Referandumda ‘hayır’ denmesi için gayret gösteren kesimler, mevcut siyasi rejimin vesayetçi özelliğinin taşıyıcı kolonlarından Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ve Anayasa Mahkemesi’nin, anayasada değişiklik gerçekleşirse bu kez Başbakan Erdoğan’ın vesayetinin güvencesi olacağını öngörüyor. Bu varsayıma dayanarak siyasi rejimin hiç olmazsa mevcut vesayet düzenini koruması için sandıkta ‘hayır’ dememizi istiyor. Bu durumda ‘hayır’ cephesinin önümüze iki vesayetten birini tercih etmeyi koyduğunu düşünebiliriz. Onlara göre ya Atatürk’ten sonra, İnönü’nün şeflik yıllarından başlayarak oluşmuş ve nihayet 12 Eylül askeri darbesiyle kemale ermiş Kemalist ideolojinin hiçbir seçimle gitmeyecek, hiçbir şekilde değişmeyecek ve değiştirilmeyecek vesayetini kabul edeceğiz, ya da herhangi bir seçimde iktidardan gidebilecek olan Erdoğan’ın tamamen varsayımdan ibaret muhtemel ve müstakbel vesayetine ‘evet’ diyeceğiz.
Referanduma böyle bakılması istediğinde, seçmen profilinin yüzde 80’ine yakınını oluşturan kesiminin, asla yerinden oynatılamayacak Kemalist vesayet yerine, ilk seçimde alaşağı edilebilecek Erdoğan’ın vesayetini seçeceğinden kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Mevcut kutuplaşmada eğer MHP, iktidar karşıtlığı nedeniyle ‘hayır’ cephesine savrulmasaydı referandum sonucunun bu yüzden yüzde 70’lerde ‘evet’le sonuçlanacağı da düşünülebilirdi. Yine, eğer Erdoğan’ın iktidarı, bu kadar bıktırıcı, insanı canından bezdirici, şımarık, kibirli ve farklılıklara tahammülsüz olmasaydı sandıktan çıkacak ‘hayır’, CHP’nin yüzde 20-23 civarındaki oyundan bir puan bile fazla olmayacaktı.
Referandum tartışmasının anayasa paketinde değişikliğe sunulan maddelerle değil, vesayetler arasındaki rekabetle yürüyor olmasının Türkiye’deki acınası akıl ve algı düzeyinin test edilmesi bakımından büyük önemi var.
İlginçtir, anayasa değişikliği referandumunda ‘evet’ kampanyası yürüten kesimlerin de, ‘hayır’ çağrısı yapan katmanların da birleştiği ortak kanaat, mevcut anayasa değişikliğinin yetersiz olduğu, daha iyisinin yapılabileceği ve yapılması gerektiğidir. Tüm siyasal ve toplumsal kesimler bu değişiklikleri yetersiz bulmada birleşiyor, ama bir kesim bu nedenle değişikliğe ‘hayır’ derken, diğer kesim tam da bu nedenle ‘evet’ denmesini bekliyor. Burada ‘hayır’ cephesine sorulması gereken, yetersiz bir değişiklik girişimine neden ‘hayır’ dedikleri, aksine ‘evet’ diyerek daha büyük değişim adımının önünü açmalarının daha doğru olup olmadığıdır. Buna mukabil, değişiklikleri yetersiz bulduğu halde ‘evet’ diyenlere sorulması gereken de, acaba neden paketi hazırlayan iktidara, madem bu değişiklikler yetersiz niçin daha iyisini hazırlamadıklarını hiç sormadıklarıdır.
İktidar bileşenleri, içinde yüzdükleri imkân havuzunda mutluluk iktisadının kendinden geçirici ıtırını solurken hiçbir gerçeği görecek halde değildir. Bu nedenle değişikliğe ‘hayır’ diyenleri darbecilik, vesayetçilik, kapalı rejim taraftarlığı ithamlarıyla hedefe koyup kurşuna dizerken, Başbakan Erdoğan’ın, anayasa değişiklik paketinin Anayasa Mahkemesi’nin redaksiyonundan geçmesini güvenilirliğinin ve meşruiyetinin kanıtı olarak sunabilmesine dahi ses çıkaramamaktadırlar. Oysa Anayasa Mahkemesi’nin görevini aşarak ve rejimin vesayetçi organı sıfatıyla yaptığı müdahale dünyanın en güzel müdahalesi olsaydı bile buna ilkesel olarak itiraz etmeleri gerekmez miydi? Böyle yapmadıklarında ve yapmadıkça asıl niyetlerinin demokratikleşme ve daha fazla özgürlük değil, mevcut rejimin vesayetçi hüviyetini kendilerine hizmet eder hale getirmeye çalışmakla suçlanmalarında haklılık bulunduğunu ispatlamış olmuyorlar mı?
