George Soros, Türkiye siyasetinde uzunca dönemdir nefret objesiydi. Ulusalcılar başta olmak üzere siyasetin hemen her kesimi Soros’un ‘turuncu devrim’ ihraç eden, emperyalizmin ajanı olduğu konusunda hemfikirdi. Öyle ki, bir dönem komplo teorilerinin de mutlaka eşlik ettiği nefret dalgası ‘Sorospu çocukları’ diye küfür bile icat etmişti.
Soros’un Yahudi olması İslamcılar için zaten baştan düşman kategorisinde olmasına yetiyordu ama pragmatik İslamcı hareket, iktidarını sağlamlaştırana kadar Soros’la ve Soros’un Türkiye’de ilişkide olduğu kurumlarla yakın ilişki kurmaktan da geri durmamıştı.
Soros’un bu gözden düşüşü ile Türkiye’de salt söylemsel hedef olmaktan çıkıp fiili bir hedef haline gelmesi arasında da doğrudan bir ilişki vardı.
Şimdi etkileri büyük ölçüde silinmiş olsa da Gezi eylemlerinin barışçıl ve birleştirici yapısı, siyaseti çoğulculuk içinde tabana doğru genişletme ve böylece kimlik siyasetinden kurtararak gerçek doğasına kavuşturma potansiyeli, iktidar için en büyük tehditti. Bu yüzden daha ilk günlerden itibaren Gezi-Soros bağlantısı kurulması iktidar için işlevli bir karşı propagandaydı.
Her ne kadar Gezi’den sonra ülkede yaşananlar artık benzer bir buluşmayı imkânsız hale getiren yeni bir kutuplaşmaya doğru evrilse de iktidar açısından Gezi’nin hesabı kapanmamıştı. Bu salt siyasi kindarlıktan kaynaklanmıyordu elbette, aynı zamanda iktidarın geleceğine dair de bir ‘beka’ sorunu da ifade ediyordu.
Osman Kavala, gerek Soros’la bağlantıları gerek sivil toplum alanındaki etkin bir figür olması ve Gezi dönemindeki faaliyetleri nedeniyle iktidar için bulunmaz bir ‘hedefti.’ Kavala üzerinden yürütülecek bir operasyon Soros bağlantısı nedeniyle toplumun büyük kesimlerinden destek görecek ve böylece milyonların eyleminin ‘darbecilikle’ suçlanmasındaki gayri-meşruluk ‘hukuksal’ bir kılıfla örtülecekti.
Optariko iddianame
Bunun için yeni yöntem aramaya da gerek yoktu. Kavala’nın 1.5 yıllık tutukluluğunun ardından hazırlanan ‘Gezi eylemleri kalkışması’ iddianamesi, son 17 yıldır rutinleşen bir ‘hukuk’ uygulamasının tekrarından ibaretti. Bu tarza göre kişilerin eylemleri değil, hukuksal operasyonun amacına hizmet edecek pozisyonları yargılanır. Bu aşamadan sonra yargılamanın nesnesi olacak kişinin her tür eylemi, sözü, Ceza Kanunu’nda bir karşılığı olup olmadığına bakılmaksızın ‘suç’ haline gelir. Çünkü bu tarz bir hukuk pratiğinde ‘kanunsuz suç ve ceza olmaz’ ilkesinin uygulanma zorunluluğu yoktur. Bu yüzden Kavala’nın siyasetten, Gezi’den bahsettiği her telefon konuşması, Gezi’de şiddete başvuran gruplara ilişkin kaygılarını dile getirdikleri dahil, suç unsuru olarak iddianamede yar alır. Gezi eylemlerinin öncesinde kalkışmayı örgütlediği ileri sürülen Kavala ve sivil toplum alanında çalışan arkadaşlarına yöneltilecek tek bir delil yoktur ama ‘Gezi eylemleri kalkışması’nın arkasında olduğu ileri sürülen Otpor mensuplarının