Rahmetli Levent Kırca’nın hoş parodilerinden birinde, Anadolu’da bir köy ahalisi, belli bir tarihten sonraki yıllara girmeyip 1960’lardaki bir tarihte kalmıştı. Diyelim, o esnada 1990’lar yaşanırken o köy hâlâ 1965’teydi. Türkiye’deki bazı tartışmalar o parodiyi hatırlatıyor. 2022’ye gelmeyi reddeden bir kesim var; daha da vahimi, 2022’ye gelinmesini güçleştiren siyasal-toplumsal koşullar.
Diğer yandan, eğer yaşadığımız güne bir türlü gelinemiyorsa herhalde bunun da nedeni, nedenleri olmalı. Bazı sorunlar çözülmemiş, bazı sorunlar halının altına süpürülmüş, bazı dertler hiç görülmemiş demek ki. Bir de hâlihazırdaki iktidarın, ideolojisi gereği geçmişe referanslarla bezeli siyaset biçimini düşününce, 2022’de ekmek almakta zorlanan insanların, yüz yıl önceki saltanat sorunları üzerine konuştuğu hayli sürreal bir manzarayla karşı karşıya kalıyoruz.
Oysa geçmişi ‘konuşmak’, geçmişi ‘araştırmak’, geçmişi ‘öğrenmek’, geçmişi ‘eleştirmek’, geçmişte ‘yaşamak’ farklı başlıklar. Hepsinin bir çuvala dolduruluşu, hiçbir şeyin anlaşılmamasına neden olur, oluyor. Üstelik her şeyin bilinmesi ve anlaşılması da şart değil, insan her konuyla ilgilenmez, bilmez, buna ihtiyaç hissetmez, fikri olmaz. Ve mutlu mesut yaşayabilir. Bilmek, araştırmak, öğrenmek gibi durum ve filler ise ideolojilerden bağışık değil. Farklı ideolojilere mensup olanlar, aynı döneme bakıp başka olaylar bulur, görür, anlatır, kendi gerçekliğini inşa eder. İnsan tarihte olup bitenler karşısında da taraf tutar tutmasına da, mesele gerçeklikten fazlaca ödün vermemekte ve her ne araştırılıp aktarılıyorsa bunun olabildiğince nesnel yapılmasında. Tarihsel gelişmelere farklı pencerelerden bakmakla, yalan-dolan arasındaki çizgi çoğu zaman sanıldığı kadar kalın mı, emin değilim.
Daha önce yazdıklarını yinelemekten, bıktırana dek yinelemekten sakınmayanlardanım. Bir kez daha: Türkiye’de milli eğitim tornası, sorgulamayı, kafa karışıklığını, merakı, eleştiri ve özeleştiriyi bastırmak, engellemek üzere örgütlenmiştir. Bu, örneğin herhangi bir anayasa metninin ülkeye vereceği zararla kıyaslanamayacak kadar büyük bir açmaz. Bir de okul dışı eğitimi, yaygın toplumsal değerlerin niteliğini eklediğinizde, ortaya, az bilen, bildiği genellikle yanlış olan, farklı görüşe öfkelenen, yüksek sesi haklılık kurnazlığı akıl kabul eden ve hayatta kalmanın yolunun karnından konuşmak ile oportünizm olduğunu erken yaşta öğrenen, biri çıkıyor. Sorun o tornadan çıkanda değil, tornanın kendisinde. Ve o tornada, tornayı yaratan koşullarda, koşulların müsebbibi olan hâkim sınıf ideolojisi ve değerlerinde bir değişiklik olmadıkça neyin ne kadar dönüştürülebileceği belirsiz. Yüz yıl önce anayasa tartışıyorduk, yüz yıl sonra anayasa tartışıyoruz, demek ki sorun anayasada değil!
1920’lerde neler oldu; kim ne zaman hangi kararı, neden aldı; o tercihler yapılmasa ve başka yollar tutulsa ne olurdu, monarşi devam edebilir miydi, cumhuriyet şart mıydı, Vahdettin hain miydi, değilse yaptığının adı neydi, Mustafa Kemal Atatürk monarşi ve din hakkında ne düşünürdü, düşünmediğini neden düşünmezdi, çevresi ile ilişkisi nasıldı, ona muhalif olanlar neden muhalifti, muhalefet hain miydi, savaş nasıl bir şeydir, kazanan nasıl kazanır, tarih hangi ittifaklarla yazılır, tarihi kim yapar, ve kimin yaptığını kim yazar, vesaire…
Bana kalırsa Türkiye’nin çok önemli bir kaybı, özellikle 1960’lar 1970’ler sol külliyatındaki Osmanlı-Cumhuriyet tartışmalarından, devamlılık-kopuş tezlerinden bugüne, hakikaten dikkat çekici bir gerileme oluşu. O gün tartışılanların, yazılıp çizilenlerin içeriğine bakınca, bugün olanın adını koymakta zorlanıyor insan. Günümüzde, o yıllara dair harika çalışmalar yapılıyor ve çok iyi kitaplar çıkıyor, söylediğim bu değil; polemiklerin içeriği, cesareti vs. Siyasi tutumlar için de aynı şeyi tespit etmek mümkün. Yüz yıl önceki parlamentoda konuşulanlar ile bugünü karşılaştırınca da benzer bir durum söz konusu ve bu geriye gidişler pek hayra alamet değil.