Özgürlük davasının samimi neferleri ömürleri boyunca, siyasi rejimin sınırlarının olabildiğince daraltılmasını, buna karşılık sivil toplumun sınırlarının genişletilmesini, devlet aygıtının hizmet organizasyonundan başka hiçbir değer ve anlam içermemesini, bu temel ilkeye bağlı olarak da anayasa, resmi kurumlar ve diğer tüm yansımalarının yeniden dizayn edilmesini savunurken, totaliter Kemalizmin tasfiyesinin ardından yerini başka bir ideolojiye ve onun vesayetine bırakmasını kastetmiyor ve beklemiyorlardı herhalde.
Referandumda Kemalist vesayetçiliğin artık sona ermesini istediği için ‘evet’ verecek olan, ama eski vesayetçiliğin yerini yeni bir vesayet düzenine bırakabileceği ihtimalini de asla göz ardı etmeyip her halükarda ve kimden gelirse gelsin istibdada karşı mücadele edenlerin, iktidarın mutluluk iktisadıyla kendinden geçmiş şuursuz ‘evet’çilerden kritik farkı buradadır.
Fakat hiç unutmayalım ki Kemalizmin yerini başka bir resmi ideolojinin almasından şikâyetçi olamayacakların başında, dünyadaki faşizm yıllarının Türkiye’ye yansıması olan milli şef düzenini hortlatmaya varacak kadar ileri gidebilen, özgürlüklere muhalif Kemalistler/ulusalcılar geliyor. Bunca yıldır resmi ideolojinin koruması ve kollaması altında sürdürdükleri pembe rüyanın paramparça olmasıyla derin uykularından fırlamaları belki artık gerçek dünyadaki vesayet düzeninin ne berbat bir fikir olduğunu kendilerine göstermiş olabilir. Bugün yeni bir vesayet kurmakla suçladıkları muhafazakârların bütün yapıp ettiklerini onların vesayetçi rejiminden öğrendiklerini asla akıllarından çıkarmamalıdırlar. Şu anda şaşkınlıkla izledikleri her şeyi, eski milli şef düzeninde ve Kemalist vesayetçilik sırasında toplumun çoğunluğuna reva gördüklerini hatırlayıp şikâyet etmeye hiç haklarının olmadığını düşünmelidirler. Kendilerinin vesayetçi rejimi egemenken başkalarının mutsuzluğundan mutluluk devşirdikleri günlerin muhasebesini yapıp bundan böyle kısıtsız ve sınırsız özgürlüklerden yana olmaları, hiç kimseye ve kesime ayrıcalık tanınmamasını şiar edinmeleri, toplumun bütün farklılıklarının özgürce ve insanca yaşayacağı yeni bir özgürlük manifestosunu savunmaya hemen başlamaları, yaşananlardan ibret aldıklarının göstergesi sayılacaktır.
Öyle anlaşılıyor ki, 12 Eylül referandumunda kabul edileceği kesin görünen anayasa değişikliğinden sonra asıl sorumluluk her türlü ideolojik tahakküme itiraz edenlerin omuzunda olacaktır. Eski vesayetçi rejime de, onun yerine geçirileceği öne sürülen yeni vesayetçiliğe de eşit değerde muhalif olanlar, 13 Eylül gününden başlayarak yepyeni, özlü, kısa ve özgürlükçü bir anayasanın halk tarafından yapılması için en güçlü muhalefeti yükseltmeli, en kuvvetli sesi vermeli, en göz alıcı mücadeleyi bayraklaştırmalıdır.
İran’da Ahmedinejadizmin, dinle değil otoriter ve totaliter olmakla ilgili istibdat canavarının bir benzerinin Türkiye’de de tekrarlanmaması için Erdoğan’dan milli şef icat etmeye çalışanlara karşı dimdik durulmalıdır. Ülkenin Kemalist vesayetçilikten çektiklerinin, Erdoğan taraftarlarının, karşıtlarını tezyif etmek için kullanacakları malzeme olmaktan daha büyük anlamlara karşılık geldiği zihnimizin en korunaklı yerinde muhafaza edilmelidir. Darbeler, idamlar, işkenceler, ayrımcılıklar, haksızlıklar, baskılar, zulümler, mağduriyetler ve dışlanmalar sadece Kemalist vesayetçiliğin ayırt edici özelliği değildir; her türlü vesayetçiliğin ve ideolojik tahakkümün bu sonuçları doğuracağı bilgisi en belirgin çerçeveyle korunup en görünür yere asılmalıdır.
Geçmişte Kemalist vesayetçiliğin mutluluk iktisadıyla körkütük olmuş, halkın yaşadığı gerçeklikle bağı kopmuş ve hayali dünyasında işlerin yolunda gittiğine kesin olarak inanmış tabaka etkisizleştiğinde dünya cenneti kurulmuş olmayacaktır. Apaçık gördüğümüz odur ki, işte bu tabakanın yerini bugün hızla muhafazakârlar almakta ve onlar da selefleri gibi kendi vesayetçi düzenlerinde kendi mutluluk iktisatlarıyla kendilerinden geçmiş vaziyette, muhaliflerine dünyayı cehenneme çevirmekte tereddüt etmemektedirler.