Almanya’nın batısında yer alan Aachen şehrindeyim ve hazır bu ülkedeyken size bir sorunun yanıtını etraflıca anlatmak istedim.
Beyaz veya mavi yaka, nitelikli veya niteliksiz, öğrenci ya da akademisyen, siyasi sığınmacı yahut göçmen..
Neden herkes Almanya’ya gelmek istiyor?
Almanları mı çok seviyorlar? Alman kültürünü, değerlerini mi çok beğeniyorlar? Alman adaletine mi ihtiyaç duyuyorlar? Almanca Avrupa’da öğrenilmesi en kolay dil o yüzden mi? Alman otobanlarında Alman arabası mı sürmek en büyük hayalleri?
Belki bu sebeplerle gelmek isteyenler de vardır ama gerçekçi olursak ana neden Alman ekonomisi ve istikrarı. Var olan zenginliğin sosyal refah devleti sistemi çerçevesindeki bölüşümü ile ortaya çıkan imkanlardan yararlanmak.
Bununla birlikte liyakatin ve çok çalışmanın hakkaniyetli bir karşılığının olduğunu bilmek. Sosyal politikalar kadar serbest piyasanın tanıdığı fırsatlara güvenmek.
Yani kapitalist ve sosyalist yaklaşımların birbirini destekler ve tamamlar şekilde çalıştığı hibrid bir sistemden bahsediyoruz.
Bu hibrid sistem; güçlü özgürlükler, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı ve şeffaflık ilkelerini taşıyan siyasi felsefe olarak da liberal demokrasi ile birleşince ortaya yeni bir hayata başlamak isteyenler için tadından yenmez bir ülke çıkıyor.
İşte Almanya bu haliyle gelişmemiş ve gelişmekte olan dünyayı kendine çeken adeta bir bal kovanı.
Şimdi Almanların ari ırk, üstün insan falan olmadığı kesin. Ancak bazı şeyleri diğerlerinden daha iyi becerdikleri de ortada.
Baksanıza son 150 yıldır başlarına ne iş gelirse gelsin toparlandılar ve her seferinde bir daha ve bir daha dünyanın en büyük güçlerinden biri haline geldiler ve eninde sonunda öyle veya böyle bu kıtayı yönetmek adeta Almanların kaderi oldu. Bugün Avrupa Birliği aracılığı ile yaptıkları da zaten bu.
Ben de birazdan anlatacaklarımla bu başarının ve pozisyonun neden tesadüfi olmadığını izah edeceğim.
Önce bugünkü hibrid sistemi anlamak için yakın tarihte yaşanan bir fenomenden ‘Wirthschaftswunder’ yani ‘Alman ekonomik mucizesi’nden başlayacağım. Sonra filmi biraz daha geri saracağız.
Bu arada bu ‘mucize’ tabiri Almanların kendi kendilerini övmek için söyledikleri bir şey değil. Bu tabir ilk kez 1950’de The Times dergisinde kullanıldı.
1948’den itibaren yaşanan ve attığı temeller ile hala da Almanya’yı kıtanın lideri pozisyonunda tutan bu mucizenin iki babası var.
Bunlardan ilki ve en önemlisi bugünkü ekonomik sistemi düşünsel zeminde kurgulayan ve isimlendiren Alman ekonomist Walter Eucken. Eucken tasarladığı bu modele ‘Sosyal Piyasa Ekonomisi’ adını verdi.
Bu sistem serbest piyasa kapitalizminin gelişimini desteklerken devlete de sosyal politikalar oluşturma noktasında geniş bir alan bırakıyor.
Eucken, Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış bir babanın oğlu. Bonn Üniversitesi’nde ekonomi okuyup oradan Hitler karşıtı görüşlerin hala dillendirilebildiği birkaç yerden biri olan Freiburg üniversitesine geçiyor ve burada uluslararası düzeyde nam salıyor.
Ekonomi teorisini burada geliştirdiği için bu sistem aynı zamanda ‘Freiburg Ordoliberalizm Ekolü’ olarak anılıyor.
Eucken’in hedefliği şey; serbest piyasanın mümkün olan en çok sayıda kişiye mümkün olan en fazla faydayı getirmesi.
