‘’Yeni bir toplum tahayyülünde, ortak bir yol haritasında ve onun kurucu öznelerinde anlaşacağız. Kurucu maya ne olacak? Kurucu maya elbette biz kadınlar olacak, bu belli. Bugünkü dünya çapında süren kadınların özgürlük arayışlarından, OHAL’de de, her halde de Türkiye’deki kadınların öncülüğünden anladığımız kadarıyla, İslam ve Sol Çalıştayının da ana götürücüsü, yürütücüsü, bayrağı taşıyacak olanlar kadınlar olacak.’’
25-26 Ocak 2020’de İstanbul Balat’taki İnşa Kültürevi’nde yapılan 2. İslam ve Sol Çalıştayı’na 24 konuşmacı katıldı. Ayrıca yurt dışından ve cezaevlerinden yazılı tebliğler ve video mesajlar sunuldu. İki gün süren çalıştayda Tarhisel Tecrübeler, Çağdaş Tecrübeler, Karşılaşmalar ve Yüzleşmeler, Kişisel Tecrübeler, Kadın, İslam ve Sol başlıkları altında 6 oturum yapıldı. Tüm konuşmaları ”2. İslam ve Sol Çalıştayı Konuşma Metinleri ve Kayıtları” yazı dizisi ile sunuyoruz. Bugün Perihan KOCA‘nın konuşma metnini yayınlıyoruz.
Biraz daha sabrınızı rica edicem, giriş çıkışlar var. Ama bu oturumun oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. O yüzden can kulağıyla ihtimam gösterir ve dikkat kesilirsek bende sevinirim.
Öncelikle değerli dostlar, değerli yoldaşlar ve arkadaşlar hepinize hoşgeldiniz diyorum. İslam ve Sol Çalıştayının hem düzenleyici komitesini, hem de siz değerli konukları saygı ve sevgiyle selamlıyorum.
Bu çalıştayın yeni dönem mücadele takvimimize ve ortak, somut bir perspektifin inşasına vesile olmasını ve katkı sunmasını, en azından ön açıcı olmasını temenni ederek başlamak istiyorum. Ben kadın katılımı konusundaki eleştirilerimi sunuşa gölge düşürmemesi için sona saklamayı tercih edeceğim.
Bu oturumda benim sunuşumun üst başlığı Zeynep arkadaşımın da söylediği gibi, İlericilik Gericilik Kıskacına Alınmış Kadın Mücadelesi, Feminizm, İkilikler, Çelişkiler ve İhtiyaçlarımız olacak. Biliyorum oldukça geniş ve kapsamlı bir başlık, belirli parametreler üzerinden bir çerçeve çizmeye çalışacağım. Ama bende zaman sınırına uymayacağım Fatma hocam gibi… Alabildiğine aşındırımaya ve sizi sıkmadan ilerlemeye çalışacağım. Bu çerçeveyi çizerken belli momentler üzerinden, pasaj pasaj da olsa belli noktaları öne çıkararak bir çerçeve çizmeye çalışacağım. Kendi bulunduğum Marksist feminist zeminden doğru belli soru ve çıkış önermeleri öne çıkararak ilerlemeye çalışacağım.
Sunuşumu başlatırken özellikle Marksizmin ve Sosyalist Feminizmin kavramları ile ilerlemeye çalışacağım. Bunlardan ilki Patriyarkal Kapitalizm olacak sevgili arkadaşlar. Sosyalist feminist teori biliyorsunuz içerisinde bulunduğumuz toplumsal yapıyı Patriyarkal Kapitalizm olarak tarif eder, tanımlar. Bu anlamda sosyalist feminizmin aslında Marksist teoriye yapmış olduğu en büyük, en önemli katkılardan bir tanesi de bu kavramsallaştırmanın kendisidir. Kapitalizm gelişirken patriyarkayı yok edememiştir, tasfiye edememiştir yada etmemiştir. Bu iki sistem birbiriyle zaman zaman çelişse de çatışsa da aslında geldiğimiz noktada baktığımızda alabildiğine iç içe geçmiş ve yan yana gelmiştir. Bugün artık ne saf, homojen, katıksız bir kapitalizmden, ne de saf, homojen, katıksız patriyarkadan söz etmemiz mümkün değildir. Patriyarkal kapitalizmin katılaşmış ama donmuş olmayan, son derece canlı, dinamik, hareketli, sürekli yeniden güncellenen çeşitli dayanak noktaları, zeminleri ve ataerkil kurumları diyebileceğimiz kurumları vardır. Feminizm aslında patriyarkal kapitalizmle mücadelesinde bu kurumlarla mücadele eder aynı zamanda.
