Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde (Ziya Paşa)
İlk cevabi yazımızda olduğu gibi yine sıralı gideceğiz. Yine öncelikle sitenin sunumunu ele alarak başlayalım. Pamak bu sefer şöyle lanse edilmiş: “Düşünce ve aksiyon adamı Mehmet Pamak…”
Pamak’ın doğru tanımlanması açısından eleştirilerimizin bir nebze de olsun yerini bulduğu görülüyor. Zira site “Türkiye İslami Hareketi’nin önemli isimlerinden” şeklindeki iddialı ve bir o kadar da gerçek dışı olan bu tanımlamadan sarf-ı nazar etmiş görünüyor. Ancak “düşünce ve aksiyon adamı” tanımlaması da Pamak’a uymuyor. Zira ortada Pamak’ın kendisine ait herhangi özgün bir düşünce ve protesto gösterileri dışında ortaya koyduğu herhangi bir aksiyon yok. Dolayısıyla ilk makalede de belirttiğim gibi Pamak için yapılabilecek en doğru tanımlama “Klasik İslamcılığın savunucularından” tanımlamasıdır. Nitekim Pamak, klasik söylemleri tekrarlamaktan başka hiçbir şey yapmıyor.
Söyleşinin ikinci bölümü şu şekilde bir girizgâhla başlıyor:
“Son dönemlerde artan bir ivmeyle kendini gösteren İslamsız adalet söylemleri ve iktidar iddiasından uzaklaştırılmış İslam algısı konusunda düşünce ve aksiyon adamı Mehmet Pamak’la gerçekleştirdiğimiz ve cevapların topluca ve geniş olarak verilmesi sebebiyle kapsamlı bir soruşturma mahiyeti alan söyleşimizin ikinci bölümünde Pamak, Yüce Allah’ın “hudutlarım” dediği muhkem hükümlerin, tarihselcilik ve rölativizm gibi batıdan ithal yaklaşımlarla tarihe gömülüp yerine yeni hükümler ihdas edilerek, hak ile bâtıl, vahiy ile heva ve zan karıştırılarak adaletin tesisinin mümkün olmadığını kaydediyor.”
“İslamsız adalet söylemleri ve iktidar iddiasından uzaklaştırılmış İslam algısı…” Görüldüğü üzere iddialar aynen yineleniyor. Bu konuda gereken cevabı daha önce vermiş ve böylece, aslında ortada İslamsız bir adalet arayışı ve iktidar talebinden uzaklaştırılmış bir İslam algısı olmadığını, aksine klasik İslamcıların bütünüyle siyasi-ideolojik bir dil kullanmalarına karşın pratikte iktidar taleplerinin bulunmadığını bizzat yaşanan süreçten ve ortaya konan pratiklerden hareketle gayet açık bir biçimde ortaya koymuştum. Nitekim İslamcı camianın tanınmış simalarından -ki, Pamak’ın da yakın dostudur- Hamza Türkmen, bizim bu konuda söylediklerimizi doğruluyor. Pamak ve onun gibi düşünenler burayı iyi okusunlar. Türkmen, Zaman Gazetesi’ne verdiği röportajda şunları söylüyor:
“İktidar hedefi yanlış bir öncelikti: ‘İslam’ın özüne dönüş’ çabalarına zarar veren en büyük etkeni ‘küresel kapitalizm’ ve ‘batılı yaşam tarzı’ şeklinde ortaya koyan Hamza Türkmen, Müslümanların geçmişte yaptığı önemli bir hatanın da yanlış öncelikler peşine düşmek olduğunu söylüyor. Ona göre, “Müslümanlar vahiy temelli bir sosyal model üretmek varken, iktidar hedefinin peşine düştüler.” (Röportaj: Emine Dolmacı / Zaman Pazar -Bizi “iktidar iddiasından uzaklaştırılmış İslam algısına sahip olmak”la suçlayan internet sitesi, bu röportajı 20/07/2008 tarihinde alıntılayarak yayınladı-)
Kim iktidar talebinden vazgeçmiş? Biz mi, yoksa başka birileri mi? Dolayısıyla bu durumda “cehalet” ihtimali saf dışı kalıyor. Yani bizi yaftalamaya çalışanlar bilinçli bir şekilde yalan, iftira ve fitne-fesat üretiyorlar.
Şimdi Pamak’ın söyleşinin ikinci bölümünde verdiği cevaplara geçelim:
Pamak, özetle şunları söylüyor: “Demokratik liberal İslam” ya da “Demokratik İslami sol” gibi sentezci anlayışlarca, “bütün dinlere eşit uzaklıkta duran, bütün dinlerden soyutlanmış, hak-bâtıl uzlaşmasına dayanan, ‘ortak iyi’nin (Pamak’ın insanlığın ortak değerlerine karşı husumet beslediği açıkça belli oluyor) hâkimiyeti adı altında kamu alanını hak ve bâtıl bütün dinlerin ortak yönetimine tahsis eden devlet” anlayışı oluşturarak, rejimi İslami olmayan ve gayrimüslimlerce de yönetilebilen bu tür sentezci devlet anlayışının İslam toplumunun devleti olabileceği iddia ediliyor. Müslümanlarca ya da gayrimüslimlerce yönetilebilen gayri İslami rejimlerin de adaleti sağlayabileceğini, Müslüman ya da gayrimüslimlerce yönetilen ve Kur’an hükümlerini esas almayan laik devletlerin Allah’ın muradı olan adaleti tesis edebileceğini iddia eden söylem ve projeler gündeme getiriliyor…”
Öncelikle üslûbu ele almakta fayda var. Pamak, hem aslı astarı olmayan iddialar ortaya atarak bizi itham ediyor hem de kendisine verdiğimiz cevabı hazmedemeyerek -ileride görüleceği üzere- ahlaktan dem vuruyor. Karşısındakinin ne dediğini anlamak gibi bir derdi olmadığı ve klasik İslamcı jargonun dışında kullanılan dili anlamadığı için, kafasındaki “hazır paket program”ı devreye sokarak “bu adamlar ne demek istiyor” diye bir an dahi durup düşünme ihtiyacı hissetmeden herkese saldırıyor. “Bütün dinlere eşit uzaklıkta duran, bütün dinlerden soyutlanmış, hak-batıl uzlaşmasına dayanan ‘ortak iyi’nin hâkimiyeti…” Hani nerede? Birincisi böyle bir şey söz konusu değil, ikincisi İnsan bilmediği şeyin düşmanıdır. Pamak, her şeyden önce demokrasinin ne olduğunu bilmiyor. Oysa tanım gayet basit; demokrasi, halkın iradesine, hür seçime dayanan idari bir sistemdir. Bir başka ifadeyle halk, yöneticilerini -ki, ben İslam’ın her türlü yönetime karşı olduğunu düşünüyorum- kendisi seçer. Bu sistemde asker ve hâkim hiçbir şekilde siyasete karışamaz. Bunun aksi bir rejim, totalitarizmdir ki, bunun monarşi, oligarşi ve faşizm gibi çeşitleri vardır. Nitekim Pamak’ın da önerdiği bundan ibaret; yüzde on gelecek diğerlerini güdecek. Pamak’ın önerdiği sistemle kıyaslandığında demokrasinin insan onuruna ve menfaatine daha uygun olduğu gün gibi aşikârdır.
