Sorel DAĞISTANLI – Gazeteci
32 yıldır gazetecilik yapıyorum. Radyo, televizyon, gazete, internet sitesi… Yıllarca sahada görev aldım. Savaş bölgesi, depremler, yangınlar, patlamalar… 100 metre yanımda bomba patladığına da tanık oldum, üzerimize açılan ateşte nasıl saklanmaya çalıştığımız anları da yaşadım. Eklenecek çok şey var ama inanın hiçbiri 6 Şubat depremlerinde gördüklerimle benzer değildi. Dediğim gibi daha önce de deprem bölgelerine gittim. Marmara depremi ya da Van depremi gibi… Hepsinde gördüğümü anlatacak kelimeleri, acıyı yansıtacak cümleleri buldum. 6 Şubat başkaydı. Ne benim anlatmaya yetecek kelimem kaldı ne de kameranın acının boyutunu gösterebilecek açısı. Bir gazeteci olarak yeterince yansıtamamanın çaresizliğini yaşadım. Ama 11 ildeki insanlar özellikle de en ağır hasarı alan Hataylıların çaresizliği yanında hiçbir şeydi benim yaşadığım.
“ÖLÜME BEŞ KALA BU ŞARKIYI YAZDIM SANA, SAKIN DİNLERSEN AĞLAMA RUHUM ARTIK YANINDA…”
Hatay merkezde bir sokak sanatçısı, 6 Şubat’tan tam bir gün önce bu şarkıyı söylüyordu. Video, Hatay lezzetlerini, Hatay’ı tanıtmak için çekilmiş. Depremde tamamen yok olan Antakya merkezde. Videonun linki de burada. (Depremden 1 Gün Önce “Ölüme 5 Kala” Şarkısını Söyledi /Hatay’ın Depremden Önceki Son Hali) Umarım o insanlar hayattadır ama sanki bir gün sonra ne olacağını tam da merkezde haykırmamış mı o genç sanatçı? Gerçekten de “ölüme beş kala”ydı o insanlar için. Bilebilirler miydi, hayır ama hayatta kalabilirlerdi. Zira bu şarkının bilimsel karşılığı bilim insanlarındaydı. “Eli kulağında” dedi hep yer bilimci Prof. Dr. Naci Görür. “Geliyor önlem alın” dedikçe o, iktidar üst üste imar affı çıkardı. Sonunda bir gece yarısı geldi deprem. Geriye on binlerce yitirilen insan bir o kadar yaralı ve sadece hayatta kalan ama her şeyini yitiren çok daha fazla insan kaldı. Bir de Prof. Dr. Naci Görür’ün gözyaşları. Onun çaresizliği de bu oldu. Uyarmasına rağmen kimse dinlemedi.
Tüm bunlar deprem öncesini yansıtıyor aslında ama bu üçlü bir felaketti. Öncesi, deprem anı ve sonrası. İlk deprem 65 saniye sürdü, ikincisi 45 saniye. Yaşayanlar için bir ömürdü. Bitmeyen bir kıyamet. Enkazdan çıkanlar soğuk ve yağışlı havada binlerce insanın yardım çığlıklarını duyuyordu ama çaresizdiler. Beton blokları elleri ile kaldırmak mümkün değildi. Üstelik birçok binada yangın da çıkmıştı. Kadınlar, çocuklar, hastalar… Binlerce çığlık yağmurun sesini bastırıyordu. Enkazdan çıkanlar için başka bir kıyamet olabilir miydi? Deprem sonrası Hatay’a gittiğimde tamamen yıkılmış koskoca bir sitenin önünden geçerken kısmen hasar almış tek göz odalı bir gece kondu ve önünde kucağında bebek olan bir adam gördüm. Yanlarına gittim hemen. Eşi ve diğer çocuğu da yanındaydı. Yüzlerce insanın yaşadığı site yerle bir olmuştu, tek bir bina bile ayakta değildi. “Siz ne yaptınız o anda” diye sordum. Kucağında bebek olan o babanın gözleri bir anda doldu. O gözyaşları sadece acıyı tarif etmiyordu. Cümlelerinden çaresizliğin de o yaşlarla yanaklarından aktığını anlayabiliyordunuz.