Eucken, serbest piyasaya karşı değil aksine güçlü bir taraftarı ancak
şanslı doğanların birkaç nesil içerisinde hanedansı zenginliğe ulaştığını, eşit rekabet koşulları sunulsa dahi bu şans faktörü nedeniyle serbest piyasa içerisinde kapanması çok zor farklara neden olduğunu ve bir noktadan sonra sermaye birikiminin kaçınılmaz şekilde giderek daha az sayıda insanın elinde toplanması ile sonuçlandığına kanaat getirdi.
Dedi ki; kartellerin ve monopollerin oluşmaması için güçlü regülasyonlar yani düzenlemeler olması şart. Buna ek olarak hayat mücadelesinde zorluk çekenleri ve düşenleri tutacak emniyet ağları olması şart.
Dünyaya gelen yeni nesillere -ailelerinin varlığı ne olursa olsun- mümkün olduğu kadar eşit oranda kendini yetiştirme ve sağlıklı olabilme imkanı verilmesi gerekli.
İki farklı ideolojik yaklaşımın birlikte gidebilmesi ve sistemin bir tarafa doğru fazla ağırlık kazanıp raydan çıkmaması için muhakkak çok güçlü ve özerkliği tartışmasız bir merkez bankası olması gerektiğini söyledi. Parasal politikalar tamamen hükümetin etkisinden azade olmalıydı.
Bu bahsettiklerim size bugün son derece normal şeyler gibi geliyor olabilir ancak Eucken’ın zamanında bunlar, son derece radikal fikirlerdi.
Bu açıdan Eucken’ın bazı öğrencileri onu adeta bir filozof gibi görmeye ve öyle takip etmeye başladılar.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ve batılı müttefikleri Batı Almanya’nın ekonomik kalkınması konusunda bir yol tercih etmek durumundaydılar.
Bu noktada Batı Almanya’nın mali politikaları üzerinde çok sert tartışmalar çıktı. Sosyal Demokrat Parti ve sendikalar hükümetin kontrolünde olan bir sistem istediler.
Ancak o dönem ülkenin de facto yöneticisi olan Amerikalıların gözü ekonomi yönetimi için bir başka kişinin üzerindeydi.
Ülkenin kaderini değiştirecek olan bu kişi aynı zamanda Eucken’ın üniversitedeki takipçilerinden biriydi. ABD’nin desteğiyle dönemin Şansolyesi Konrad Anenauer’in Ekonomi Bakanlığına kadar yükselen Ludwig Erhard.
Ekonomik mucizenin ikinci babası da o. Yani fikri uygulayan siyasetçi.
Peki bu kalkınma neden sadece herhangi bir ‘başarı’ hikayesi değil de bir ‘mucize’ olarak adlandırıldı?
Nedeni şu: Bir ülke düşünün…
50 yıl içinde arka arkaya iki dünya savaşı kaybetmiş. Halı bombardumanlarıyla alt yapısı ve üst yapısı dümdüz edilmiş. Fabrikaları sökülmüş. Şehirlerinde ayakta duran bina kalmamış.
Önemli sanayilerin merkezi olan Dresden şehri tamamen yok edilmiş.750 bin kişi olan Köln’ün nüfusu artık sadece 32 bin kişi. Ülkedeki hane sayısı yüzde 20 azalmış.
18-35 yaş arası erkek nüfusun çoğu ya ölmüş ya da sakat. Geriye kalanların da ruhsal sağlığı bozuk.
Yiyecek üretimi savaş öncesine göre yarı kapasitede. Ülkenin o dönemki para birimi olan ‘Reichsmark’ tamamen değersiz bir kağıt parçası.
Alman topraklarında 4 farklı devletin askerleri var ve yakında ülkeyi doğu-batı diye ikiye bölecekler. Üstelik toplum ahlaki olarak da kaybetmiş. Tarihin önünde suçlu.
Kendisine olan inancı tamamen sarsılmış. Toplumsal ve bireysel psikolojisi mahvolmuş. Ağır tazminatlara mahkum edilmiş.