Ancak Pamak, “İslam” etiketi taşıdığı için iktidarın kendi elinde veya daha geniş bir ifadeyle baştan aşağıya Müslümanların elinde olmasını arzu ediyor. Dolayısıyla diğerleri onun çok da umurunda değil. Bu bakımdan tam anlamıyla bir Yahudileşme temayülü içerisinde. Sanki Allah sadece İslamcıların Allah’ı, İslamcılar da Allah’ın seçilmiş halkı. Onlar yönetecek, onlar güdecekler. Amaç ne olursa olsun topluma hükmetmek. Çetin Altan’ın güzel bir sözü vardır, der ki, “Herkesin Allah’ı kendi kafası kadar büyüktür.” Pamak’ın din algısı, dolayısıyla Allah tasavvuru da kendi kafası kadar küçük. Bu nedenle İslam’ı insanlığın dini olmaktan çıkarıp klikleştirerek özgür sözleşmeye/gönüllü birlikteliğe, konsensüse ve halkın iradesine karşı çıkıyor.
Bunun yanı sıra Pamak, kendini veya daha geniş bir ifadeyle bireyleri “din” yerine koyuyor. Sisteme dâhil olma, yönetime katılma, söz sahibi olma ve diğer toplumsal haklar açısından kendisine diğerleriyle eşit statü tanınmasını ve dört kitabın ortak paydası olan değerler üzerinde uzlaşılmasını “bütün dinlere eşit mesafede durmak, bütün dinlerden soyutlanmak” olarak nitelendiriyor ve bunu kötülüyor. Oysa bütün inanç gruplarının üzerinde uzlaşacakları değerler bellidir. Örneğin On Emir’i ele alalım. Şabat/Sebt günü dışında -ki, yaşadığınız toplumda Yahudiler varsa onların bu konudaki hassasiyetini dikkate almak zorundasınız- Kur’an’da yer almayan herhangi bir hüküm var mı? Eğer yoksa bu ilkeler üzerinde uzlaşarak oluşturulacak idari bir sisteme itirazı olan herhangi bir Müslüman olabilir mi? Bu ilkelerin yürürlükte olduğu bir rejime “gayri İslami rejim” denilebilir mi? Bu uzlaşıya “hak-batıl uzlaşması” diyebilecek bir babayiğit var mı? Dolayısıyla bu rejimin başında kimin bulunacağını dert eden adam olsa olsa ya başka işler peşindedir ya da Pamak örneğinde olduğu gibi takıntılarından kurtulamayan zavallı birisidir.
Kaldı ki, Kur’an’ın açık ifadesiyle hiç kimse bir diğerine istemediği bir şeyi zorla dayatamaz. Ne bir inanç, ne bir yaşam tarzı, ne bir sistem, ne de başka bir şey. Zira “dinde zorlama yoktur, rüşd/doğruluk ve ğayy/sapıklık birbirinden apaçık bir biçimde ayrılmıştır” (2/256). Daha önce de ifade ettiğim gibi Kur’an, 7. yüzyıl Arap yarımadasında insanlığın daha önce hiç bilmediği bir değerler manzumesi vazetmedi. Adaletsizliğin ve ahlaksızlığın kol gezdiği bir toplumda akla, vicdana, fıtrata ve sağduyuya dönüş çağrısı yaptı. Dolayısıyla rüşd/doğruluk ve ğayy/sapıklık Kur’an indikten sonra birbirinden ayrılmadı. Bu ikisi insanın yeryüzünde var olduğu ilk andan itibaren zaten birbirinden ayrılmıştı. Kur’an, 7. yüzyıl Arap yarımadasında bunu bir kez daha teyit etti hepsi bu.
Ayetin devamı daha da çarpıcı: “Kim tağutu inkâr eder, Allah’a iman ederse o en sağlam kulpa yapışmış olur, onun hiçbir kopması yoktur.” (2/256).
Kur’an, kitleleri haktan kopararak köleleştirmek ve zulüm-zorbalıkla kendi kulları haline getirmek isteyen tüm kişi ve topluluklara “tağut” adını verir. Bunlar servet ve iktidara dayanarak haddi aşar, azgınlaşır, hak ve adalet sınırlarını çiğnerler, yeryüzünde fesada yol açarlar ve toplumsal açıdan yozlaşmaya-çürümeye sebebiyet verirler (89/11-12). Bu nedenledir ki, tağut, Allah’ın kendi karşısında zikrettiği tek unsurdur (16/36, 2/257, 4/76).