Türkiye’ye gelerek Antalya’da bir otelde konaklamaları, sanıklarla hiçbir bağlantılarının bulunmamış olmasına aldırış edilmeden delil olarak iddianameye girer. Hukuksal rasyonalite yerini sürreal yorumlara, zoraki bağlantılara bırakır. Delil yokluğunun verdiği sancı, ilgili-ilgisiz her şeyin bir torba misali iddianameye atılmasıyla gelen rahatlamaya bırakır yerini. Bu yüzden Kavala’nın telefonunda çıkan arıcılık haritası, Türkiye’nin bölünme planının ispatı olarak yazılır. İki ‘sanığın’ telefon görüşmesinde söyledikleri ‘off-the record’ (kayıt dışı) sözü anlaşılmadığı için yerine ‘optariko’yazılır, bu sözcüğün bir anlamı olup olmadığına bakma zahmetine katlanılmadan hem de…
Her yer suç mahalli, herkes suçlu
26 yıl önce yazılmış bir kitaptaki ‘şiddetsiz eylem’ yolları Gezi’deki eylem biçimleri ile kıyaslanmaya çalışılır ama bir direniş yöntemi olarak ‘partnerle sevişmemek’ maddesinin karşısı boş bırakılır. Kişilerin gündelik siyasi faaliyetleri, toplantıları izlenerek gizlice fotoğraflanmıştır ve bunlar, içerikleri bilinmese de iddianamedeki deliller kısmında yerini alır. Gizli, açık tanıkların tutarsız beyanları, yandaş basının haberleri, trollerin Twitter’daki linç argümanları iddianamenin esaslı unsurları arasındadır. Nedense hükümeti devirmeye teşebbüs eden sanıklar, bütün faaliyetlerini açıkta, herkesin gözü önündeki mekanlarda ve yasalara uygun kurulmuş, devletin denetimindeki derneklerde, vakıflarda yürütmüştür. Gezi Parkı’ndaki eylemcilere birkaç gaz maskesi almak, poğaça dağıtmak ‘eylemlerin finansörlüğünün’ en mühim delilidir. Taksim Dayanışması’nın yerel seçimlerde Beyoğlu’nda ortak aday çıkarma arayışı da bu yüzden ‘kalkışmanın’ delili haline gelir. Aynı nedenle, memleketin önde gelen gazetecilerinin yeni bir televizyon kanalı kurmak için yaptıkları görüşmeler ve finansman arayışları ‘ağır bir suç’ babından iddianamede hatırı sayılır bir yer kaplar.
Kullandığı argümanlar, muhakeme tarzı ve suç yaratma üslubuyla Ergenekon iddianamesinin bir kopyası ile karşı karşıyayız. Zaten iddianamenin sonunda ‘delillerin yeniden kıymetlendirilmesi’ metoduyla soruşturmayı başlatan Fethullahçı savcıların izinden gitmekte sakınca görülmediği de ilan edilmiş olduğuna göre ‘telif’ sorunu da yoktur.
Üstelik rivayete göre yaklaşık 200 kişiyi kapsayan yeni bir soruşturma dosyası da hazırda bekletilmektedir. İddianame de bu tefrik dosyasından açıkça söz ederek Gezi’de öne çıkan isimlere yönelik yeni bir dalganın ipuçlarını vermektedir ki, bu da her ay onlarca kişinin tutuklandığı ve bir korku filmi gibi ‘dalga dalga’ yürütülen Ergenekon soruşturmasındaki tarzla uyuşmaktadır.
Bütün meselenin Soros heyulası üzerinden temel anayasal hakların kullanılmasını, sivil toplumu, siyaseti yeni Türkiye’nin normları üzerinden baskı altına almak olduğunu söylemek bile abes kaçacak kadar aleni…
Yani, mesele sadece Soros değil arkadaş, sen hala anlamadın mı?