Orhan İnce’nin ilk uzun metraj filmi ‘Hêvî’ prömiyerini 31’inci Adana Altın Koza Film Festivali’nde yaptı. Yönetmen İnce’yle Hêvî’nin uzun yolculuğunu, yönetmenin Kürt sineması geleneğiyle ilişkisini ve yaratıcı dünyasını şekillendiren uğrakları konuştuk.
Deniz ÇAKMAK
Bingöl’ün Genç ilçesine bağlı bir mezrada çekilen filmde, Baba, sağır/dilsiz küçük Zeyno ve annenin ölümüyle evin bütün gündelik yüklerini omuzlayan genç bir adam olan Çeto’dan oluşan küçük bir ailenin hanesinden yoksulluğa, hayata yüklenen beklentilere, hayal kırıklıklarına ve umuda yakından bakıyoruz.
İlk filmini seyirciyle buluşturmak için çok bekleyen ve prömiyerden önce bu zorlu sebat etme sürecinin yorgunluğunu “Sekiz yıl bekledim, bir dakika daha beklemek istemiyorum” diyerek anlatan yönetmen İnce’yle Hêvî’nin uzun yolculuğunu, yönetmenin Kürt sineması geleneğiyle ilişkisini ve yaratıcı dünyasını şekillendiren uğrakları konuştuk.
‘İLHAMIMI DAYIMIN HİKAYESİNDEN ALDIM’
Filmi yapma fikriyle geçirdiğiniz bunca zamandan sonra en başa dönsek ve Kürt coğrafyasında onca hikaye varken neden dolandırıcılık meselesinin sizin için spesifik olarak anlatılmaya değer olduğunu sorsam? Bölgedeki gündelik hayata dair ne söylüyor bu mesele bize?
Hikayenin çıkış noktasından anlatmaya başlayayım; yaklaşık 20 yıl önce dayım inşaat işlerini bırakıp köye yerleşti ve hayvan alım-satım işine başladı. Bir süre sonra biriyle tanıştı. Adam her seferinde geliyor, inek 10 binse 12 bin veriyor, o parayı da peşin verip gidiyordu. Bu filmde de vardı; 9’uncu ayın 15’i bu işi yapan insanlar için önemli bir tarihtir. Çünkü o paranın vadesi o güne göre ayarlanıyor genelde. Ben senden malı alırım, üç ay geçer bir yıl geçer ama o tarih gelince o parayı verirler. O dönem de dayımı birisi bu adamla tanıştırıyor sonra o da geliyor Diyarbakır’ın Kulp ilçesine. Dolandırıcı adam da hayvan alıp satıyordu. Toplamda galiba altı defa alışverişleri oldu, adam her defasında inek, buzağı, bir sürü şey alıyor ve yedinci alışverişte diyor ki “Bana 8 kamyonet hayvan lazım ve istiyorum ki hepsini senden alayım, hem sen de para kazanmış olursun.” Tabii dayım için kısa sürede ticari hayatının bu kadar başarılı olması ve ondan sonra oradan toplu para gelmesi büyük bir umut. O da ekonomik durumumu düzelteceğim, şunu alacağım, şöyle yapacağım gibi bir motivasyonla kabul ediyor. Adam diyor ki yalnız paranı şimdi değil 10 gün sonra vereceğim.
İşte bu dolandırıcılık hikayelerinin çoğu bu güven üzerine kuruludur. O güven elde edildikten sonra kaçınılmaz son geliyor. Hayvanları gelip götürüyor sonra 10 gün geçiyor adam ortada yok tabii. O zamanın parasıyla büyük bir vurgun yapıyor. Adam da Diyarbakır’ın Lice ilçesinden biriydi. Dayım uzun süre aradı onu, bir dönem o işi yaptığım için ben de dayımla hayvan pazarına gidiyordum. Belki de bulsa öldürecekti, o kadar öfkeliydi ama bir şekilde bulamadı adamı ve 20 yıl sonra bu hikayeyi gülerek anlatıyor.