“Kella İnnel insane leyetğaa/Hayır! Gerçek şu ki, insan azar, erraa hüstağna/kendini müstağni gördüğünde!” (69/6-7)
İnsanın kendini müstağni görmesine zemin hazırlayan iki ana unsur bulunur: Servet ve iktidar. Bu ikisini ele geçiren insan -ki, servet iktidarı da beraberinde getirir- kendini her türlü ihtiyaçtan beri görür ve her istediğini yapabilecek bir konumda olduğunu vehmeder. Buna bağlı olarak zaman içerisinde kendisini her türlü hüküm ve yetki sahibi addederek canlı-cansız tüm varlıklar üzerinde hiçbir manevi-ahlaki ölçü tanımaksızın tasarrufta bulunma yolunu tutar. Bununla birlikte insan, zaman içerisinde her türlü adaletsizliği, ahlaksızlığı, bir başka ifadeyle her türlü zulmü meşru görme noktasına varır. Böylece her geçen gün azgınlıklarına bir yenisini ekleyen insan, çeşitli aşamalardan geçtikten sonra azgınlığın en ileri derecesine ulaşır ki, bunun sonucunda kendi rabliğini ve ilahlığını ilan ederek Firavunlaşır. Öyle ki, kendisini tüm varlıklar üzerinde hüküm, yetki ve tasarruf sahibi gören ve hiçbir manevi-ahlaki ölçü tanımayan bu zihniyet, insanın insanla, tabiatla ve hatta yaratıcısı ile olan ilişkilerini dahi tekeline alarak kendi isteği doğrultusunda düzenleyebileceği şeytani düzenler (sistemler) inşa etmek suretiyle yeryüzünde fesada sebebiyet verir. Musa’nın ve Harun’un Rabbine iman eden sihirbazlara “ben size izin vermeden ona iman ettiniz öyle mi” diyen, Kâbe’de peygamberin boynuna basmaya yeltenen, onu ve arkadaşlarını Mescid-i Haram’a sokmak istemeyen, Ebu Bekir’e Rabb’ine duvarlar arasında ibadet etmesini, duyulmayacak ve görülmeyecek şekilde namaz kılıp Kur’an okumasını dikte eden zihniyet bu zihniyettir.
Bu noktada kişinin “İslam” etiketi taşıması hiçbir şeyi değiştirmez. Aksine kişi kendini nasıl nitelendirirse nitelendirirsin, eğer Pamak örneğinde olduğu gibi iktidar sevdasına kapılmışsa, mülk talebinde bulunuyor ve “sizi ben yöneteceğim” diyorsa onda ahlaki açıdan ve İslami değerleri içselleştirme bakımından ciddi bir problem var demektir. Zira insanın hevasını ilah edinmesi istemeye başlamasıyla doğru orantılıdır. Bu bağlamda Pamak’ın zihniyeti, Firavun’un, Nemrut’un ve Mekke kodamanlarının zihniyetidir. İktidarı eline geçirdiğinde kan kusturur, zulüm ve zorbalıkla halkı sindirir. Yapacağı ilk iş, kıyafet yönetmeliği ve yasaklar listesi hazırlamaktır. Allah muhafaza iktidar böylelerinin eline geçtiğinde bugünlerinize rahmet okursunuz.
Allah’a iman meselesine gelince: İnanmanın, yani Mü’min olmanın ölçüsü nedir? Ali Şeriati’nin “Kur’an’a Bakış” adlı kitabında, Mü’min olmanın ölçüsüne dair ilginç ifadeler kullanır. Şeriati “Kur’an’da Anlamların Yeri” başlıklı bölümde Yahudi olan bir kadından, Madam Mitchum’dan söz eder. İnsanlık ailesinin şerefli bir üyesi olan bu kadın, Almanya’nın çıkardığı savaş döneminde Fransız halkının kahramanı, Fransız özgürlükçü ve entelektüellerinin en sevilenidir. 1967 yılında siyonistlerin Araplara karşı işlediği zulmü gören Mitchum şunları söyler: “Ben Yahudi olduğum için -hiçbir zaman siyonist olmadım- Âdem tevbesi gibi bir tevbede bulunmalıyım. İmam Hüseyin’in şehadetinden sonra tevvabların yaptıkları gibi insanın varlık tevbesi ölümdür.” Madam Mitchum, 65 yaşında üniforma giyip el-Fetih Hareketi’ne katılır ve cephede siyonistlere karşı bilfiil savaşır. Şeriati şöyle devam eder: “Buradaki ölçüt nedir? Küfür ölçütü nedir? Mü’min kimdir? Bu kadının Mü’min biri olduğunu söylemek istemiyorum, acaba amel/eylem bizzat sınır belirleyici hatlardan biri değil midir?” (Ali Şeriati; Kur’an’a Bakış)
Acaba Rachel Corrie için veya zulüm karşısında aynı tutum ve davranışları gösteren diğer insanlar için de durum aynı değil midir? Şeriati’nin “Bu kadının Mü’min biri olduğunu söylemek istemiyorum” sözlerini, “Pamakımsı Mollalar” tarafından sapkınlıkla itham edildiği ortamı da dikkate alarak değerlendirmek gerektiği kanaatindeyim. Dolayısıyla bu noktada Şeriati’den bir adım daha ileri gitmek durumundayız: Yüreğini Allah’a, O’nun adaletine ve merhametine açmış ne kadar böyle insan varsa hepsi Mü’min’dir!