Yaygın değerlerimizden olan karından konuşma alışkanlığına, siyasal İslamcı iktidarın omuz verdiği koşulların ağırlığı da eklenince, 1920’ler yeniden, bu kez muhalif isimlerin siyaseten yok edilmesi niyetinin uzantısı biçiminde gündeme geldi. Tunç Soyer’e ağza alınmayacak hakaretler edildi. Bunu yadırgamıyor artık kimse, çünkü iktidar nicedir muhalefete ezilmesi gereken böcek muamelesi yapıyor ve başka türlü konuşma, seslenme yeteneklerini tümüyle yitirdiler, kendilerine katılmayana ve eleştirene yalnızca hakaret edebiliyorlar. Her gün aşağılanacağımızı bilerek yaşıyor ve bize her şeyi söylemeyi kendinde hak görenlerin ahlak, terbiye nutuklarını dinliyoruz, böyle bir dönem bu. Derslerde, 1950’lerdeki siyasi kavgayı anlatırken, üslubu görsünler diye meclis tutanaklarından konuşma örnekleri verirdim, şimdi bakınca, o devirlerin tartışmaları o kadar da vahim görünmüyor gözüme ve tahmin ediyorum sorun, gözümde değil!
Burada Sultan Vahdettin, Damat Ferit, Sevr gevezelikleri yapacak değilim. Savaş, aynı zamanda Sevr’i kabul edenler ile reddedenler arasındaydı ve reddedenler kazandı. İyi ki kazandı. Efendim monarşi devam edemez miydi, bak İngiltere monarşi ama demokrasi… Bunlar üzerinde çok yazılıp çizilmiş konular ve bir-iki gazete yazısıyla üstesinden gelmek mümkün değil, nitekim, bir şey okuduğunda düşüncesi değişen kaç kişi var, kuşkulu. İngiltere’nin tarihi farklı, Fransa ve Amerika’nın da. O tarih o sistemi yarattı.
İngiltere’de kimse eline kalemi alıp bir hükümet sistemi belirlemedi, yüzyıllar boyu devam eden bir süreçte ortaya çıktı o kurumların tümü, demokrasi, parlamenter sistem, süregiden monarşi, aralarındaki ilişki. Bir burjuvazi vardı, o burjuvazi yüz yıllar içinde egemenliğini ilan etti, parlamento sistemin en güçlü unsuruna dönüştü, 1689’da zaferini ilan etti. Bizim toprağımızda 1909 anayasa değişiklikleriyle oldu bu ve sonrasında 1921 ve 1924 Anayasalarıyla. Orada monarşi elindeki yetkilerle birlikte konumunu, parlamento ve hükümetin üstünlüğünü kabullendi, büyük kavgalar, savaşlar sonunda.
Efendim Amerika’da isyan edenler keşke o güzelim çayları denize dökeceklerine Britanya ile uzlaşsaydı, ne güzel geçinip giderlerdi… Efendim Fransa’da devrimciler kralın oğlunu tahta çıkarıp devam etseydi ya, bak İngilizler 1649’da idam ettikleri kralın çocuğunu on küsur yıl sonra tahta çıkartıp monarşiyi sürdürmüştü, neden Amerika’da olmadı ki, hoş mu… Ah Louis, ah James, ah Victoria, siz ne güzel ecdadtınız… Efendim Anadolu’da saltanat devam etseydi ya, nereden çıktı bu cumhuriyet hevesi…
Tarihi hiçbir değişkeni, dünyayı, koşulları, kişileri, zorunlulukları ve tercihleri hesaba katmadan canının istediği gibi görmek… Konuyla ilgisiz ama şu aralar gündemde olan ‘Terim belgeseline’ bakın, bir süredir bu kadar ayıp bir şey seyretmemiştim. “Biri gol atıyor ama o biri aslında hiç olmadı, olmayan insanın attığı o gole birileri seviniyor, neye sevindikleri belli değil…” İşte tam bize layık, hak ettiğimiz bir tarih anlatısı ve belli ki mahcup olan hiç kimse yok. Teşbihte hata olmaz, düşünün, bir Alman tarihi belgeseli ve 1930’dan 1946’ya atlıyor birden, ne oldu o arada, ya işte bazı üzücü hadiseler, göstermek istemiyoruz, biri var, ama yok, bazı hadiseler, pek yaşanmamış, belki de yaşanmış, neyse kapatalım bu konuyu, deniyor belgeselde. Şu nikâh sinevizyonları gibi, çiftlerin geçmişi ekrana yansıtılıyor, davetliler seyrediyor, ancak eğer çiftlerin ikinci evliliğiyse yansıtılan görüntüdeki eş aniden yaşlanıyor, 30-45 yaşa arası yok, uykuya dalmış, ne oldu ki o arada! Yeri gelmişken, bu ülkede bir Atatürk filmi yapılmadı ve bundan sonra da yapılmayacak, bu tuhaflığın üzerinde düşünmeyelim ama, onun yerine güçlendirilmiş parlamenter sistem tartışalım.