Ataerkilin dayanak noktaları olan bu kurumlar patriyarkal ideolojiyi derinleştiren, mutlaklaştıran, doğallaştıran kurumlar tarihin çeşitli dönemlerinde bu şekilde ola gelmiştir. Onlardan bir tanesi de dindir. Belki de Hikmet Kıvılcımlı’nın da ifade ettiği gibi üzerine en çok spekülasyonun olduğu, herhangi bir kategori olmayan din kurumudur. Hem dünya tarihi açısından, hem de Türkiye öznelliği ve tarihselliği açısından böyledir. Bu anlamıyla canlı bir düşünce biçimi olan tarihin ve toplumun derinliklerine kök salmış ve bugün baktığımızda aslında yaşamın tüm alanlarına sirayet etmiş bir kurumdan bahsediyoruz. Bugün geldiğimiz noktada aslında dinin feminizmin mücadele alanlarından bir tanesi olduğu ön kabulü ile bu tartışmayı derinleştirmenin ben oldukça önemli ve elzem olduğunu düşünüyorum. Bu anlamıyla din yada İslam başlığını açarken devlet ve sermayenin kendi ihtiyaçları doğrultusunda araçsallaştırdığı, simgeleştirdiği bir olgudan, bir ideolojiden bahsediyoruz aynı zamanda. Türkiye öznelinde bakacak olursak buna onlarca, yüzlerce örnek verebiliriz. Siyasetle din arasındaki mesafe yada mesafesizliğe bakmak rejimin, devletin, iktidarların gelişim süreçlerine ve siyaset yapma biçimlerine bakarsak örnekleri nerelerde bulacağımızı görürüz.
Özellikle Türkiye Cumhuriyetinin kurulması ile beraber hızlanan ‘’modernleşme süreci’’ var. Aslına benim teorik anlamda anlatmak istediğim kişisel deneyimlerimi Fatma hocamız anlatmış oldu bir anlamıyla. Özellikle bu laiklik ve laiklik karşıtlığı, gericilik kıskacına alınması noktasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile hızlanan ‘’modernleşme sürecinde’’ iki kutupluluk yaratıldığını görüyoruz. Bu ikilik kadın mücadelesinde de belirgin bir ayrışmaya neden olmuş durumda. Bugün de henüz aşılamayan ama aşılması gereken bir ikilik olarak karşımızda duruyor bu eksen.
Keza tarihin çeşitli dönemlerine, momentlerine baktığımız zaman, kadının hangi özne konumunda yerleştirildiğine baktığımız zaman, kadın genel itibariyle pozisyonu gereği her daim aslında tarihin kurucu ve taşıyıcı kolonu olagelmiştir. Bunu çeşitli momentlerde farklı farklı biçimlerde defalarca görüyoruz. Ben bu momentlerden özellikle üçünü öne çıkartmaya çalışacağım. Türkiye tarihselliği ve özgünlüğünün gidişatı açısından ilki 1908 momenti olacak. Daha sonra 1920’li yıllarda biraz duracağım ve 2000’li yıllardan bugüne kadar AKP’li yıllar dediğimiz bir moment üzerinden bu tartışmayı derinleştirmeye çalışacağım.