İşte böyle bir durumdan tüm kıtanın tekrar lideri konumuna ve dünyanın en büyük 3.ekonomisi seviyesine sadece 30 yılda gelindi.
Bu hızlı kalkınmanın temelinde birden fazla etken var ve hepsi de Almanların attığı adımlarla ilgili değil tabi:
Marshall yardımı var, uzun süre askeri harcamalar yapmak zorunda kalmamak, ordu beslememek var. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun getirdiği ticaret avantajları var…vs.
Ancak bu bahsettiklerim pek çok Avrupa ülkesi için de aynı şekilde geçerliydi. Dolayısıyla burada dikkat çeken esas mesele Almanların böyle mucizevi kalkınmaları bu tür etkenler olmadan da birden fazla kez becerebilmiş olmaları.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi Birinci Dünya Savaşı öncesinde de sonrasında da Almanlar hep çok kısa süreler içerisinde Avrupa’nın ve dünyanın en büyük ekonomisi, sanayisi ile siyasi ve askeri güçlerinden biri olmayı başardılar.
Bu anlamda tesadüf olmayan, tersine devamlı kendini tekrarlayan bir motif görüyoruz.
İşin özünde yatan sır; Almanların zafer veya yenilgi fark etmeksizin kendilerini ve toplumlarını yeni durumlara çok hızlı adapte edebilmesi.
Alman toplumunun sadece 20.yy’da geçirdiği evrimlere bakarak bile bu adaptasyon ve çok farklı şekillerde yeniden organize olma kabiliyetini ve hızını görebilirsiniz.
Yüz yıldan az bir sürede Almanlar kendilerini 6 birbirinden değişik sistemde yeniden organize etti:
Önce Hohenzollern Hanedanı içerisinde Prusya Krallığı ve Alman İmparatorluğu, sonra Birinci Dünya Savaşı ile sona eren bu imparatorluk Weimar Cumhuriyetine dönüştü.
Ardından Hitler’in iktidara gelmesi ve Üçüncü Reich dönemi ile tamamen farklı bir devlet organizasyonu haline gelindi.
Soğuk savaş döneminde ülke ikiye ayrıldı ve ‘Alman Demokratik Cumhuriyeti’ yani Doğu Almanya ve Federal Almanya olarak aynı halk iki farklı sistemde yeniden organize oldu.
Son olarak da Demokratik Birleşik Almanya yani resmi adıyla ‘Federal Almanya Cumhuriyeti’ oldu.
Peki, bu tür adaptasyonları mümkün kılan şey neydi o halde?
Daima kaliteli eğitim almış genç nesillere sahip olmaktı. Devamlı surette nitelikli ve eğitimli yetişmiş insanlara sahip olmanın sırrı da; devir ne olursa olsun eğitimin her zaman bir numaralı öncelik olarak görülmesi ve kaliteli eğitime herkesin erişebilmesinin sağlanmasıydı.
Bunun daima böyle olmuş olduğunu nerden biliyoruz peki? Elimizde nasıl veriler var?
Daha Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’nın ulusal gücü İtalya ve Japonya gibi kendisi ile aynı yıllarda ulus devlet olarak yeniden organize olmuş ülkeleri 3’e katlamış, Fransa ve Rusya’yı da çoktan geride bırakmıştı.
1913 yılında Almanya’nın nüfusu 66 milyondu ve o dönem bölgede daha kalabalık olan tek ülke Rusya’ydı. Ancak Almanların eğitimi, toplumsal ihtiyaçların devletçe karşılanması ve kişi başına gelir düzeyleri Ruslarınkine oranla çok daha yüksek olduğundan Alman nüfusu hem nicelik hem de nitelik olarak güçlüydü.
Bir örnek vereyim: Mesela o dönem İtalya’da askere alınan her bin kişiden 330’unun okuma yazması yoktu. Macaristan’da bu oran binde 220. Fransa’da binde 68’di. Almanya’da ne kadardı biliyor musunuz?
Binde 1. Birinci Dünya Savaşı öncesinden bahsediyorum. Binde 1.