“Sarsıntı ile hemen çocukları alıp dışarı çıktık. Zaten tek oda ev. Hava soğuk ve yağışlıydı her yerden çığlıklar geliyordu. Binalar büyük gürültü ile bir bir çöktü ama çığlıklar hiç susmadı. Çocukların ve kadınların yardım çığlıkları. Unutamıyorum…”
Bir başka depremzede Hatay eski meclis binası önünde yaptığım yayın sonrası konuşarak yanıma geldi. Konuşarak diyorum zira yaklaşırken anlatmaya başlamıştı bile. Gözleri donuktu, hiç mimik yoktu. Oysa anlattıklarını dinlerken bile insanın kanı donuyordu. Bir insan kendi kanını kayganlaştırıcı olarak kullanıp enkazdan nasıl çıkabilir?
“Sarsıntı başladığında yatak odasındaydım. Gittikçe hızlandı, binadan sesler geliyordu. En sağlam yerdir diye düşünerek kolona sarıldım ama o kolon kırıldı ve beni fırlattı. Tamamen enkazın altında kaldım. Ellerimle uzun süre molozları eşeledim. Ta ki dışarıyı görene kadar. O deliği büyüttüm. Vücudum kan içindeydi o kan sayesinde çıkabildim. Betonların arasından sıyrılmaya çalışırken onu kayganlaştırıcı gibi kullandım. Dışarı çıktığımda karanlıktı, yağmur yağıyordu ve her yerden çığlık geliyordu. Sadece yürüdüm, yarı çıplak halde ve saatlerce. Biri bana bu parkayı verdi…”
Bunları anlattıktan sonra cevap bile dinlemeden yürümeye devam etti.
İşte bu da felaketin ikinci boyutuydu. Deprem anı. Peki ya sonrası?
O çığlıklar 11 ilde saatlerce duyuldu. Özellikle Hatay’da günlerce… Zira deprem olduğunda kimse Hatay’ın bu kadar ağır hasar aldığını bilmiyordu. Sosyal medya olmasaydı üçüncü günde de belki bu derece olduğu bilinmeyecekti. Devleti yönetenler sustu, durdu. Evet, durdu. Keşke sadece dursaydı yardım için hareket edenleri de durdurdu. Asker kışladan çıkarılmadı, kepçeler şehir girişlerinde bekletildi, yardıma giden tırlar deprem bölgelerine alınmadı. Ama belki de hiç unutulmayacak olan şey, enkaz altında yardım için ailelerine mesaj atan, arayan ve yerini söyleyenlerin susturulmasıydı. İktidar bant daraltmasına gitti. İnterneti kesti. Yardım da etmedi edeni de engelledi, yardım isteyeni de susturdu. Şimdi soruyorum size bu bir doğal afet miydi?
Anlamak için yaşamayı beklemeyin. Zira bu topraklarda yaşanan her felaket, her kaza siyasidir. Siyasetin bir sonucudur. Ne “fıtrat” ne de “kaderdir” Mağdur kim olursa olsun önce empati kurmamız gerekir. Bunun için de ilk yapmamız gereken şu soruyu sormak; “ Ya onun yerinde ben olsaydım?”
Belki de 6 Şubat’ı anlatan en çarpıcı sözler yine bir depremzedenin bana anlattıkları oldu. Yazıyı onun sözleri ile bitiriyorum. Adını hatırlayamadığım için ismine “Ahmet” dedim. Zira hepimiz onlar olabilirdik ve olabiliriz.
“Düşün ağabey, en yakın arkadaşın, aynı apartmanda yaşayıp, ailecek görüşüyorsun. Deprem oluyor, dışarı koşuyorsun. Arkadaşın da dışarıda, içeriden eşlerimiz ve çocuklarımızın çığlıkları geliyor. Doğal gazdan yangın da çıkmış ve tek bir kepçe var. Ne yaparsın?
Ne yaparsınız?
Tek bir kepçe…
Onlar o kepçe için kürekle birbirlerine girdi. Kulağından yaralandı Ahmet. Ama sonucu değiştiremediler.