1908 momenti, Türkiye hem siyasal akışı açısından, hem kadın hareketinin tarihselliğinde son derece önemli bir siyasal momenti bize verir. Biliyorsunuz genel itibari ile maalesef Türkiye solunda da gördüğümüz, tarihi kendinden başlatma gibi bir zafiyetimiz vardır. Oysa ki, bu topraklarda kadın hareketinin çok zengin ve köklü bir geçmişi vardır. 1920’lere gelene kadar 100 kadar örgüt kurmuş, yayın kurmuş, feminizm kavramını kullanmaktan çekinmemiş bir kadın hareketi tarihsellğinden bahsediyoruz. 1870’lerden 1920’lere kadar çok canlı ve hareketli olan bir tarihsellik aynı zamanda. 1908 II. Meşrutiyet momenti geleneksel Osmanlı toplumunun siyasal hukuksal, eğitim ve toplumsal alanlarda son derece hızlı bir değişim ve dönüşüme uğradığı bir moment. Bir çok alanda modernleşme verilerinin olduğu, Osmanlının başka bir yapıya doğru evrildiği bir moment. Biz buna biraz daha fokuslandığımızda, bu geçiş, melez ve yeni inşa süreçte geleneksellik ile modernlik arasında denge kurma ve taşıyıcı özne olma rolü kadınlara verilmiştir. Daha sonra kendi tarihsel okumalarımızda, kadınların nasıl kamusal alandan tasfiye edildiklerini de biliyoruz.
Kısa kısa değineceğimden buradan 1920 momentine atlamak istiyorum. Burada yine 1920’li yıllar da gerçekten özel ve tarihsel ve bu bizim ikilik dediğimiz şeyin esasını veren bir momenttir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile beraber ortaya çıkan bir laiklik olgusundan söz ediyoruz. Bir laiklik inşa edilme, Türkiye Cumhuriyeti ve yeni devlet inşa sürecinden söz ediyoruz. Bu süreç o iki zıt kutup dediğimiz süreci yaratan ve bunu yaparken de kendini kadın üzerine politikalarla şekillendirmiş ve ilerletmiştir. Müslüman-laik, ilerici-geri çatışma eksenine oturmuş bir ikilikten bahsediyorum. Ve bu çatışma ekseninin esasında kadınların, yaşamına, kimliğine, bedenine, emeğine, cinselliğine yönelik bir tahribat ve yıkım üzerinden şekillendirildiğini de söylemek gerekiyor.
Türkiye’nin 1923 kuruluş momenti Kemalist iktidarın kendi modernleşme projesi açısından çeşitli, düzenlemeleri, uygulamaları, kanunları içeriyor biliyorsunuz. Ama aynı zamanda da çok yönlü saldırı ve tasfiye politikalarını da içeren bir moment. Esasen buraya yoğunlaşmak istiyorum. Dünkü oturumlarda da kimi arkadaşlarımız kendi seminlerinden bu konu üzerinde durmaya çalışmışlardı. Burada Mustafa Kemal Türk-İslam sentezinin başlatıcısı olarak hareket eder, bunun adımlarını atar. Modernleşme projesi açısından çeşitli tehlike alanları vardır. Bunlardan biri, Kürt halkının ulusal hakları ve özgürlüğüdür. Bir diğeri komünistlerin varlığı ve örgütlenmesidir. Bir diğeri başta Alevi inancı olmak üzere farklı inançlardır. Bunlar yeni bir devletin, rejimin kurulmasında tehlike odakları olarak görülür. Modernleşme projesinin somut adımları bu çok yönlü saldırı politikalarıyla beraber de işlemiş ve ilerlemiştir. Elbette şunu demiyorum, tamamiyle tarihin çöplüğüne attığım bir ilerleme, dönüşüm süreci değil. Son derece modernleşme, aydınlanma yönünde önemli momentler olmuştur, önemli adımlar atılmıştır ama esasen dediğim gibi buraya odaklanacağım ben.
Bu yeni inşa sürecinde laiklik olgusuna baktığımız zaman bize ilkokul kitaplarından itibaren okutulan, ezberletilen bir şey vardı. ‘’Laiklik nedir? Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.’’ Gerçek anlamda böyle bir laiklik içerisinde, böyle bir laiklik olgusunda karşılaşmış mıyız? Yoksa aslında çürümüş, özgürlükçü, halkçı olmayan, erkek egemen, despotik bir laiklikle mi karşı karşıyayız? Osmanlı Devletinin despotik yönünü tamamen devralmış, Kemalist proje noktasında belirli dönüşümlere uğratılmış bir despotik laiklik süreci ile karşı karşıyayız. Bu laiklik sürecin de Kemalizmin, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu öğelerinden biri olduğunu ifade etmek gerekiyor. Yani bize öyle sürekli anlatıldığı gibi, eski despotik yapının tasfiye olduğu, halkın da kendi elleriyle bir Türkiye Cumhuriyeti inşa ettiği gibi bir süreç hiçbir zaman bu topraklarda gerçekleşmedi. Yeniden hatırlatayım; Evet belirli dönüşümler oldu, Padişahlık denen kurum tasfiye edildi ama onun yerine uluslaşma sürecini gerçekleştirecek olan, devletin bekâsı dedikleri şeyi süreklileştirecek olan olgu yerine geçirildi. Halifelik yerine Diyanet denen bir kurum açığa çıkarıldı. Laiklik dediğimiz şey de, bir dönüşüm içerisinde despotik laiklik olarak inşa edildi ve bugün karşımızda farklı çürümüşlükleriyle beraber siyasal ve toplumsal çürümüşlükleriyle duruyor.