Böyle bir toplumdan yararlanan sadece Prusya ordusu değil o zaman tabi. Beceri sahibi işçiler arayan fabrikalar, iyi yetişmiş mühendislere ihtiyaç duyan girişimciler, kimyager isteyen laboratuarlar.
Alman okul sistemi olan poli-teknik enstitüleri ve üniversiteleri son derece uzun ve köklü geçmişlere sahip kurumlar. Dünyada oldukça bol bulunan bir cevheri, yani insan beynini işleyip arka arkaya paha biçilmez mücevherler ortaya çıkarttılar.
İyi işlendiği takdirde katma değeri insan beyninden daha fazla olabilecek herhangi bir madde var mı gezegenimizde? Yok.
İşte Almanlar bu basit gerçeği dünyadaki her milletten daha çabuk çözdüler.
Eğitimli Alman çiftçiler bu bilgilerle yeni kimyasal gübreler geliştirdiler. Daha modern tarımla hektar başına, öbür büyük güçlerin hepsinden daha yüksek ürün miktarı aldılar.
Ürünler çeşitlendi, fiyatlar düştü ve daha büyük bir nüfusu beslemek mümkün oldu. Daha fazla nüfus daha fazla iş gücü daha hızlı sanayileşme getirdi.
Örneğin Almanlar 1890’da 89 milyon ton kömür üretiyorlardı. 1914’e gelindiğinde bu rakam 277 milyon tona çıkmıştı.
Aynı yıl asırlardır ulus devlet olan Fransa ne kadar üretiyordu biliyor musunuz? 40 milyon ton. Rusya? 36 milyon ton. Kömürleri olmadığı için değil gerekli inovasyonları yapamamış oldukları için.
Bu alanda sadece İngiltere birkaç milyon ton farkla Almanya’nın önündeydi o da sanayi devriminde öncü olmalarından kaynaklıydı. Ancak İngilizler daha fazla katma değer gerektiren ve daha zor olan çelik üretiminde Almanların gerisindeydi.
Almanya herkese öyle bir fark atmıştı ki, 1914’te 18 milyon tonluk çelik üretimi ile İngiltere, Fransa ve Rusya’nın toplam üretiminden fazlasını Almanya tek başına yapıyordu.
Kömür ve çelik bunlar sanayi devriminin her şeyden kıymetli hale getirdiği iki hayati maddeydi ve ulusların güçleri bunların üretimi ve kontrolü ile ölçülüyordu.
Hep bir sonrakini var eden ve güçlendiren bu sıralamaya dikkat edin:
Eğitim, tarım, beslenme, nüfus, iş gücü, sanayi, teknoloji ve son olarak askeri güç.
Tarihte orduların kurduğu ülkelerle ülkelerin kurduğu ordular arasındaki fark işte bu.
Ordu –milletler genellikle işe sondan başlayıp ilk başta oturtmaları gereken şeyi yani eğitimi en sona bırakıyorlar ve köklü bir gelenek oluşturmak yerine sonrasında devamlı kurcalıyorlar.
Bu tarz uluslarda ordu siyasette de söz sahibi olabildiği için eğitimin şekline ve içeriğine de karışabiliyor ve o eğitim de tabi çok özgür ve sorgulayıcı bir eğitim olamıyor.
Orduda kontrolü ele geçiren taraf neticede eğitimi de kendi dar ideolojik aktarımını yapacak şekilde yeniden dizayn ediyor.
Sürekli savaş kaybeden Almanya silahlı gücü yani ordusu çok kuvvetli, disiplinli olduğu için küllerinden doğmuyor. Bir ulusun gücü asla tek başına silahlı kuvvetlerinden gelmez.
Ekonomik ve teknolojik kaynaklarından, dış politikasını yürütürken gösterdiği ustalıktan, uzak görüşlülükten, kararlılıktan, toplumsal ve politik teşkilatlanmasından da gelir.
Ama en çok da o ulusun kendisinden yani halktan gelir. Onların becerilerinden, enerjilerinden, hırslarından, disiplinlerinden, insiyatiflerinden, inançlarından, mitlerinden ve hayallerinden. Tüm bu etkenlerin birbiriyle olan bağlantılarından gelir ülkenin gücü.