Aynı şey mülkiyet talebinde bulunma, ihtiyacından fazlasını elinde tutma, servet biriktirme, faiz, sömürü vb. konular için de geçerlidir. Bu bakımdan Latin Amerika’daki Kurtuluş Teolojisi (Liberation of Theology), ortaya koyduğu düşünce ve pratik itibariyle Kur’an’ın ruhunu yakalamışken, 3. Köprü’nün geçeceği güzergâh üzerinde arsa kapatan Hacı ağabeyler(!), açların, yoksulların, işsizlerin dertlerine ortak olmayan, onların sorunlarını kendi sorunları olarak görmeyen “mahalle”nin Ferisileri (klasik İslamcılar), adaleti, eşitliği, özgürlüğü ve emniyeti ahirete havale eden din baronları ve aynı türden (insanımsı) tüm zat-ı muhteremler, Kur’an’ın mülkiyet anlayışını kavrayamamış, Kerim Kitab’ın ruhundan uzaklaşmışlardır. Mülkiyet talep edenleri, ihtiyacından fazlasına göz koyanları, servet biriktirenleri ve bu yolla yeryüzünde açlığa, yoksulluğa, işsizliğe ve köleliğe sebebiyet verenleri, dahası bütün bunları meşru gören bir din anlayışına sahip olanları kurtaracak yegâne şey, Âdem tevbesi gibi bir tevbede bulunmaları, üzerlerindeki fazlalıktan arınmaları (tezekki etmeleri) ve ezilenlerin safında yer almalarıdır ki, bütün peygamberlerin ortak çağrısı da budur. Zira fesat buradan neş’et eder; biri yer biri bakar, kıyamet bundan kopar. Bu nedenledir ki, tüm peygamberler, bu suçun gerek ferdi gerekse içtimai açıdan helak sebebi olduğuna işaret ederler.
“Gayri İslami rejimlerin de adaleti sağlayabileceğini, Müslüman ya da gayrimüslimlerce yönetilen ve Kur’an hükümlerini esas almayan laik devletlerin Allah’ın muradı olan adaleti tesis edebileceğini iddia eden söylem ve projeler…” Öncelikle “Kur’an hükümlerini esas almayan devlet” iddiası tam anlamıyla bir facia; zira ortada böyle bir şey söyleyen yok. Aksine biz, Kitab’ın ortak değerleri vazettiğini, dolayısıyla bu ortak değerler doğrultusunda bir konsensüs oluşturulması, aynı gök kubbe altında yaşayan ve ortak değerlere sahip çıkan insanların birbirlerini anlamaları gerektiğini söylüyoruz. İlginçtir ki, Pamak ve onun gibiler sürekli olarak “Kur’an ve Sünnet”ten bahsederler, ancak ikisinden de nasipleri yoktur. İlk makalede peygamberin ashabına tavsiyesini gündeme getirmiştim. Allah Resulü, Mekke’de zulümden bunalan sahabenin “Nereye gidelim?” sorusuna “Habeşistan’a gidin, orada yanındakilerin hiçbirine zulmedilmeyen bir Kral vardır. Orası bir doğruluk ülkesidir” cevabını vermişti. Demek ki, Hıristiyanların yönettiği bir devlette de hiç kimse zulme uğramayabiliyor ve Allah’ın muradı olan adalet tesis edilebiliyormuş. Ya da şöyle diyeceğiz: “Peygamber bu konuyu yanlış değerlendirmiş, Pamak’ın söyledikleri daha doğru(!)”
“Bütün bu savrulmalara götüren yolun taşlarını döşeyen ise, tarihselci, rölativist düşünceler ve hak-bâtıl karışımı projeler, “dinsel çoğulculuk” ve “ortak iyi”de buluşma arayışları ile rasyonalizm, aklın vahiy olmadan da temel hakların ölçü ve hudutlarını, hukuk ve adalet sistemini üretebileceğine inanan sekülerleşme ve Protestanlaşma eğilimi ve çabalarıdır…”
İddiaların ardı ardına sıralanması bakımından bence söyleşinin en önemli bölümü burası. Bu nedenle buradaki iddiaları tek tek masaya yatırmakta fayda var:
Savrulma: Pamak’a göre İhsan Eliaçık, Ali Bulaç, Mustafa İslamoğlu, Abdulkerim Suruş ve onlarla aynı düşüncede olan diğerleri savrulmuş durumda. Dediğim gibi, bu iddianın arkasında “dini fanatizm” yatıyor. Yani “Allah’ın muradını bilme ve O’nun sözcülüğünü yapma konusunda tek hakkın kendisinde olduğunu iddiası” (Muhammed Ammara; İslam Devleti). Pamak diyor ki, “Ben bilirim, benim söylediğim doğrudur.” Biz de diyoruz ki, “Sen bu işten anlamıyorsun, kafan bu işe basmıyor. Sen Allah’ın muradını kendi hevan ile karıştırıyorsun. Senin Allah’ın muradından anladığın iktidar elde etmek ve insanlık ailesinin başına bela olmaktan ibaret. Bunun adı iktidar elde etme, sınırsız mülke kavuşma arzusudur, son derece tehlikelidir, adamı bozar, cehenneme odun eder. Nitekim Âdem’le eşinin ayağını kaydıran, Kabil’e ilk cinayeti işleten, dünyanın anasını ağlatan bu dürtüdür.”
Pamak’a göre bu savrulmaya götüren yolun taşlarını döşeyen ana etkenler şunlar:
Tarihselcilik: Öncelikle Pamak’ın tarihselcilikten bihaber olduğunu, bunun yanı sıra savrulmakla suçladığı insanların kitaplarını okumadığını, sadece bir göz gezdirip -belki onu da yapmamıştır- cümleleri cımbızladığını, bunun da ötesinde önyargıyla hareket ettiğini belirtelim.
Tarihselcilik 19. yüzyılın ortalarında Almanya’da ortaya çıkan bir düşünce akımıdır. Olayların açıklanmasında tarihe öncelik verir. Basitçe tanımlayacak olursak, bütün olayları, başarıları ve değerleri, içinde doğdukları tarihsel durumlardan ve tarihsel koşullardan kalkarak anlamaya çalışan, giderek bu olayların nesnel içeriklerinin ve bugünkü anlamlarının açıklanmasını da ancak bu geçmişe bakış içinde elde edeceğine inanan düşünce biçimidir. İnsanın varoluşunun özünü onun tarihselliğinde gören, tarihselliği insan yaşamının canlı temeli olarak anlayan ve böylece dünyayı tarih olarak kavrayan felsefi düşünme doğrultusudur (Felsefe Sözlüğü). Bir başka ifadeyle tarihi kendine has yasalara uyan özel bir disiplin sayan, sadece olayları ve olayların birbirine zincirlenişini meydana getiren koşulları, belirli tasvirlerini yaparak inceleyen düşünce biçimidir.