Şimdi burada kendimi daha iyi anlatabilmek adına birkaç tane örnek vermek isterim. En basit ve en kaba haliyle eğer gerçekten laiklik denen birşey olsaydı, o bizim bildiğimiz din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması diye bir süreç gerçekleşmiş olsaydı, yeni rejim kurulurken çok fazla dini inancı içerisinde barındıran bu toplumun tekçi bir din olarak İslam dini kabul edilemezdi. Eğer gerçekten din ve devlet işleri birbirinden ayrılmış olsaydı, başörtüsü kullanan kadınların kamusal alandan tasfiye edildiği bir süreç yaşanmazdı yada Diyanet diye bir kurum olmazdı ya da Aleviler inancından dolayı onlarca katliama uğramazlardı ve bugün de üzerinden atlayıp geçemeyeceğimiz bir gerçeklik olarak karşımızda duran bu iki zıt kutupluluk diye bir şey olmazdı. Bugün de AKP farklı şekillerde bu iki zıt kutuptan, yani ilericilik-gericilik çatışmasından çok güzel faydalanıyor.
Yine şunu söyleyeyim; Bu Kemalist projenin, kadın açısından çeşitli değişimleri, dönüşümleri, modern noktaları olmamış mıdır? Tabiki de evet olmuştur. Mesela 1926’da bir Medeni Kanun olmuştur ve kadının aile içerisindeki statüsü güçlendirilmiştir. Kapitalizmle, sermayeyle daha bakışımlı bir inşa süreci olduğu için kadınlar istihdam alanlarına daha fazla katılmışlardır. Kadınların seçme seçilme hakkı olmuştur ama onların bize verdiği, bahşettiği değil; kadınların erkek egemen Mustafa Kemal’in ve onun öncülüğündeki o iktidarın elinden söke söke aldığı bir süreç olarak gerçekleşmiştir.
Bu anlamıyla yine kamusal alana ayak uyduramıyorsan eğer din, sınıfsal aidiyetlerinden dolayı kamusal alandan tıpış tıpış dışlandı bütün kadınlar. Başörtüsünden dolayı ve daha sonra başka başka yaptırımlarla. Velhasılı dinsel düşünce ile seküler düşünce arasında kalın bir duvar var. İşte o kalın duvar aslında bize bu ‘’aydınlanmanın’’ mirası, o bakışın mirası olarak karşımızda duruyor. Laikliğin ilericilikle eşleştirildiği, gericiliğin İslamla, Müslümanlıkla eşleştirildiği ve artık bir kısır döngüye dönmüş bir ikilik olarak duruyor.
Son olarak öne çıkaracağım momente geçmek istiyorum. 2000’li yıllardan bugüne gelen AKP’li yıllar momenti oldukça önemlidir. Hem emek-sermaye ilişkileri noktasında neoliberal politikaları uygulanması aşamasında, hem de özelde kadınla yoğunlaştığımızda İslamcı, erkek, muhafazakar politikalar doğrultusunda cendereye sokulmaya çalışan çok yönlü kadın politikaları açısından bu böyle gerçekleşmiştir. Burada şunu ifade etmek istiyorum: Evet çok fazla iktidar dönemi yaşadık ve çok fazla hükümetler gördük vs. benden daha fazla da tanıklık etmiş arkadaşlar vardır ama AKP herhangi bir hükümet, iktidar değildir. Ordu rejimini yıkıp yerine kendi rejimini yerleştiren, yani aslında sermayenin rejimini inşa etmeye çalışan, böyle bir akla sahip olan ve şu anda hala o rejim inşasını tamamlamaya çalışan bir iktidar gerçekliğidir.