Aynı zamanda sorgulamaya ve eleştirmeye müsaade eden kültürel yapısından da gelir. Kiliseyi de sorgulayıp meydan okuyan ve modern kapitalizmin temellerini atan protestan ahlakını ortaya çıkaran Martin Luther’in bir Alman olması tesadüf değil.
Matbaanın Guthenberg tarafından icat edilmesi de bugün en iyi motorların Almanlar tarafından yapılıyor olması da bunların hiçbiri tesadüf değil.
Buzdolabı, televizyon, ilk tam otomatik dijital bilgisayar, ilk uzay roketi, modern telekominikasyon, radyokimya, nükleer füzyon, mikrobiyoloji, görecelik teorisi, kuantum….
Dünyayı değiştiren icatların, mucitlerin, düşünürlerin, sanatçıların ve eserlerin listesi o kadar uzun ki, hangi millet olsa ‘Biz yoksa sakın üstün falan olmayalım?’ diye kafayı bozar.. o derece listenin sonu gelmiyor.
Bir başka çok önemli unsur da kadın-erkek ilişkilerinin şekli ve kadının toplumdaki yeri.
Bu bir ulusun gücünü en belirleyici etkenlerden biri çünkü kadının katılımı demek çalışacak, üretecek, yeni fikirler bulacak olan nüfusun iki katına çıkması demek.
Almanya İkinci Dünya Savaşı sonrası yerle bir olduğunda tüm ülkedeki molozları kadınlar kaldırdı. Bu kadınlara ‘Trümmerfrauen’ yani ‘Molozların kadınları’, ‘yıkıntıların kadınları’ dendi.
Bu kadınlar sadece yıkıntıları molozları kaldırıp caddeleri süpürmediler. Aynı zamanda yeni binaları ve alt yapıları da inşa ettiler. Evet, bugünkü Almanya’yı kadınlar inşa etti.
Bunu yaptıktan sonra da kimse onlara ‘tamam sağ olun elleriniz dert görmesin şimdi siz kenara çekilin’ diyemedi. Toplumun ve hayatın her alanında bulundular, asla erkeklerin onları iteleyip kakmasına müsaade etmediler.
Yani Alman ekonomisi, Alman mantalitesi, Alman mühendisliği, Alman disiplini, Alman markaları gibi şeyler dediğimizde aslında bir ülkenin sistemini değil, bir milletin ilişki dinamiklerini ve birlikte çalışma kabiliyetini kast ediyoruz.
Bunun yanı sıra ulusal güç denen şey de, tek başına salt kapsamı ile değil, devletin ülke dışındaki yükümlülükleri de hesaba katılarak ve öbür devletlerin güçleriyle kıyaslanarak ele alındığı zaman gerçek şekilde ne olduğu anlaşılıyor.
Bugün Almanya sadece Almanya’ya bakmıyor. Alman şirketleri sadece kendi ülkesinin lokomotifi değil.
Ülkeye gelen göçmenlerin de kattığı enerji ile tüm kıtayı yükleniyorlar ve taşıyorlar.
Birinci Dünya Savaşı öncesini gördük şimdi savaş sonrasına gidelim. 1920lerde Almanya hiper enflasyon yaşadı. Neden?
Para devletlerin matbaada bastığı senettir. Savaşa giren ülkeler ya borç alırlar ya da para basarlar. Dünya savaşlarına herkes dahil olduğu için kimse kimseye para verecek durumda olmaz. Dolayısıyla dünya savaşları aslında darphanelerin savaşıdır.
Almanya Birinci Dünya Savaşı’nın başında halkın Marklarıyla gidip rezervdeki altın ve gümüş karşılığını alma hakkını kaldırdı. Yani elinizdeki seneti tahsil etmek yasaklandı.
Alman darphanesi fazla mesai ile çalışınca savaş yıllarında Almanya’daki Mark miktarı dört katına çıktı. Ama savaş sırasında bir enflasyon yaşanmadı çünkü belirsizlik ve stres altındaki halk parayı harcamak yerine yastık altında tuttu. Sirkülasyonda her zaman ki ortalama miktar oldu.