Pamak ve onun gibi düşünenlerin söylemek istediği şu: “Siz diyorsunuz ki, Kur’an’ın hükümleri tarihte kaldı, bu hükümler bugün geçerliliğini yitirmiştir.” Bu, başlı başına geçersiz bir iddia, hatta bunun da ötesinde bir iftira! Öncelikle şunu söylemek icap eder ki, Pamak ve onun gibiler usûl bilgisinden yoksun bulunuyorlar. Bununla birlikte doğru ve derinlikli düşünemiyorlar. Bu bakımdan altyapıları zayıf. Buradaki temel sorun, bu zihniyetin metnin ne demek istediğine değil, ne dediğine bakması. Bu yaklaşım tarzı şekilci ve lafızcı zihniyetin temel karakteristiğidir. Gayeyi bir kenara bırakır, kafayı uygulamanın şekline takar. Gözünü kan bürüdüğü için, vurmak, kırmak, kesmek, parçalamak ister.
Akıl sahibi her insanın kabul edeceği üzere, her şeyden önce Kur’an metni tarihin belli bir zaman diliminde ortaya çıkmıştır. Metnin ortaya çıkışında -23 yıllık zaman dilimi- tarihi, sosyal, siyasi, iktisadi ve kültürel şartların etkisi göz ardı edilemez. Bu bakımdan kutsal kitaplar da dâhil tarihte hiçbir metin yoktur ki, ortaya çıktığı dönemin şartlarından etkilenmiş olmasın. Söyleşinin tümünü okuduğunuzda da göreceğiniz gibi, Pamak’ın tüm derdi, kısas, el kesme ve celde vurma gibi uygulamaların şeklini muhafaza etmek. Oysa Kur’an’da vazedilen tüm ceza-i müeyyideler, Kur’an inmeden önce de Arap toplumunda uygulanıyordu. Dolayısıyla Kur’an, ilk indiği toplumun mevcut şartlarını göz önüne alarak hüküm vazetmiştir. Ancak ne hikmetse Pamak, “hududullah/Allah’ın hudutları” ifadesini cımbızlıyor ve uygulamanın şeklini de Allah’ın korunmasını emrettiği hudutların içerisine sokuyor. Oysa Allah’ın korunmasını emrettiği hudutlar, haramlar ve helâllerdir. Şimdi biri çıkıp da bize “siz şu helâl veya haramı inkâr ediyorsunuz” diyebilir mi? Adama gülerler. Bu bakımdan Kur’an’ın hükümlerini yürürlükten kaldırmaya, amiyane tabirle buharlaştırmaya çalıştığımız yönündeki iddialar bütünüyle iftiradan ibaret.
Kaldı ki, bırakın şekli şartlar gerektirdiği takdirde uygulamanın kendisi dahi yürürlükten kalkabilir. Tıpkı Ömer’in kalpleri ısındırılacak olanlara zekâttan pay vermemesi, ganimeti savaşa katılanlar arasında paylaştırmaması ve kıtlık zamanında el kesme cezasını uygulamaması gibi.
Şimdi tarihsellikle ilgili bir-iki örnek verelim: Malum, Kur’an kölelerden bahseder: “Siz ey imana ermiş olanlar! Öldürme [olayların]da adil karşılık (kısas) size farz kılındı: “Hür için hür, köle için köle ve kadın için kadın…” (2/178). “İçinizde evli olmayanları, kölelerinizden ve cariyelerinizden salih olanları evlendirin…” (24/32). “Onların babalarına, oğullarına, kardeşlerine, erkek kardeşlerinin veya kız kardeşlerinin oğullarına, kadın hizmetçilerine yahut sağ ellerinin sahip olduklarına/kölelerine serbestçe görünmelerinde bir mahzur yoktur…” (33/55).
Hemen belirtmek gerekir ki, Allah, Kur’an’da açık bir biçimde “köle edinmek haramdır veya kölelik kaldırılmıştır” demez. Ancak köleleri özgürlüklerine kavuşturmayı emreder (90/12-13), yemin kefareti olarak veya kazara adam öldürme vakalarında dahi ilkin köle azat edilmesini öngörür. Dolayısıyla ilk indiği toplumun realitelerini dikkate alarak “kölelik bitmiştir” deyip kestirip atmaz, fakat tedrici bir biçimde köleliği ortadan kaldırmayı hedefler. Şimdi bunu böyle anlamazsak ne yapacağız? “Kur’an köle edinmeye cevaz vermiştir, kırkta birini ver, istediğin kadar kölen olsun” deyip -ki, peygamberin ölümünden sonra dahi bir kısım sahabenin binden fazla kölesi vardı- üçer-beşer köle mi edineceğiz? Eğer bu durumu tarihsel şartlar içerisinde değerlendirmez ve “Kur’an son sözü söylemiştir” diye düşünecek olursanız hüküm aynen budur. Dolayısıyla meseleye Pamak’ın baktığı gibi bakarsanız, “Allah ‘köleliği kaldırdım’ demeyi bilmiyor muydu?” diye düşünürsünüz.
Bir başka örnek, içkinin yasaklanmasıyla ilgilidir: “Ey iman edenler! Siz sarhoş iken -ne söylediğinizi bilinceye kadar- cünüp iken de -yolcu olan müstesna- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın…” (4/43). Pamak’ın nesih teorisini kabul etmediğini biliyoruz. Mayası içki olmuş bir toplumda Kur’an’ın tedrici bir yöntem izlediğini, dolayısıyla bu hükmün tarihsel olduğunu kabul etmediğimiz takdirde ne yapacağız? “İsteyen namaz vakitlerinden sonra bir-iki duble içsin” mi diyeceğiz? .