Yaşadığımız toplumda da özellikle son yıllarda hepimiz kötü zamanlar geçiriyoruz; deprem, ekonomik kriz, pandemi derken toplum değişti, dönüştü, farklı bir şekle büründü. Hepimizin yaşaması için de bir umut lazım.
Kapkaranlık bir ortamda olduğunuzu düşünün hangi yöne gideceğinizi bilemezsiniz ama ilerde küçük bir ışık varsa oraya doğru gidersiniz. O da her şeyini kaybetti, büyük bir yıkım yaşadı ama o yıkımdan sonra yeniden hayata sarılması, umut etmesi benim bu hikayeyi hayata geçirmem için önemli sebeplerden biriydi. Beni etkiledi yapacağım iş anlamında. Tabii dayımın hikayesine kurmaca bir şeyler ekledim. Senaryonun gidişatı, senaryo matematiği gereği bazı şeyleri ekliyor bazılarını atıyorsunuz ama ilhamımı oradan aldım.
Filmin prömiyerinden sonraki sohbette dayınızın bu konuda tek örnek olmadığını ve bölgede bu mesele üzerinden dolandırılan çok insan olduğunu söylediniz. Temel geçim kaynağının da hayvancılığa bağlı olduğu yerler buralar, o yüzden de bu kadar büyük bir yıkım yaratıyor…
Evet. Biz mesela bu filmi Bingöl’de çekemeseydik Kulp ilçesinde bir alternatif mekanımız vardı çekim için. Çünkü ben bölgeyi bayağı gezdim. Tek bir yer arıyordum dayımların evi gibi ama işte o çatı, o doku olmadığı için bana çok da uygun gelmedi. Anlattığım hikaye gereği o eve benzer bir şey bulmaya çalıştım. İkinci mekanı bakmaya gittik, iki gün sonra arkadaşım beni aradı, “Senin anlattığın hikaye burada bizim köylülerin başına gelmiş iki gün önce” dedi. Hatta demişler ki “Bunların bir bağlantıları var mı, bilerek mi gelmişler köye?” (Gülüyor)
Yani oluyor işte. Çok klasik bir hikaye. Ben sadece kendi bakış açımdan bu hikayeyi nasıl hayata geçiririm diye düşündüm ve bu mesele benim öznel bakış açımdan, benim yönetmenliğimde, yazdığım senaryoda nerede durur düşüncesiyle çekim yapmak istedim.
Şimdi güncel olarak da duyuyoruz saadet zinciriyle dolandırılan insanları. İnsanlar artık nasıl kısa yoldan para kazanabilirim diye düşünüyor. Ben Diyarbakır’da da yaşadığım için biliyorum. Şimdi oralarda durum daha vahim, işsizlik çok artmış. Artık adam günde 300 lira da kazanıyorsa onu ya bahislere ya kumara bir şeye yatırıyor. Sonuç itibarıyla kaybediyor ve o döngüden çıkamıyor.
‘KÜRTÇE FİLM ÇEKİYORSANIZ OYUNCU SEÇENEĞİNİZ AZ’
Filmin teknik ekibinin bir kısmı sizin zaten daha önce de birlikte kısa filmler yaptığınız kişilerden ve yakın dostlarınızdan oluşuyor. Fakat fikir fiile geçtiğinde bu ekip nasıl toplandı? Özellikle Baba, Zeyno ve Çeto’yu canlandıran oyuncuları bulma süreciniz nasıldı? Çünkü onlar (Zeyno ve Çeto) da çok genç ve henüz pek film tecrübeleri olmayan oyuncular bildiğimiz kadarıyla.