Ama savaş bitip de Marklar bir anda ortaya çıkınca fiyatlar da ona göre arttı. Örneğin 1918’te bir ons altın 100 Mark değerindeydi. 1919’da ise 1 ons altın alabilmek için 2000 Mark gerekiyordu.
1920-21 arası bahsettiğimiz ‘Alman adaptasyonu’ işe koyuldu ve durum bu olmasına rağmen hızlı toparlanma başladı. Enflasyon düşüyordu ki, Almanya’dan savaş tazminatları istendi. Bu tazminatları ödemek için Alman darphanesi durmadan para basmaya devam etti.
Temmuz 1922’den itibaren her dört günde bir her şeyin fiyatı ikiye katlandı ve bir ekmek bile milyarlarca Mark oldu. İnsanlar en basit şeyleri alabilmek için bile parayı el arabalarıyla taşıyordu artık. Evde ısınabilmek için Mark yakmaya başladılar çünkü aynı ağırlıktaki odun veya kömürden daha değersizdi.Restoranda ısmarladığınız yemek masaya gelene kadar fiyatı artıyordu.
Tüm işçilerin maaşları günlük yevmiyeye döndü ve her gün pazarlık edilmek zorundaydı. Çalışanlara yevmiyeleri günde ikişer defada ödeniyordu ki parasını alan değer kaybetmeden hemen gidip harcayabilsin.
Paraları saymak da mümkünsüz hale gelince ağırlığına bakılmaya başlandı. Paradan düzenli olarak sıfır atılıyordu. Bir ara 12 sıfır birden atıldı. Almanya günde 500 katrilyon Mark basıyordu. Her gün.
Bu sıkıntılar 1933’e kadar sürdü Ve sonunda neye mi sebep oldu?
Adolph Hitler’e.
1929’da ABD’de başlayıp 30lu yıllar boyunca dünya ekonomisini krize sokan ‘Büyük Buhran’ın Almanya’yı da vurmasıyla o dönem insanlar tek çıkış yolunun sosyalizm olduğunu düşünmeye başladı.
Hitler’in tek yaptığı bunu milliyetçilik ile birleştirip gururu ayaklar altına alınmış bir topluma sunmak oldu. İşte ‘nasyonel sosyalizm’ böyle doğdu. Bütün Almanlar ırkçı psikopatlar olduğu için değil.
Peki neden Yahudiler özellikle hedef alındı ve bu hedef o dönem toplumda kabul gördü?
Bugün olduğu gibi o dönemde de elmas, altın ve gümüş gibi değerli metallerin ticaretinin ekseriyeti Yahudilerdeydi.
Hitler Almanya’nın milli servetinin yüzde 80’inin kontrolünün Yahudilerde olduğu propagandasını yaptı ve ‘Altın standardı’nın da dünyaya Yahudilerce dayatıldığını ileri sürerek bunu Almanya’da kaldırdı.
Bu şekilde Almanya İkinci Dünya Savaşı’nı altına gerek duymadan yaptı. Çünkü gerek duyulan kısım Yahudilerden gasp edildi. Yani ‘Ari ırk’ kılıfı altında aslında yapılan şey bir varlık transferiydi.
Hitler’in gelişi ile Almanya bir iki yılda değişti. Neden?
Çünkü Almanya toprak, nüfus ve ham madde kayıplarına rağmen iki şeyi korumuştu: sanayi potansiyeli ve eğitimli insanlar, mühendisler…
ve Hitler de bu kartları oynadı.
Nasyonel sosyalizm ile ulusal kaynakların yönetimi açısından fikri olarak ona rakip olabilecek kimse de yoktu.
Totaliter rejimler bir konuda çok iyidir o da var olan kaynakları belli bir istikamette mobilize etmek.
1938’e gelindiğinde Almanya devlet harcamalarının yüzde 52’sini silahlanmaya ve bunu sağlayacak saniyelere akıttı. Bu şekilde 20.yüzyıla damgasını vuran Alman markaları iyice büyüdü serpildi. Siemens, AEG, Bayer gibi bugün hala var olan firmalar o günlerde yüz binleri istihdam etti.