Ancak işlerine gelmeyen birtakım konularda Pamak ve taifesinin tersinden tarihselci kesildiklerini görürsünüz. Örneklendirelim: Malum, peygamber öldüğünde mülksüzdü. Onun en önemli sünneti de buydu. Ölürken Aişe’ye “7 dirhemimiz vardı, ne oldu? Duruyorsa hemen infak et” dediğini, Aişe 7 dirhemi infak edip geldiğinde de “Rabb’imin huzuruna üzerimde mülkiyet olduğu halde çıkmaktan hayâ ederim” dediğini biliyoruz (Muhammed Hamidullah; İslam Peygamberi). İş buraya gelince Pamak ve onun gibiler “o peygamberdi, onun kendi kişisel tercihiydi” derler. Meseleyi hemen bireysel tercihe bağlayıp işin içinden sıyrılırlar. Dolayısıyla peygamberin mülksüzlüğü, Pamak ve onun gibi kapitalistler için tarihte kalmış bir meseledir, bugünü bağlamaz(!). Kapitalist olmak tam da böyle bir şeydir.
Bu konuda son olarak şunu söylemek icap eder ki, bizim Kur’an’ın herhangi bir hükmü için “tarihte kaldı, geçti gitti, bugünü bağlamaz” dediğimiz vaki değildir. Metnin tarihsel oluşu, evrensel oluşuna engel teşkil etmez. Bırakın kutsal metinleri, kaleme alınmış nice eser vardır ki, tarihin belli bir dönemine ait olmalarına karşın günümüze hitap ederler, içinde bulunduğumuz fiili duruma ışık tutarlar. Bu nedenledir ki, onlardan alıntılar yapılır, üzerlerinde uzun uzadıya konuşulur. Pamak ve onun gibi düşünce fakiri adamlar, tarihsel bir metinden evrensel hükümler çıkarabilecek kapasitede olmadıkları için meseleyi idrak edemiyorlar. Bu bakımdan Garaudy’nin ifadesiyle “Entegrist İslamcıların takip ettikleri metot, Kutsal Yazıdan Çıkarılan Politika adlı eserin yazarı Bossuet’in takip ettiği metotla aynıdır. Neydi yapılan? Kutsal Kitap’tan bazı ayetlerin bütünden ve vahyolundukları tarihi ortamlardan tecrit edilerek alınması ve bunlardan bütün zaman ve mekânlarda uygulanabilecek neticelerin çıkarılmasıdır.” (Garaudy; Entegrizm) Tıpkı kölelik ve içki konusunda olduğu gibi.
Rölativizm: Görecilik. Fizikte ölçümlerin ve fizik yasalarının, birbirlerine göre farklı hareket durumlarında bulunan gözlemciler bakımından değişebilirliğine ilişkin kavram. Klasik fizikte evrenin her yerindeki bütün gözlemcilerin, hareketli olsunlar olmasınlar özdeş uzay ve zaman ölçümleri yapacakları kabul edilir, hız ve uzaklık gibi nicelikler, birbirlerine göre düzgün hareket eden referans sistemlerinin birinden öbürüne “Galilei dönüşümleri” adı verilen işlemlerle taşınabilir. Buna karşılık, görelilik kavramına göre gözlemcilerin ölçümlerinde buldukları sonuçlar, göreli hareketlerine bağlıdır (Felsefe Sözlüğü).
Bu düşünce ilk olarak Protagoras ile birlikte ortaya çıktı. Protagoras görüşünü şu cümleyle açıklıyordu: “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” İnsan duyularının sağladığı göreli ve geçici bilgiden başka gerçek bir bilginin söz konusu olamayacağını ileri süren bu görüş, ampirist felsefelerin ortak özelliğidir. İki çeşit görecilik vardır: Birincisi eleştirici ve öznel, ikincisi ise nesnel göreciliktir.
İlk makalede şunları söylemiştim: “Allah’ın hükmüne dayalı adalet, kimin algısı, okuması veya yorumu doğrultusunda tecelli edecek? Pamak’ın mı, benim mi, yoksa sizin mi? Pamak bir adım daha ileri gidiyor; ona göre Allah’ın muradının bu olduğu vahiyle -vahyi kitaptan ibaret zannediyor- açıkça ortaya konulmuş(!) Bir başkasına göre, mesela İhsan Eliaçık’a, İslamoğlu’na ya da Abdulkerim Suruş’a göre de konulmamış. Hakikatin ölçüsü kim? Pamak(!)…”
Pamak buna çok içerlemiş olacak ki, söyleşinin ilerleyen bölümlerinde rölativizmle ilgili olarak şunları söylüyor: “Kur’an’ı doğru okumayı ve doğru anlamayı, Kur’an’ı hayata değil de hayatı Kur’an’a uydurmayı engellemek, ümmetin ortak bir Kur’an anlayışında bütünleşmesi ve yeniden ayağa kalkma çabalarını akamete uğratmak amacıyla ortaya atılan bir diğer fitne de “rölativizm”, “görelilik”, “izafilik”tir. Mutlak bir Kur’an bilgisi olamayacağı, herkesin kendisine göre farklı bir Kur’an anlayışının olacağı, herkesin Kur’an’ı farklı anlayacağı ve farklı çıkarımlarda bulunabileceği iddiasıdır. Kur’an’ın çok farklı biçimlerde anlaşılabileceğini ve hangi anlamın daha doğru olduğunun bilinemeyeceğini savunmak, Kur’an’ın hiçbir anlamının olmadığını iddia etmek demektir ki, bu türden sözler bir Müslüman tarafından kesinlikle söylenemez. Çünkü Kur’an’a iman etmek demek onun bir anlamının olduğunu ve bu anlamın muhatap tarafından algılanıp kabul edildiğini ikrar etmek demektir. Anlamsız olan bir “söz”e iman etmek ise iyi niyetle yaklaşıldığında ya zihni bir özrü ya da cehaleti belgeler.”