Bizim yaptığımız film Kürtçe olduğu için pek de seçeneğimiz olmuyordu. Şimdi Türkçe çekilse önünde büyük bir yelpaze var. Ama bu haliyle hem Kürtçe bilecek hem o karaktere uyacak filan çok zor. Mesela Kürtçe bilen yaşlı oyuncu bulmak çok zor. Ya şansın yaver gidecek biri denk gelecek ya da bulamıyorsun. Yaşlandırmaya çalışıyorsun bazı tekniklerle… (Gülüyor)
Bu filmde de seçenek azdı ama ben o konuda bayağı çalıştım. İstanbul’a da geldim. Diyarbakır’da da eşe dosta baktım, sordum. Mesela Çeto karakterini oynayan oyuncunun hiçbir tecrübesi yok. Onun bir tane kuzeni vardı, o da belgesel film işleriyle uğraşıyor. Ya benim bir tane amcamın oğlu var oyuncu olmak istiyor dedi. Biz de zaten herkese bakıyoruz o sıra. Olur dedim (Gülüyor). Sonra geldi baktım güzel bir çocuk. Bir fotoğraf atsın dedim attı, video attı. Sonra gideyim bir de canlı görmek lazım dedim. Gittim Muş’a yoldan bana doğru geliyor üzerinde de bir pantolon var. Üstü başı biraz kirlenmiş, Muş’a yakın bir köyde yaşıyor o da. Bir anda ‘Evet aradığım “Çeto’yu buldum” dedim. (Gülüyor)
Normalde ne işle uğraşıyordu?
O da otogarda, köyde babasının işlerini yapıyordu. Sonra bir buçuk sene boyunca ona bir şeyler gönderdim bunu oku şunu izle diye. Onun haberi yoktu ama ben onu seçmiştim. Filmin sete çıkmasına 15 gün kala “Evet sen bizim oyuncumuzsun artık” dedim ona. Diğer oyuncuların halihazırda tiyatro oyunculuğu ve öyle bir geçmişi vardı ama onun hiç yoktu.
‘AMED ŞEHİR TİYATROSU İLK BAKTIĞIMIZ YER OLDU’
Amed Şehir Tiyatrosu oyuncularıydı çoğu değil mi?
Evet. Babayı oyanayan karakter öyleydi. Kasım karakterini oynayan Nazmi de önceden Çok Güzel Hareketler’deydi. BKM oyuncusuydu. Şimdi o da Amed Şehir Tiyatrosu’nda bir şeyler yapıyor. Hatta şu an Emin Alper’in yeni filminin kadrosunda. Amed Şehir Tiyatrosu ilk baktığımız yer oldu zaten.
‘KISA FİMLERİMDE DE BAŞROL ÇOCUKLARDI’
Vaha gibi değil mi? Zaten halihazırda Kürtçenin aktif olarak kullanıldığı, Kürtçe oyunların yazıldığı az sayıda yerden biri sanırım.
Evet başka bir alternatif yok. Oyuncular orada hep. Aslında en çok küçük kızı yani Zeyno karakterini aradık. Önce o erkekti hatta senaryoda. Sonra ben Hatay’da bir tane kızla tanıştım bizim yapımcı arkadaşın vasıtasıyla. Sonra Hatay’a gittim iki defa. Aslında o da olabilirdi ama bu filmin çekilme süreci uzayınca o kız büyüdü (Gülüyor). Sonra yılan hikayesine döndü zaten. En son arayışlarımız devam ederken Roza’yla denk geldik. Yine bayağı aradık ettik ama Roza gerçekten çok akıllı. Bir de bebekliğinden beri reklamlarda, dizilerde filan oynamıştı zaten. Sağır dilsiz birini oynaması çok zordu ama başardı. Oyunculuk açısından şanslıydım.
Benim önceki kısa filmlerimde de başrol hep çocuklardı. O açıdan aslında biraz rahattım diyebilirim. Bizim işler biraz da sezgisel oluyor ya zaten, o yüzden bu sefer tuttu diyeyim (Gülüyor)
‘ÇIKIŞ NOKTAM BİR FİLMİN POLİTİK OLUP OLMAMASI DEĞİL’
Kürt sineması geleneği Kürt meselesi etrafında şekillenen temalara sahip çoğunlukla ya da bir şekilde buraya dair sözleri olan politik bir sinema oldu hep. Siz bu filmde geleneğin dışında bir şey yapıyorsunuz. Daha minör bir hikaye, gündelik hayata odaklanan bir kesit anlatıyorsunuz. Bunu özellikle mi tercih ettiniz? Kürt Sineması geleneğine yaratıcı anlamda yaklaşımınız nasıl? Sizin sinemanız bu anlamda ne yana düşüyor?