Elektrik, optik, kimya, boya ve motor sanayilerinde zaten dünya lideri olan Almanlar farkı iyice açtı. Bütün bunlar yine hep o eğitimli nüfus sayesinde oldu.
Tüm bunlar olurken Almanya’nın öyle büyük yer altı kaynakları falan da yoktu. Sadece kömür zenginiydiler. Çok büyük miktarlarda ihtiyaç duyulan demir, bakır, boksit, nikel, petrol veya kauçuk bunlar hep ithal ediliyordu.
Üstelik Almanya’nın elinde döviz de tükenmişti. 1938 yılında Almanya dünya altın ve para rezervlerinin ancak yüzde 1’ine sahipti. ABD ise bu rezervlerin yüzde 54’üne sahipti. Fransa ve İngiltere ayrı ayrı yüzde 11’ini ellerinde tutuyorlardı.
Yani aslında Almanya, Batılı demokrasilerin çekindiği kadar kuvvetli değildi. Tüm kuvvet orduya aktarılmıştı. Hitler’in aklındaki tek strateji işgal edip zenginleşmekti.
Savaşın başında bunu başardı da ancak işin sonu hüsranla bitince Almanya bir kez daha ekonomik bir yıkım yaşadı.
Başta bahsettiğim Ludwig Erhard daha henüz ülke kontrolü Nazilerdeyken Almanya’nın finansal pozisyonu ile ilgili cesur bir makale kaleme aldı.
Bu çalışması ABD’de duyuldu ve beğenildi. CIA onunla irtibata geçti ve Nazi Almanyası teslim olduktan sonra önce Bavyera’nın daha sonra da Batı Almanya’nın ekonomi bakanlığına getirildi.
İşte o zaman Erhard, Eucken’ın öğretileri ile Almanya’nın yeni ekonomisini formüle etti.
Önce 1948’de müttefiklerce kabul görecek yeni bir para birimi çıkarttı. Reichmark tedavülden kaldırıldı ve yerine DeutshceMark basıldı.
Yeni paranın tedavüle girdiği gün çok tartışmalı bir hamle daha attı ve tüm fiyat kontrollerini kaldırdı. Bir günde bir anda tam anlamıyla serbest piyasaya geçildi.
Onu o pozisyona getiren Amerikalı General Lucius Clay Erhald’e “Sen ne yapıyorsun? Tüm danışmanlarım büyük bir hata yaptığını söylüyor bana.” Dedi.
Erhard generale daha sonra meşhur olan bir cevap vererek:
“Dinlemeyin onları General çünkü benim danışmanlarım da aynısı söylüyo.” dedi
Erhard yanılmamıştı. Batı Almanya’da dükkânlar sadece birkaç gün içerisinde ürünlerle doldu ve insanlar yeni paranın değerli olduğunu görünce takas sistemini anında bıraktılar. Kara borsa 1 hafta içinde son buldu.
Erhard hemen ardından her alanda büyük oranda vergi düşürdü.Yerli ve yabancı yatırımcı hangi sektöre yatırım için saldıracağını şaşırdı.
En çok vergi de orta gelirliler için düşürüldü. Yüzde 70’lik bir düşüşünden bahsediyorum. Tabi hayat ucuzladı tüketim arttı.
İnsanlar işe gidip çalışmak için yeniden motive oldu. Sanayi ve pazarlar yeniden canlandı. İnanması güç ama tüm bunlar 1 ay içinde oldu. Almanya 1 ayda kanatlandı.
Mayıs 1948’de günlerinin ortalama 9.5 saatini çalışmak yerine yiyecek bir şeyler bulmaya ve toplamaya çalışmakla geçiren Almanlar, yeni paranın tedavüle sokulduğu Ekim ayının sonunda günlerinin artık sadece 4 saatini yiyecek aramakla geçiriyordu. Yani 1 ayda yüzde 50 düşüş sağlandı.
Aralık 1948’in son günü Alman ulusunun sanayi üretimi yüzde 80 kapasiteye ulaşmıştı. Sadece 10 yl sonra, yani 1958’de, sanayi üretimleri dört katına çıkmıştı. Zaten o tarihten sonra da Alman ekonomisini bir daha hiçbir şey dize getiremedi.