2008-2009 momenti AKP’nin gerçekliği ve kendi yol yürüyüşü açısından oldukça önemlidir. Ordu vesayetini kırdıklarını kabul ettikleri ve başörtüsü yasağının kaldırıldığı bu süreçten itibaren ideolojik alt yapısını politik tahkimata dönüştürmeye hız verdiği bir süreç yaşanır. Bu politik tahkimatı meşrulaştırmak için ne yaptığına baktığımızda da, aile ve kadınlar bağlamındaki söylemini, uygulamalarını hızlandırmış bir AKP iktidarı gerçekliği görürüz. Bu anlamda yeni rejimin şekillendirilmesinde cinsiyet rejimi üzerinden temellendirilmesi esas ve asli merkezi unsur olmuştur.
Cinsellikle ilgili biliyorsunuz çok yönlü politikalar yaşamaya devam ediyoruz. Ve kadınlara biçtikleri rol de şu; Elbette ki Türkiye tarihselliğinin tüm dönemlerinde kadınlara annelik ve ev içi rol biçilir ama AKP’li yıllar diye işaret ettiğim moment açısından kadınların kazanılmış haklarını da tasfiye edecek bir şekilde erkek muhafazakar cendereye sıkıştırılacakları ev, aile ve annelikle eşleştirilecekleri bir şekilde muhafazakar erkek, devlet zemininden doğru çeşitli yaptırımların olduğunu görürüz. Kadının sadece anne olarak varolacağı, kamusal alanda da haşa fıtramız gereği erkeklerle eşit olamayacağımız, bu reformlara, ideolojiye ayak uydurabildiğimiz sürece istihdam alanlarında olabileceğimiz, aileyi koruyup güçlendirebileceğimiz, makbul kadın rolünü oynayabileceğimiz politikalar uygulandı, uygulanmaya da devam ediyor.
İşte, başlangıçtan beri görüyoruz. Boşanmayı zorlaştıran politikalar, nafakanın tasfiyesi, Kadın Bakanlığının Aile Bakanlığına dönüştürülmesi, müfredat uygulamalarından nikah uygulamalarına sürekli aileye yönelik, ailenin kutsallığına yönelik politikalar var. Neden aile bu kadar kutsal? Çünkü patriyarkanın vazgeçilmezi, denetim merkezi. Hem kapitalizmin hem patriyarkanın denetleceğinin merkezi olduğundan dolayı yönünü, çubuğunu aileye doğru çevirmiş AKP politikalarının olduğunu görüyoruz.
Özellikle kadın yoldaşlara sesleniyorum, cinsiyetimiz bizim kimliğimizi belirleyen tek olgu değil. Evet bizim inancımız, dilimiz, dinimiz, ırkımız ne olursa olsun kadın olmaktan kaynaklanan ortak sorunlarımız var ama bunun yanında kadın olma hallerimizin özgün farklılıklarından dolayı yaşadığımız sorun alanları var. Alevi, başörtülü, inanmayan, başı açık, ateist veya Kürt bir kadın olarak yaşadıklarımız diye sıralayabiliriz. Ve özgün hallerimizden doğru bizden beklenen roller oluyor. Alevi bir kadın olarak toplumda ötekileştirildiğimiz sorun alanalarıyla karşı karşıya kalıyoruz. Başörtülü Müslüman bir kadınsak, solun da, İslami cenahın da, AKP’nin de, MHP’nin de erkek egemenliğinde herkesin bizden beklediği davranış biçimleri oluyor. İtaatkar kadın rolüne giydirilen şablon, bizim üzerimizden oluyor. Yada inanmayan, ateist, başı açık bir kadınsan potansiyel müsait olarak görülüyorsun. Yani bizim kadın olmaktan kaynaklı farklı özgün sorun alanlarımız da var.
