Kazancını önemseyen ihtiraslı düzenin karanlık yönüne ayna tutan ‘Yedi Ölümcül Gün” adlı grafik romanın yazarı Turgut Yüksel, kitabında bir beyaz yakalının yedi gününü anlatıyor. Yüksel, kitabında rutinlerin boğucu etkisi karşısında insan ruhunun güçlü, karmaşık ve tehlikeli yönlerini gerçeklik/gizem ekseninde irdeliyor.
Betül Kanbolat
Yemeyeceği yiyeceği, giymeyeceği giysiyi, binmeyeceği taşıtı, oturmayacağı konutu, alışveriş yapmayacağı platformu pazarlayan, sermayenin ekmeğine yağ sürmekten kaçınmayan, dünyada olup biten onca şey dururken en hassas duyarlılığı banka hesabındaki hareketlilik olan insanlara saygı duymakta güçlük yaşıyorum. Bu insanların kimi kurnaz reklamcılarla ilişkisi kaybeden tarafın olmayacağını bildiğimiz sıkıcı bir masa tenisi müsabakasına benziyor. Sözde halkın yararına düzenlenen bu müsabakanın biletleri hep pahalı, neresinden bakarsak bakalım izleyici için vakit ve nakit kaybı. Müsabakanın saçmalığını idrak edenler, harcamalarının kontrolünü ele alıp müsabıkları sorgulayıp eleştirenler sermayenin hiç ama hiç işine gelmiyor. Sermeye doğal kaynakları sömürdüğü yetmezmiş ve doğa savunuculuğu maskesiyle insanlara yeni harcama kalemleri icat etmezmiş gibi genç insan kaynağını da sömürmeyi iyi biliyor. Modern zaman köleliliğini bir şekilde tadacak olan yüzbinler okul sıralarında onurlu ve refah bir geleceğin umuduyla akıl yürütüp dirsek çürütürken onları yönetecek patronlar çoktan belirlenmiş, ellerini ovuşturuyorlar, kurumsal kadrolarını oluşturmak için gün sayıyorlar. Eğriye eğri demek pahalıya mal olsa da -öğrenci, akademisyen, işçi, memur, ücretli, sanatkâr, zanaatkar- toplumun her kesiminden mevcut çelişkilere dikkat çeken insanlar çıkıyor. İmkanlarını toplumu ileriye taşıyacak, kolay ulaşılabilir kültür sanat faaliyetlerine değil de ayrışmaya, çatışmaya, kavgaya özendiren projelere akıtan, yetmiyormuş gibi cehaleti parlatan kişi ve kurumların saygınlığı, düşünüp üreten insanların vicdanında yok hükmündedir. Öyle de kalacaktır.
Bugün bahsedeceğim kitap insan kaynağına odaklanmak yerine kazancını önemseyen ihtiraslı düzenin karanlık yönüne ayna tutan bir grafik roman, YEDİ ÖLÜMCÜL GÜN. Yaratıcısı yazar, çizer ve tasarımcı Turgut Yüksel. Yüksel, çocuk ve yetişkinler için yirmi iki kitaba imza atmış, radyo programcılığı yapmış, kültür, kent ve tasarım konularında üniversitelerde dersler veren çok yönlü bir sanatçı. Desen Yayınları tarafından Eylül ayında yayımlanan kitabında okurlarına bir beyaz yakalının yedi gününü anlatıyor. Rutinlerin boğucu etkisi karşısında insan ruhunun güçlü, karmaşık ve tehlikeli yönlerini gerçeklik/gizem ekseninde irdeliyor. Bugün, kitabın arka kapak metnini sizlerle paylaşıp sözü eserin sahibine bırakmak istiyorum. Sanatçının sorularıma vereceği cevaplar çizgilerinin yalınlığına zıt bir derinliğe sahip olan hikâyesi hakkında kitap severlere fikir verecektir.

“Büyük bir şirket, bir grafiker, yedi gün, kirli işler, her gün aynı şeyler, aynı duygular, aynı ölümler, tuhaf bir varlık, seri katil mi?hayal mi? gerçek mi?”