Kademe kademe gelmeye başlayan Marshall Yardımı’nın etkisi de sandığınız gibi çok büyük olmadı üstelik. Batı Almanya milli gelirinin sadece yüzde 5’ine tekabül ediyordu.
ABD’nin Alman ekonomisine gerçek katkısı Batı Almanya’da tuttuğu Amerikan askerleriydi. Tatbikatlarda bu sayı bazen 250 bin askeri buldu. Hem ülke on yıllarca bedavaya düşmandan korundu hem de askerlere ödenen maaşlar Almanya’da harcandı.
Zamanla refah seviyesi yükseldikçe vergiler de yavaş yavaş arttırıldı. Eucken’ın kurgulamış olduğu güçlü regülasyonlar devreye sokuldu.
1989’da Berlin duvarı yıkıldığı sırada Batı Almanya dünyanın en büyük 3.ekonomisiydi. Doğu Almanya ise yoksulluktan ve sefaletten kırılıyordu. Aynı halk üzerinde iki rakip ekonomik sistem denenmiş adeta bir laboratuar olmuştu.
Doğu Almanyalılar da Batı Almanya’ya gitmek için bugünün göçmenleri gibi telleri duvarları yıkıp aşarak kendilerini bu mucizenin kollarına attılar.
İşte bu birleşme sonrası tarafların eşitlenebilmesi için sosyal politikalar ve yardımların daha da arttırılması, dolayısıyla vergilerin daha da yükselmesi kaçınılmaz oldu.
Ülke ekonomik olarak serbest piyasacıydı ancak sosyal refah devleti özelliği sürekli daha çok arttı. Bu özellik arttıkça daha çok insanı kendine çekti. Bir sarmal oluştu.
Bugüne baktığımızda Almanya dünyadaki en yüksek vergi oranlarından birine sahip ama aynı zamanda en geniş sosyal politikalara da sahip, gelişmişlik ve mutluluk seviyesi en yüksek ülkelerden biri.
Eğitim, sağlık, alt ve üst yapı hizmetleri önemli ölçüde ücretsiz. Yoksullukta, hastalıkta, işsizlikte, evsizlikte ciddi sosyal yardımlar, programlar ve destekler mevcut.
Ne düşündüğünüzü biliyorum: Birader amma övdün Almanya’yı, sosyal refah devletini bilmem neyi… Ne diyorsun yani? O zaman bu hibrid ekonomik ve politik sistem dünyadaki en iyi sistem mi diyorsun bize? Herkes bunu mu uygulasın?
Bunun sorunun cevabı bana göre ‘hayır’.
Gezip gördüğüm, yaşadığım yerler, tanık olduğum şeyler bana cevabın topluma ve o toplumun yapısına, kültürüne, mantalitesine göre sistemlerin de değişik olması gerektiğini söylüyor.
Yani bu sistem belki Almanlar için en iyi sistem ama farklı bir coğrafyada farklı tarihi tecrübeleri olan, toplumsal ilişki dinamikleri farklı şekilde çalışan uluslar için aynı sonuçları vereceği garanti değil.
Ama şundan eminim ki bu durum bazı şeyleri daha iyi beceren toplumların tecrübelerini ve çıkardıkları dersleri göz ardı etmeyi de gerektirmiyor.
Tersine ortak hataları, ortak yapıları ve ortak noktaları bulup görüp anlamak gerekiyor. Çünkü yeterince ortak nokta varsa ve bir taraf o ortak hatalara rağmen sonrasında başarılı olmuşsa neden zaman kaybedilsin? Çünkü burada denenmişi var.
X bir ülke Almanya gibi toplumlarla ve devletlerle aşık atmak istiyorsa, onlarla aynı ligde top koşturmak istiyorsa sadece kendi içine dönüp, kendi tarihinden ilham alıp karşı tarafı küçümseyerek bunu gerçekleştiremez.
Biraz da “Neden herkes Almanya’ya gitmek istiyor?” diye sormalıdır…