Şimdi aslında buradaki hikaye benim bir kısa filmime benziyor. ‘Buğdaylar Dökülürken’ Türkçesi. Orada da bir tane çocuk vardı. Sevdiği tavuk kesilmesin diye mücadele ediyordu. Onda da yine bir umut meselesi vardı. Aslında esin kaynağım biraz da ilk kısa filmim oldu sonra ‘Ali Ata Bak’ı çektim, o da daha politik bir sinema ama anlatmak istediğim mevzuya bakış açım şu: Ben direkt bir şeyleri göstere göstere anlatma işine girmeden biraz film duygusunu, sanat duygusunu bir kenara bırakmadan iş yapmayı seviyorum. Bütün işlerim öyle. Bundan sonra da öyle olacağını düşünüyorum.
Bu hikaye biraz da böyle bir hikaye olduğu için bu şekilde anlattım. Yarın başka bir hikaye hikaye anlatmam gerekirse ve bunu kalbimde hissedersem, yani o projeye inandıysam yaparım. Sonuçta biz film yapıyoruz; bir filmin politik olması ya da olmaması benim açımdan çıkış noktası değil. Ben hissettiğim şeye bakıyorum. Mesela ikinci uzun metraj filmimin projesi var, o da başka bir şey anlatıyor. Bir taraftan da tabii politik filmleri de yaptığımızda onlar da eğer sanatsal anlamda iyilerse geleceğe kalıyorlar.
‘ŞÖFÖRLÜK DE YAPTIM BULAŞIKÇILIK DA, HAYATIN İÇİNDEN GELDİĞİM İÇİN AYRINTILARI NASIL ANLATACAĞIMI BİLİYORUM’
Filmi izlerken birçok kişi bir kısa hikaye okuyor gibi hissettiğini söyledi. ‘Hevî’nin metinsel niteliği Türkiye’de toplumcu edebiyatın yarattığı öykü geleneğine yakın. Sizin yaratıcı yanınızın biraz da yerli edebiyata yaslandığını söyleyebilir miyiz peki?
Edebiyat olsun, izlediğimiz film, yaşadığımız hayat… Beni hepsi besliyor. Her hafta pazara gidiyorum vs. yani hayattan kopmamaya çalışıyorum. Hayatın kendi gerçekliğinin içinde kalmak istiyorum. Filmlerimde de tamam kurmaca şeyler var ama filmlerimdeki adamların oturuş şekli bile benim için önemli. Oranın yerel kodlarıyla ilgili çünkü. Biri buradan gidip Diyarbakır’da bir film çektiğinde, o film orayı anlatan bir şeyse senaryo zaten bellidir. Eğer bir yönetmene verilmişse bu hikaye bellidir, yazacağı şey bellidir. Ama sizin senaryonuzun dili de filmin görsel yapısı da, bu edebiyat geleneğinin anlatılarını akla getiriyor.
Çok sağ olun hepsinden beslendiğimiz için yaptığımız işe yansıyordur elbette. Ben hayatta bir sürü iş yaptım; bulaşıkçılık da yaptım, şoförlük de… Sinema bölümünü kazanmadan önce bir yıl boyunca minibüs şoförlüğü yaptım. Yani hayatın içinden geldiğim için o ayrıntıları da nasıl aktaracağımı biliyorum. Bir de işimizin de bir parçası zaten oradaki gözlem olayı. Onu kaybettiğinizde olmuyor maalesef.
Filmin yolculuğu nasıl olacak? Vizyon takvimi var mı yoksa festivallerden devam mı?
Hem yurt içi hem yurt dışı festivallere başvurduk. Bazılarından davet geldi. Daha önceki kısa filmlerim de bayağı ödül almıştı. Bu proje araya girince onların üzerinden da epey zaman geçti. O yüzden de merak ediyorlar. O açıdan da kendimi şanslı hissediyorum. Bir festival süreci olacak sonra da vizyona girecek.
Ne zaman girecek vizyona peki?
Muhtemelen 2025’te vizyonda gösterilecek.