Biz esasen oraya doğru yöneleceksek, bizi ne garanti altına alacak? Nerede birikeceğiz? Dolayısıyla burada farklı bir laiklik sekmesini açmak gerektiğinin, esas ihtiyacımız olan şeyin de tüm bu çelişkilere, tüm bu ikiliklere rağmen bunun olduğunu görmemiz gerekiyor. Yani evet bizim bildiğimiz bir laiklik var ama (din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması diye bildiğimiz ama hiç olmayan o despotik laiklik) şimdi başka, yeniden kuracağımız, inşa edeceğimiz laiklik sekmesini, ihtiyaçlarımız doğrultusunda açmak zorundayız. Eğer burada söz söyleyip gitmeyeceksek. Yeni bir toplum tahayyülünde, ortak bir yol haritasında ve onun kurucu öznelerinde anlaşacağız ama Berrin hocanın da söylediği gibi… Hangi ilkelerle? Hangi kurucu öznelerle? Kurucu maya ne olacak? Kurucu maya elbette biz kadınlar olacak, bu belli. Bugünkü dünya çapında süren kadınların özgürlük arayışlarından, OHAL’de de, her halde de Türkiye’deki kadınların öncülüğünden anladığımız kadarıyla, İslam ve Sol Çalıştayının da ana götürücüsü, yürütücüsü, bayrağı taşıyacak olanlar kadınlar olacak. Ama hangi ilkelerle? Biraz onu tartışmak gerektiğini düşünüyorum.
Eğer biz ortak bir program ve ilkesellikte kurucu özne olarak bir programı hayata geçirirsek, dinle de mücadele ettiğimiz şekilde erkek ve devlet iktidarın elindeki kendini meşrulaştırdığı hegemonyayı çekip almış olacağız. Yani şöyle bir şey olabilirse; inançlara kör olan bir programda anlaşabilirsek ama aynı zamanda tüm inançların ve inançsızlığın kendi istekleri, tarzı, üslubuyla yaşanabildiği bir ilkesellikte bir programda buluşabilirsek, bunu bir statüye dönüştürebilirsek, şimdiki statüyü kırıp onun yerine geçebilirsek erkeklerin elindeki en meşru alanı da çekip almış olacağız. Bunu yapmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bu elbetteki benim söylediğim daha çok kamusal alan için geçerli bir şey. Özel alanda durumlar çok daha farklı biliyorsunuz. Özel alanda ev içi emeğin, kadının görünmeyen emeğinin, aile içi yaşantının, kadın-erkek ilişkilerinden doğru özel alanda daha farklı mücadele pratiklerine ihtiyacımız var.
Burada yine şunu ifade etmek istiyorum; Laikliği yeniden kuracağımız, keşfedeceğimiz bir laikliği öne çıkarttık ama bu laiklik indirgemeci bir bakışa hapsolduğumuz anlamına gelmez. Laiklik bizim açımızdan kadın özgürlük mücadelesinin, kadın kurtuluş mücadelesinin asla ve asla kapsayamaz. Bizim için sadece ön açıcı bir ilkesellik olabilir ama bizi kadın olmaktan kaynaklı mücadelemizi yükselttiğimiz bir ortaklaşmada işimizi kolaylaştıracak ilkesellik, özne ve öğe olacaktır diye düşünüyorum. Bunu özellikle ifade etmek istedim. Bu kuracağımız laiklik, despotik laikliğe karşı, şu anki erkek egemen laikliğe karşı, erkek egemenliğini de derinden sarsacak olan özgürlükçü, halkçı bir laiklik olacaktır. Bu anlamıyla gericilik-ilericilik tuzağına düşmeden, ikilikleri aşan bir tahayyül ve program inşa edebiliriz diye düşünüyorum.
