Bu konular öyle bir köşe yazısı ile izah edilecek şeyler değil, ama ‘eksen kayması’ tartışmasına, en genel çerçevede nasıl baktığımı yazmaya çalıştım. Asıl kaygımın, dış politika tartışması üzerinden, iç siyasette ‘demokrasi ekseninden kayma’ tehlikesi olduğunu belirttim.
Bu arada, iç siyasetin otoriterleşmesinin, İsrail karşıtlığı üzerinden kurulmasının, Türkiye’yi Ortadoğu’ya değil, Ortadoğu’nun otoriter siyaset sahnesine yaklaştıracağı söyledim. Ama, bunu söylemek başka şey, ‘Ortadoğululaşmak’ gibi terimler üzerinden oryantalist bir dili dolaşıma sokmak başka şey!
Bu konuda, bazılarının dolaylı yoldan ima ettiğini, Kadri Gürsel ‘Ortadoğulu Olmak ya da Olmamak’ başlığı altında, doğrudan ve keskin bir dille, söylemiş (Milliyet, 14 Haziran 2010). “Ortadoğu’nun siyasi kültüründe teokrasi, köktendincilik, monarşizm, otoriterlik, nepotizm, kabilecilik, mezhepçilik, dinsel ve etnik azınlıklara baskı, soykırımcılık, kadınların aşağılanması vardır. Bunların yanında, bir tane olumlu baskın öge gösterebilir misiniz?” demiş. Kendisine, ‘One minute!’ demek isterim.
‘Bugünün Ortadoğusu’na bakalım, otoriter rejimler, monarşizm, mezhepçilik, vs. görüyoruz, Ortadoğu romantizminden kurtulup bunları da sorgulamak zorundayız’ demek başka, insanlık tarihinin tüm olumsuz deneyimlerini, Ortadoğu’nun ‘siyasi kültürü’ adı altında, onun ‘kimlik kartı’na yazmak başka. Lamı, cimi yok, bu yaklaşım, ‘tarihsel’ olanı ‘kültür’ adı altında ‘özcü’leştirip, sabitleyen bakışların başında gelen Oryantalizm’in ta kendisi! Bu bakışın, ‘Antisemitizm’ ve ‘Oksidentalizm’ (denilen her kötülüğün anasını ‘Batı’da gören) gibi bakışlardan hiçbir farkı yok. Dahası, Oryantalizm, uzun bir sömürgecilik üzerinden, insanlık zihnine fazlasıyla musallat olmuş hegemonik bir yaklaşım.
‘Batı’nın, ‘Doğu’ya, bu gözle bakışı bir yana, sadece bizde değil, tüm Batı dışı dünyada hâkim olan, ‘içselleştirilmiş Oryantalizm’den söz etmek de mümkün. ‘İçselleştirilmiş Oryantalizm’den kastettiğim, ‘içe işlemiş Oryantalizm’, yani, tıpkı Batıllar gibi, belki ‘onlardan biri olmak’ çabası içinde, ‘Doğu’yu, ‘Arap’ı, Batılı olmayan her şeyi küçümseyen, dahası kendine bu gözle bakmaktan doğan bir aşağılık kompleksinden muzdarip olmak.
Belli ki, Başbakan da, son ‘Arap açılımı’ çerçevesinde(!), bu konuya gönderme yapmaya çalışıyor. Ancak, onun göndermeleri de, ‘Arap açılımı’nın kendisi gibi sorunlu.
Zira, öncelikle, Türkiye’nin, Arap dünyası veya Ortadoğu ile, uzunca bir süre arasının açık olmasının tek nedeni, Cumhuriyet Türkiye’sinde hâkim olduğunu kuşku götürmez, ‘içselleştirilmiş Oryantalist tavır’ değil. Asıl etken, Soğuk Savaş döneminin siyasal tercihleri! İkincisi, Başbakan’ın ‘bazıları köpeğine ‘Arap’ ismi takıyor’ diye şikayet ettiği yaklaşım da, farklı bir referansa sahip. Şöyle ki, ‘Arap’ terimi bizde, giderek değişime uğrasa da, Osmanlı döneminden bu yana, Arapları değil, ‘kara derililer’i ve bazen sadece zencileri tanımlıyor. Bunu köpek ismi olmasına mazeret olmak için söylemiyorum, tam tersi, bu durumda konu ırkçı bir boyut kazanıyor.
İkincisi, Araplara ilişkin olumsuz göndermeli deyimler, Cumhuriyet döneminde icat edilmiş değil. Osmanlılar, Araplara din dolayısıyla hem, ‘kavm-i necip’ yani ‘asil kavim’ diyor, hem de, ‘Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü’, ‘tenekeden maşa, Arap’tan Paşa olmaz!’ gibi laflar üretiyor. Bu Osmanlılar’ın, genel olarak, tüm kavimlere aristokratik bir üst bakıştan bakması ile ilgili. Tam da bu nedenle, Türklere de, ‘etrak-ı bi idrak’ (idraksiz Türkler) denilebiliyor.
Özellikle de tarihin dönüm noktalarında, tarihsel önyargılar, ulusal/dini (sonuçta hepsi bir ölçüde ‘icat edilmiş’) ‘kimlik’ler, Oryantalizm, ‘içselleştirilmiş Oryantalizm’ ve benzeri tüm kavram ve kategorileri kurcalamakta fayda var. Bunlar üzerine ciddi ciddi düşünelim diyorum.
Tam da bu noktada, yine, yeniden anti-semitizm konusunu da tekrar tartışalım diyorum. Bu konuda, son olarak, gözüme takılan, AKP Genel Başkan Yardımcısı, Hüseyin Çelik’in Milliyet’de, Devrim Sevimay ile yaptığı röportaj oldu (14 Haziran 2010). Çelik’in, sağ/muhafazakâr düşünce ve siyaset dünyasının, her fesatın altında ‘Yahudi parmağı’ aramak şeklinde tezahür eden antisemitik geleneğini es geçip, Türkiye’de antisemitik yaklaşımların faturasını da tek parti dönemine çıkarma çabasının, ikna edicilikten uzak olduğu aşikâr.
Oysa, görünen o ki, tarihi bir ‘Yahudi kompolosu’ olarak okumak, her fesadın altında ‘Yahudi parmağı’ aramak şeklinde bir ‘antisemitik’ düşünce dünyasının içinden gelenler ilk fırsatta o bakışa savrulup, o dilden konuşmaya başlıyor. Diğer taraftan Ortantalist bir düşünce dünyasından yola çıkanlar da, ilk fırsatta oraya savrulup, o dile müracaat ediyor. Sonuçta, herkes bulunduğu ve daha doğrusu ‘kaldığı yerden’ diğerini yaftalamaya son verip, kendini kurcalamaya ikna olmadan, her hangi bir meseleyi doğru dürüst anlayıp tartışmamız mümkün olmayacak.
En önemlisi, tartışma dediğimiz şeyin, ‘beyin cimnastiği’ türünden bir lüks değil, demokratik siyasetin son ve yegane imkânı olduğunu unutuyoruz. Bu imkânı tüketirsek, bunun maliyetinin herkes için ne olacağını da!
Radikal