Pamak, böylece ne denli cahil olduğunu ortaya koyuyor. Ne yazık ki, bizim klasik İslamcılar böyledir. Yazdıkları okuduklarından çoktur. Hatırlayacağınız üzere yukarıda şartlar gerektirdiği takdirde hükmün kendisinin dahi yürürlükten kalkabileceğini söylemiş ve Ömer’in uygulamalarını buna delil olarak göstermiştim. Kur’an’ın açık hükmüne karşın Ömer, ganimetleri savaşanlar arasında paylaştırmamış, aksine bunu yasaklamıştı. Nitekim bu nedenle sahabe arasında tartışma çıktı. Ömer’e göre şartlar ganimetlerin paylaştırılmamasını gerektirirken, diğerlerine göre bu, Allah’ın hükmüne karşı gelmek demekti. Ne diyelim, rölativist düşünceler bunlar(!). Kaldı ki, İslam tarihinde bunun sayısız örnekleri vardır. Dolayısıyla bu zihniyet ne söylediğinin farkında bile değil. Amaç kendi anlayışını merkeze koymak, hakikatin ölçüsü haline gelmek. Allah ıslah etsin!
Dinsel çoğulculuk: Pamak’ın dinsel tekilciliği -aslında tekelciliği- savunduğunu cümle âlem biliyor. Onu bu konuda daha fazla hırpalamayıp dini faşizmiyle baş başa bırakıyorum.
Rasyonalizm: Akılcılık. Pamak’ın ifadesiyle “aklın vahiy olmadan da temel hakların ölçü ve hudutlarını, hukuk ve adalet sistemini üretebileceğine inanan sekülerleşme ve Protestanlaşma eğilimi ve çabaları…” Akılla ilgili açıklama ilk makalede geçmişti. Pamak’ın bu açıklamalar karşısında verecek herhangi bir cevabı olmadığı ve de olamayacağı için yuvarlak ifadelerle günü kurtarmaya çalışmış.
Öncelikle şunu söylemek icap eder ki, bu zihniyet aklı devre dışı bırakmak zorundadır, aksi halde güdecek adam bulamaz. Salih Akdemir’in güzel bir sözü vardır, der ki, “Müslümanlar Allah adında bir puta tapıyorlar.” Gerçekten de bu ifade Pamak ve onun gibi düşünenlerin irrasyonalite bataklığında -ki, her şey zıddıyla kaimdir, rasyonaliteye/akılcılığa karşıysanız irrasyonaliteyi savunuyorsunuz demektir- “biz bilmez, merkez bilir” zihniyeti içerisinde ne menem bir Allah’a taptıklarını ve nasıl bir din algısına sahip olduklarını veciz bir biçimde ortaya koyuyor. Nitekim içtihat kapısı “akla gerek yok, nass bize yeter” veya klasik ifadeyle “mevrid-i nass’ta içtihada mesağ yoktur” diyen “Pamak kafalılar”ın eliyle kapatıldı. Madem öyle Mu’tezile ve İbn-i Tufeyl’e ek olarak İslam tarihinden bir-iki akılcılık örneği daha verelim. Önce Kur’an’ın konuya ilişkin en çarpıcı ayetini gündeme getirmek yerinde olacaktır: “Allah aklını kullanmayanların üstüne pislik yağdırır” (25/100).
Rağıb el-Isfahanî, ez-Zerîa ila Mekârimi’ş-Şerîa‘da “Peygamberlerin ve Aklın İnsanları Hakikate ve Allah’a İleten İki Kılavuz Oluşu” başlığı altında şu satırları yazar: “İzzet ve celal sahibi Allah’ın insanlara iki resulü vardır. Birincisi içten dışa olan (bâtın) resul, ikincisi de dıştan içe olan (zâhir) resuldür. Bunların birincisi akıl, ikincisi peygamberdir. Hiçbir insan, bâtın resulden gereğince yararlanmayı öne almadan zâhir resule yol bulamaz. Bâtın resul (akıl), zâhir resulün çağrısının sağlık ve geçerliliğini bilmede esastır. Eğer bâtın resul olmazsa zâhir resulün sözünün kanıtlığı ve bağlayıcılığı olmaz. Akıl komutandır, din asker. Akıl olmasa din geçerli ve kalıcı olmaz. Elbette ki, din olmayınca da akıl şaşkın halde kalır. Bu ikisinin birleşip kucaklaşması ise nûr üzerine nûrdur. Nur Suresi’ndeki “nur üstüne nur” ifadesi (24/35) işte bunu göstermektedir.” (Râgıb; ez-Zerî’a)1
Ebu Hâmid Gazalî (1058-1111) gibi, aklı nakil karşısında mahkûm eden ve İslam’da akılcılık dönemini kapatan bir zat bile, “Akıl ile nakil çeliştiği zaman -ki, böyle bir şey mümkün değildir, Gazalî aklın önemine vurgu yapıyor olsa gerektir- aklın söylediğini öne almalıyız” der.2 Dolayısıyla akıl, hukuk ve adalet sistemi üretebilir ki, biz de bundan rahatsızlık duymayız.
Sekülerleşme: Latince “dünya” anlamına gelen “saeculum”dan türemiş olan ve “dünyacılık/dünyevileşme” anlamına gelen sekülerizm, iktisat, siyaset ve hukuk alanında dini devre dışı bırakan bir yaklaşımı ifade eder. Dolayısıyla sekülerizm, bireysel katılımı önemli görür ve dinin devletten ayrı ve özerk olması gerektiğini savunur.
Pamak “sekülerlik”le iki şeyi kast ediyor: Birincisi Allah’ın hükümleriyle hükmetmemek, ikincisi de Kur’an’ın (dinin) meta-fizik olgular çerçevesinde değil, tabiatta, toplumda ve tarihte vuku bulan olaylar çerçevesinde açıklanması, bir başka ifadeyle kavramların somut hale getirilmesi.