Bunu söylerken birkaç noktayı daha hatırlatmak istiyorum. Eğer bu şablonik ilerlemecilik cephesinden doğru gidersek aynı ikiliğin farklı kastlaşma süreçleriyle karşı karşıya kalacağız. Fatma hocanın da söylediği gibi ‘’kandırıldık mı acaba’’ (bence kandırılmadık) o kandırılmalarla biz de başka şekillerde karşı karşıya kalacağız. Mesela şöyle biçimleri var şunun: Bugün aynı bakış açısı topluma bakışta ortaklaşıyor. Belli oryantalist, aydınlanmacı, pozitivist bakış bugün Türkiye halklarının direnişini, halkçı bir çıkış olasılığını görmeyen bir şekilde ‘’bu halktan bir cacık olmaz’’ diyor. Yine başörtüsü ve gericiliği eşleştirerek ‘’bu kadınlardan bir şey olmaz, yan yana gelemeyiz’’ diyor. Veyahut başörtüsü yada başı açıklık noktasındaki o ikiliği, politikada da devam ettiren bir şekilde, hem yan yana gelmeme, hem de yasakçı bir yaklaşımın türevi olarak, kendinden olmayanı aşağılama, küçük görme, cahillik ve gericilikle eşleme veya başı açık kadınları kurtulmuş kadınlar olarak eşleme gibi yanılsamalara düşebiliyoruz. Bu bizim mücadelemizi somut mevzilere taşımıyor. Bu tuzağa düşmemek için esasa döneceğiz. Bu tepemizdeki laiklik denen şeyin bize ne vaat ettiğine bakacağız. Ne vaat etti bunlar bize? Eşit temsil hakkı (kağıt üstünde), siyasette eşit temsil hakkı ( kağıt üstünde), laikiz, eşitiz hem siyasal alanda hem toplumsal alanda ama kağıt üstünde. Aslolana baktığımız zaman kamusal alana çıkma hakkımız var deniliyor ama geceleri veya istediği zaman sokağa çıkamayan kadınlar var. Çıkmak istediğinde öldürülen kadınlar gerçekliğini görüyoruz. Yada siyasette eşit temsil deniliyor ama siyasette oy deposu olduğumuzu görüyoruz. Siyasette eşit temsil deniliyor ama siyasette vitrin olduğumuzu görüyoruz. Bu sadece AKP, MHP rejimi için geçerli değil, sol açısından da böyle. Buradaki manzara açısından bile böyle. Cinsellik politikaları noktasında da aynı şekilde şiddetin, tacizin, tecavüzün, meşrulaştıracak politikalarla burun buruna olduğumuzu görüyoruz.
Ancak bu tartışmayı laiklik-laiklik karşıtı ekseninden çıkartarak burjuva düzenle eklemlenmiş olan bu laikliği, erkek egemenliği teşhir ederek buna karşı mücadeleyi bütün kadınlar olarak örebiliriz. Bence aslolan şey buradan geçiyor. Yeni bir toplum tahayyülüne yürümek için ortak somut bir program ihtiyacına, bir perspektifine ihtiyaç duyduğumuz aşikar. İnşasına yürüyeceğimiz yeni bir laiklik olgusuna, yeni bir laiklik ilkeselliğine ihitiyacımız var. Ortak perspektifte laiklik, bu kurucu öğelerden, ilkeselliklerden bir tanesi olacak. Dolayısıyla beklemeden, burada sadece söz söylemeden, hem faşizmin kurumsallaşmasının hızlandığı, hem restorasyon güçlerinin adımlarını atmasının hızlandığı ama aynı zamanda halkçı olasılığında mümkün olduğu bir Türkiye coğrafi ikliminde, siyasal ikliminde adım atıp öncülüğe soyunmamız gerekiyor. Kollarımızı işte şimdi sıvamamız gerekiyor diye düşünüyorum ortak perspektif açısından.
Maalesef İslami gelenekli ve tebliğcilik duruşun çok fazla olduğunu düşünüyorum. Tebliğcilikten bir adım daha öne gidip tarih yapıcı, tarih kurucu bir yaklaşımla ve davranış biçimleriyle yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Tarihi kuracak olan öznelerden bir tanesi kadınlardır ve en güçlüsü kadınlardır. Demin ifade ettiğim gibi dünyanın dört bir yanında başka bir dünya mümkün şiarı nasıl somutlanabilir olduğunu kadınlar mevzileri kazanarak gösteriyorlar. Böylesi bir sürece yürüyebiliriz diye düşünüyorum. Biraz kaba olacak ama İslami geleneğe de çeki düzen verecek olan şeyin kendisi burada oturan kadın arkadaşlarımız olacak. Bu çalıştayın örgütlenme sürecinden bugüne dek sürekli konuştuğum yoldaşlarımdan biliyorum, Kadınları bu çalıştayın, düzenleyici komitesinde, tuvaleti temizlemede, çayları doldurmada her yerde oldular. Ama burada kürsüde, kurucu özne olmaları gerekiyor, onlar öyleler çünkü. Hep birlikte onlara omuz veren, bir taraftan da ortak bir ilkelesellik ve perspektifte buluşabiliriz diyorum.
Hepinize kolay gelsin teşekkürler.
adilmedya.com