Tunç Soyer en sevdiğim belediye başkanı, hem Seferihisar’dan itibaren iyi şeyler yapıyor hem de sözünü sakınmıyor. Memlekette ‘orta yaşlı-erkek-siyasetçi/tanınmış’ olup da cumhurbaşkanı adaylığı düşünmeyen nadir insanlardan oluşunun da bu tutumunda payı vardır belki. Şu satırı yazmayı gülünç buluyorum ama insan mecbur hissediyor, muhterem okur, Mustafa Kemal monarşi-Osmanlı karşıtıydı! Osmanlı’dan, sultanlıktan ve hatta monarşinin hükümet şekli olduğu kanısıyla genel olarak meşrutiyetten de (ikincisinin yeri ayrı, halk hareketi olduğu için) hiç hazzetmiyordu. Yalnızca Nutuk değil, çokça konuşması vardır bu konularda ve 24 Nisan 1920’de, 1 Aralık 1921’de Meclis’teki konuşmaları, hem Osmanlı eleştirileri hem de benimsediği sistem açılarından bilgilendiricidir. Söz konusu metinleri internette bulabilirsiniz. Son derece ağır eleştiriler yöneltmiştir, kendi tabiriyle “Osmanoğulları”na ve bunlar o devirde sadece onun düşünceleri de değil kuşkusuz. Ayrıca merak edenler için, 29 Ekim 1923 Pazartesi günü, Cumhuriyet’in ilanını da içeren anayasa değişiklikleri Meclis’te görüşülürken, diğer mebusların Osmanlı ve Saltanat hakkındaki yorumlarını okumak da, aydınlatıcı olabilir.
Fransız Devrimi sonrasında milliyetçilik rüzgarı her yeri sarmış, imparatorluklar dağılıyor, yerlerine yenşi devletler, ulus devletler kuruluyor, yanı başımızda Bolşevik Devrimi gerçekleşmiş, savaş kaybedilmiş, direniş başlamış… Savaştan söz ediyoruz, savaştan, herkesin silahlı olup birbirini yok etmeye çalıştığı yıllardan. Yalnızca dış değil, iç savaş da sürdürmüş, Saltanatı alt etmiş, hilafete son vermiş, sözün özü, ‘kazanmış’ insanlardan. Mesele bu, cumhuriyet ve nihayetinde laik cumhuriyet yanlıları galip geldi ve 2022’den 1923’e bakıp da cumhuriyetçiler kazandı diye efkârlananlardan, monarşiye ağıt yakanlardan olmadığım için memnunum.
Birileri Atatürk’ü sevmez, Vahdettin’i aklamaya çalışır, okuduğunuz yazı bağlamında bu beni ilgilendirmiyor. Ayrıca gerek ‘kurucular’ gerekse ‘kuruluş yılları’ ve ‘devrimler süreci’ sağdan ve soldan eleştirilir, tartışılır, bunda yadırganacak bir şey yok, hâlihazırdaki rejimin ceberutluğu aklımızı yitirmemize neden olmamalı. Yinelemek gerekirse, kuruluş yılları ve Kemalist harekete ilişkin zamanın sol içi tartışmaları ve literatürü zengindir. Yeniden ve yeniden okuyup tartışmakta yarar var.
Şimdi tanık olduğumuz ‘hücum’ ise düşünsel faaliyet ifadesiyle tanımlamanın mümkün olmadığı bir çekişmenin ürünü. Cumhuriyet, adıyla sanıyla ‘laik cumhuriyet’ kavgası. Bir soğuk savaş ideolojisi olan siyasal İslamcılığın ‘laik’ cumhuriyet ile bitmeyen ve bitmeyecek davası yeni olmadığı gibi, nicedir güncel siyasi mücadelenin de konusu haline geldi. Devamı gelir muhtemelen.
Hal böyleyken, Mustafa Kemal’e söylemek isteyip de ‘şimdilik’ açıkça dillendiremediklerini sağa sola yansıtmaları, pek trajik. Aramızda kalsın, Mustafa Kemal monarşiye şiddetle karşıydı, cumhuriyet kazara kurulmadı!
Yazı önerisi: Kraliçe’nin ardından, Maya Jasanoff’tan güzel bir yazı okumak isterseniz (çeviren: Salih Renda).