Birincisi Pamak, “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin/zalimlerin/fasıkların ta kendileridir” (5/44-45, 47) veya “Hüküm ancak Allah’a aittir” (42/10) ayetlerini Haricîlerin yaptığı gibi bayraklaştırma yoluna gidiyor. Ne de olsa aynı kafa. Ayrıca aklı, vicdanı ve sağduyuyu dışlayarak Allah’ın indirdiklerini iki kapak arasındakilerden ibaret zannediyor. Klasik din(i)dar zihin böyledir, ayetleri dar kalıplar içerisinde değerlendirir, dolayısıyla felsefi ve sosyolojik açıdan tahlil edemez. Oysa Allah, “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin/fasıkların ta kendileridir” (5/44, 47) derken, Tevrat ve İncil bağlılarına şunu emreder: “Gerçek şu ki, biz Tevratı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış olanlar (Rabbaniyun) ve âlimler de (Ahbar) öyle yaptılar. Allah’ın kitabını korumakla görevli kılındıkları ve onun üzerine şahitler oldukları için. Öyleyse insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfir olanlardır.” (5/44)
“…İncil bağlıları da Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler” (5/47)
Kur’an diğer dinlerin mensuplarını “ortak” bir kelimeye davet eder: “De ki: “Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak bir kelimeye gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi eş koşmayalım ve Allah’ı bırakıp birbirimizi rabler edinmeyelim. Eğer onlar yüz çevirirse deyin ki: Şahit olun biz Müslümanlarız.”
Şu halde Allah’ın hükmü demek insanlığın ortak değerleri demektir. Her ne kadar tahrif edilmiş olsalar da bu değerler diğer kutsal metinlerde de mündemiçtir. Ya da Pamak’a göre, Allah, “dinsel çoğulculuk” peşindedir(!). Malum zihniyetin “beşeri ideolojiler” olarak nitelendirdiği felsefi ve politik düşünce akımları için de durum bundan farksızdır. Bu nedenledir ki, İkbal, Das Kapital için “Cibrilsiz Kitap” diyor, Rus halkının ortaya koymuş olduğu hareketi ve hararetli faaliyeti büyük bir umutla takip ediyor ve “İhtiyaçtan fazlasını infak edin” ayetindeki hakikatlerin 20. yüzyılda ortaya çıkmasını temenni ediyordu. Bu da bize gösteriyor ki, akıl, vicdan ve sağduyuyla bağdaşan, dolayısıyla Kur’an’ın ve diğer kutsal kitapların özüyle uyum içerisinde olan her düşünce, hareket ve uygulama Allah’ın hükmü kapsamındadır. Zaten Kitab’ın evrensel oluşunun anlamı da budur. Şu halde Allah’ın hükümlerini göz ardı etmek ve bu suretle dünyevileşmek diye bir şey söz konusu değildir. Kaldı ki, hiç kimse Allah’ın hilafına hüküm ihdas etmek gibi bir düşünce içerisinde de değildir.
Hazır yeri gelmişken ilahi-beşeri ayrımına da değinmek yerinde olacaktır. İslam da dâhil yeryüzünde hiçbir inanç, düşünce, dünya görüşü ve idari sistem yoktur ki, algılama ve uygulama açısından beşeri olmasın. Dolayısıyla ilahi-beşeri ayrımı suni bir ayrımdır. Eğer illa da “ilahi” denilecekse akla, vicdana, fıtrata, sağduyuya ve kutsal metinlerin ruhuna uygun olan her şey ilahidir. Zira dosdoğru din fıtrattır, dine dönüş demek, “fıtrata, akl-ı selime ve sağduyuya dönüş” demektir (30/31).
İkincisi bu tartışmanın tarafları göz önüne alındığında, dünyevileşme, Kur’an kavramlarının tabiatta, toplumda ve tarihte vuku bulan olaylar çerçevesinde açıklanması değil, dini meta-fizik olgulardan ibaret kılarak ve 7. yüzyıl Arap yarımadasını tüm müesseseleriyle olduğu gibi bugüne taşıyarak mala-mülke düşkünlük göstermek, eşyaya tapınmak, servet ve iktidar hırsı içinde yanıp tutuşmaktır. Pamak’ın canını sıkan “seküler(!)” yaklaşım ise, tam aksine Allah’ı yeryüzüne indirerek dini irrasyonaliteden arındırıyor, hayatla özdeşleştiriyor, dolayısıyla insan idrakinin kavrayabileceği hale getiriyor. Buna göre, Kur’an’da anlatılan her şeyin tabiatta, toplumda ve tarihte karşılığı olmalı, hayrın ve şerrin ortaya çıkışındaki sebep-sonuç ilişkileri vuzuha kavuşturulmalıdır.
Dolayısıyla din, öncelikle insanın yeryüzündeki kurtuluşunu hedefler ve bu doğrultuda insanın tarih içerisinde varlık, eşya, tabiat ve toplumla kurduğu ilişkiyi irdeleyerek eylemlerinin -olumlu-olumsuz- yol açtığı sonuçları ortaya koyar. Bu bakımdan yeryüzünde olup biten her şeyin yegâne sorumlusu insandır; bir başka ifadeyle her şey insanla başlayıp insanla bitmektedir. Buna mukabil Pamak, yeryüzünde olup biten her şeyi Allah’ın iradesine fatura etme, yeryüzünde ortaya çıkan her türlü fiili duruma -dolayısıyla adaletsizliğe, zengin fakir arasındaki uçuruma, sınıf farklılıklarına- “dini kılıf” içinde tabii-normal görüntüsü kazandırma eğiliminde. Bu bakımdan Pamak, totaliter Allah tasavvurunun gereği olarak “Allah, tarihe ve hayata müdahale eder, etmelidir” diyor ve bu yolla mevcudu kutsala fatura ederek dünyevileşmeyi (servet ve iktidar hırsını) meşru hale getiriyor. Bir başka ifadeyle sekülerizmi tersinden üretiyor. Nitekim aşağı yukarı her kurduğu cümlede “iktidar talebi”nden söz ediyor. Konuyla ilgili ayrıntılı açıklama Klasik İslamcılık – “Totaliter Allah” tasavvuru ya da “Seküler Teoloji” başlık