerinden hareket eden Kur’ân, Arapları özgürlükçü, barışçı ve güvenli bir toplum haline getirmek için hazır bulduğu kültür üzerinden konuşmuş oluyor.
Bir başka örneğe göre göklere, yere ve dağlara bir emanet teklif edilir; ancak onlar emanetin ağır sorumluluğundan korktukları için emaneti almazlar, insan ise emaneti alarak zalimleşir.[19] Bu anlatım da bir kurgudur.[20] Gerçekte Tanrı’nın verdiği bir emaneti almamak mümkün mü; hele hele dağ, yer ve göğün Tanrı’nın verdiği sorumluluktan kaçma şansı var mı; bir de insanın emanetin ne olduğunu doğru dürüst araştırmadan alıp zalimleşmesi pek mümkün mü? Üstelik insan derken hangimiz böyle bir emaneti alıp zalimleştik ve Tanrı hangimize bu emanet verdi? Burada insan, beşer ve nâs sınıflamaları dikkate alınmak zorunda olduğu gibi dağ, yer ve gök sembolleri de farklı bir durum anlatmaktadır. Açıkçası Arapların konuşma üslupları Kur’ân’ı bütünüyle çevrelemiştir. Kur’ân’daki dil ve üslûbun farkında olan büyük tefsirci Zemahşerî de “Rabbiniz değil miyim? Evet, dediler.” biçiminde çevrilen diyaloğu mecazî bir anlatım saymış ve bir tahyîl[21] kabul etmiştir.
__________________________________________________
[1] Mistik: Gerçeğe veya gerçek kabul edilen şeye rûhânî/mânevî/kalbî yolla ulaşma anlayışı[nı kabul eden].
[2] Tövbe, 31/İttehazû ahbâra-hum ve ruhbâne-hum erbâben min dûni’l-lâhi ve’l-mesîha’bne meryeme ve mâ umirû illâ li-ya’budû ilâhen vâhid(en) lâ-ilâhe illâ hu(ve) subhâne-hu ‘ammâ yuşrikûn(e)
[3] İncil, Yuhanna 1: 1-2.
[4] Senkronik: Eş zamanlı, aynı andalık.
[5] Mantık/mantuk: Konuşma, söz sanatı, diyalektik, doğru düşünmenin yol ve yöntemi, doğru düşünebilme; düşüncenin yansıma biçimleri, türleri, olanakları ve yasalarının bağlamları. (Bağlam: İlişkiler örgüsü, bir şeyin öncesi veya sonrasıyla ilişkisi.). Bu kelime, söz ile akıl arasında doğrudan bir bağ olduğundan hareketle üretilmiştir.
[6] İncil, Kutsal Kitap Bölümleri, Notlar, Yuhanna 1: 1, kutsalkitap.info.tr.
[7] Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’ân, 9; Beyhâkî, Sünenü’l-Kübrâ, X, 196; Râzî, Mefatihu’l-Gayb, Tefsir-i Kebir, XVI, 37.
[8] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, IV, 2512. (Tövbe-31’e bak.)
[9] Nâzi’ât, 24/Fe-gâle ene rabbu-kumu’l-a’lâ
[10] Kader: Ölçme, ölçüm, oran, oranlama, değer biçme.
[11] Hödük: Korkak, ürkek, görgüsüz, kaba, anlayışı kıt.
[12] Asalak: Başkalarının sırtından geçinen, bir canlıda sürekli veya geçici yaşayarak ona zarar veren başka canlı, abacı, ekti, otlakçı, parazit, tufeylî.
[13] A’râf, 172-173/Ve-iz ehaze rabbu-ke min benî âdeme min zuhûri-him zurriyyete-hum ve eşhede-hum ‘alâ enfusi-him elestu bi-rabbi-kum gâlû belâ şehid-nâ en tegûlû yevme’l-giyâmeti innâ kunnâ ‘an hâzâ ğâfilîn(e) ev tegûlû inne-mâ eşrake âbâu-nâ min gablu vekun-nâ zurriyyeten min ba’di-him e-fe-tuhliku-nâ bimâ fe’ale’l-mubtilûn(e)
[14] Elest bezmi: Sorgulama meclisi. “Tanrı ruhları topladı ve onlara ‘Rabbiniz değil miyim?’ dedi, ruhlar da Tanrı’ya ‘Evet, rabbimizsin.’ diye yanıt verdi.” biçiminde söylenen kurgusal anlatım.
[15] Etimoloji: Köken bilimi.
[16] Tepki: İten veya sıkıştıran bir cisme karşılık verme, karşı etki, re-aksiyon, aksü’l-amel (karşı eylem).
[17] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, A’râf 172, 139 no.lu dipnot, çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret Yayınları, İstanbul, 2002.
[18] Fussilet, 11.
[19] Ahzâb, 72.
[20] Kurgu: Gerçek olmayan olay ve kahramanları gerçeğe benzetme. Bir filmin değişik süre ve yerlerde çekilen bölümlerini, bir uyum ve anlam bütünlüğü içinde birleştirme. Uygulamaya geçmeyen, sadece bilmek ve açıklamak amacını güden düşünce. Bir şeyin zembereğini kurmak için kullanılan araç. Montaj, anahtar.
[21] Tahyîl: Senaryo yazma, dramatizasyon, hayalen canlandırma, gerçekte olmadığı halde olmuş gibi anlatma, gerçeğe benzeterek anlatılan hayâlî hikâye, sanal gerçeklik, kurgulama, kurgusal gerçeklik.