Özgürlük ve hukuk arasındaki ilişki, insanlık tarihi boyunca en çok tartışılan meselelerden biri olmuştur. Hukukun temel amacı düzeni sağlamak ve bireylerin haklarını korumak olsa da, bu düzenin özgürlüğü ne derece kapsadığı veya kısıtladığı daima bir tartışma konusu olmuştur. Gerçek bir hukuk sisteminin en önemli boyutlarından biri, bireyin aklı ve vicdanına uygun olarak aldığı kararları hayata geçirebilmesi için ona gerekli zemini sunmasıdır. Eğer hukuk, bireyi baskı altına alıyor, onun düşünce dünyasını zincirliyorsa, o sistemin adaletinden bahsetmek mümkün değildir.
Özgürlük ve Hukukun Kesişim Noktası
Gerçek anlamda bir toplumdan söz edebilmek için bireylerin, korku ve baskının gölgesinde değil, özgür düşüncenin aydınlığında şekillenmiş olması gerekir. Otoritenin mutlak güç haline geldiği, bireylerin sadece itaate zorlandığı sistemlerde, bir topluluktan bahsedilebilir ancak bir toplumdan bahsedilemez. Çünkü toplum, bireylerin bilinçli tercihler yaparak kendi varoluşlarını gerçekleştirdikleri bir alan olmalıdır. Kendi düşüncelerini özgürce ifade edemeyen, eleştiri hakkına sahip olmayan, korkunun baskısıyla hareket eden bir insan, kendisini tanıyamaz ve dolayısıyla başkalarını da anlayamaz. Bir insanın kendi iç dünyasında sevgi ve saygıyı hissedebilmesi, ancak kendisini özgürce var edebilmesiyle mümkündür.
Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi adlı eserinde, bireylerin özgürlüklerini koruyarak bir toplumsal düzen içinde var olabilmelerinin yollarını tartışmıştır. Ona göre insanlar doğuştan özgürdür, ancak yanlış kurgulanmış sosyal düzenler bu özgürlüğü ellerinden alır. Eğer hukuk, bireyin kendisini gerçekleştirmesine olanak tanımıyorsa, o hukuk sistemi baskıcıdır ve insan doğasına aykırıdır. Gerçek hukuk düzeni, bireyin doğasını tanımalı ve onun özgürlüğünü güvence altına almalıdır.
Hakikat Arayışı ve Eleştirel Düşüncenin Önemi
Hukukun özgürlükçü niteliğinin en kritik noktalarından biri ifade özgürlüğüdür. İfade özgürlüğü, sadece bireyin kendisini ifade etme hakkı olarak görülmemelidir; aynı zamanda hakikate ulaşma çabamızın da bir parçasıdır. Hakikat mutlak değildir; ona ancak sürekli sorgulama, eleştiri ve bilimsel ilerleme ile yaklaşılabilir.
Galileo Galilei’nin Kilise tarafından yargılanmasını düşünelim. O dönemde, Dünya’nın evrenin merkezinde olduğu dogması sorgulanamaz bir hakikat olarak kabul ediliyordu. Galileo ise bilimsel yöntemlerle bu görüşü çürütmeye çalıştı. Ancak o dönemin otoritesi, bilginin özgürce ifade edilmesine izin vermediği için Galileo’nun görüşleri yasaklandı, kendisi baskı altına alındı. Oysa eğer bilgi ve eleştiri özgürlüğü sağlanmış olsaydı, insanlık bilimsel hakikate daha hızlı ulaşabilir, dogmaların esaretinden kurtulabilirdi.
Bugün dahi benzer bir durum söz konusudur. Bilginin tek bir kaynaktan geldiği, eleştirinin yasaklandığı toplumlarda hakikat değil, ideolojik doğrular egemen olur. Bilmek, bir hakikati kesin olarak belirleyip onu tartışılmaz kılmak değildir; aksine, hakikate hiçbir zaman tam olarak ulaşamayacağımızın farkında olarak, ona sürekli yaklaşma çabası içinde olmaktır. Bu çaba, hukukun sağladığı özgürlük ortamı sayesinde mümkün olabilir.
Bilim, Felsefe ve Hukukun Sorumluluğu
Hukuk, özgür düşüncenin ve bilimsel ilerlemenin önünü açmak zorundadır. Bilim, dogmalara karşı savaşarak ilerler. Albert Einstein, Newton’un klasik fiziğini eleştirerek görecelik kuramını ortaya attığında, bilimsel düşüncenin nasıl sürekli değiştiğini ve geliştiğini gösterdi. Eğer hukuk, düşünce özgürlüğünü ve eleştirel düşünceyi güvence altına almazsa, toplumlar entelektüel bir durgunluğa sürüklenir ve ilerleme durur.
Benzer şekilde felsefe de hakikat arayışının temel taşlarından biridir. Sokrates, “Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez.” derken, aslında insanın kendisini ve toplumu sürekli sorgulaması gerektiğini ifade ediyordu. Oysa tarih boyunca otoriteler, insanlara sorgulamamayı, mevcut düzeni olduğu gibi kabul etmeyi öğütlemiştir. Hukuk sistemi, bireyin sorgulama hakkını elinden alıyorsa, aslında insan doğasına ve entelektüel gelişime zarar vermektedir.
Özgürlüğün Hukuki ve Ahlaki Bir Görev Olarak Korunması
Özgürlüğün korunması, sadece hukukun değil, aynı zamanda ahlaki bir sorumluluktur. Bireyin ifade özgürlüğünü güvence altına almak, sadece onun hakkını korumak anlamına gelmez; aynı zamanda toplumun ilerlemesine de hizmet eder. Hukukun temel amacı, bireyin haklarını ve özgürlüklerini koruyarak adil bir düzen kurmaktır. Eğer hukuk, baskıcı bir araç haline gelirse, adaletten sapar ve meşruiyetini kaybeder.
İfade özgürlüğünün olmadığı bir toplumda sorunlar çözülemez, çünkü her çözüm, yeni sorunları da beraberinde getirir. Hakikat arayışı sürekli bir süreçtir ve bu süreç ancak özgürlük ortamında ilerleyebilir. Hukukun en temel işlevlerinden biri, bu süreci güvence altına almaktır.
Sonuç: Özgürlük, Hukukun Özü Olmalıdır.
Özgürlük olmadan gerçek bir hukuk düzeni mümkün değildir. Hukuk, bireyi korumak, onun özgürce düşünmesini ve kendisini gerçekleştirmesini sağlamak için vardır. Eğer hukuk, bireyin özgürlüğünü değil, otoritenin çıkarlarını koruyan bir araca dönüşürse, artık adaletten söz edilemez.
Tarih boyunca, hukukun baskı aracı olarak kullanıldığı toplumlar entelektüel çöküş yaşamış, özgürlükçü hukuk sistemlerine sahip toplumlar ise gelişmiştir. Bugün de aynı prensip geçerlidir: Düşünce özgürlüğü yoksa bilim ve felsefe gelişemez; bilim ve felsefe gelişemezse, toplum ilerleyemez.
Bu yüzden, ifade özgürlüğü sadece bir hak değil, aynı zamanda hukukun ve ahlakın temel bir görevidir. Hukukun görevi, bireyin özgürlüğünü güvence altına alarak, insanlığın hakikat yolculuğuna katkıda bulunmasını sağlamaktır.