BK: Arka kapak yazısı içeriği öyle güzel özetliyor ki mevcut sırayla ilerleyecek olursam İstanbul gibi bir metropolde, ağırlaşan yaşam koşullarında grafikerlik yapan bir beyaz yakalının yaşamına odaklanma fikri nasıl oluştu? Yaşamına odaklandığımız genç adamı haftanın her günü toplu taşımada, ofiste, kahve molasında ve -bence kurguyu lezzetli hale getiren bir unsur olarak- yangın merdiveninde görüyoruz. Hikâyeyi bu mekânların dışına çıkmadan steril bir biçimde resimlemenizin özel bir nedeni var mı?
TY: Uzun bir dönem grafikerlik yaptım ve yine uzun bir dönem grafik ve iletişim bölümlerinde dersler verdim.Konuya ve “piyasadaki” çalışma şartlarına vâkıf olduğumdan, aklımdaki hikaye için böyle bir karakter çok uygundu. Evet, dediğiniz gibi çizgi roman sınırlı mekanlarda geçiyor. Çünkü gerçek hayatta da bir çalışanın -istisnalar dışında- ev, iş, toplu taşıma dışında bir mekanı yok. Bu hikaye için ek mekan olarak, iş yerinde tek başına kalabileceği veya kendi düzeyinde bir çalışanla kısa da olsa sohbet edebileceği yer olarak yangın merdivenleri, yani bir kafes var. Harici bir mekan olması için kişinin parası ve zamanı olması gerekir. Parası olmasa bile zamanı… Sabah 9’da iş başı yapan bir kişiyi düşünelim ve iş yeri de ulaşımı kolay bir yerde, misal Beşiktaş’ta olsun. Şu anda hangi bütçe Beşiktaş’ta yani iş yerine yakın bir yerde ev tutmaya izin verir ki? Ekonomik kriz ve bununla bağlantılı olarak ortaya çıkan konut sorunu çoğu çalışanı şehrin çeperine sürdü. Örneğimize devam edersek, Beylikdüzü’ne sürülmüş bir çalışanın “muteber” olan iş yerine gelmesi için sabah 6’da kalkması gerekiyor. Akşam eve dönmesi de 2,5 -3 saati bulur. Yani aslında 8 saat olan mesai süresi ulaşımla birlikte 14 saate varıyor. Sadece bu ulaşım serüveninin yorgunluğu bile yeterlidir bir insanı evde kanepeye sermek için. Ki evdeki zamanına da göz koyan iş uzantılarını hiç saymıyorum.
BK: Haftanın günleri genç adam için aynı ağırlığı taşısa da benzerlikleri kıran gerçeküstü görüntüler, düşünceler aklından geçmiyor değil. Sıra dışı kabul edilebilecek o anların kaynağı aslında rutine ve sömürüye karşı kişinin geliştirdiği savunma ya da isyan diyebilir miyiz?
TY: Hemen hemen hepimiz, hayatımızda bizi zorlayan, hakkımızı yiyen, çaresiz bırakan bir kişiye veya duruma karşı içimizden, “Allah kahretsin” veya “Belasını versin” diye beddua etmişizdir. Bu da içimizdeki isyana rağmen bir şey yapamamanın getirdiği çaresizliğe verdiğimiz bir tepkidir. “Söylediğini yapıyorum ama seni de zihnimde cehenneme gönderiyorum” sağaltmasıdır. Bu durum, frekansı farklı olsa da hikayedeki karakter için de geçerli. Ya da belki de o gördüğü şeyler gerçeküstü değil gerçektir.
BK: Anlatının iş yaşamının görev tanımları, istifa, terfi ve çalışan hakları üzerine düşünme alanı açtığı bir gerçek. Genç adam hikayede çağımız bilişim suçlarına örnek teşkil edecek bir istekle karşılaşıyor. Gerçekçi bu unsuru da dikkate alarak gerçek ile kurgunun hikayedeki dağılımı hakkında ipuçları istesem sizden?
TY:Bu ipuçlarını hikayeden değil de gerçek hayattan vermem daha doğru olur. En genelinden en özeline kadar uzanan yelpazede bunun çok yaygın olduğunu görüyoruz. Manipülasyon, dezenformasyon, propaganda veya ad hominem için görüntü yaratmak veya farklı bir bağlamdakini farklı bir sonuç verecek biçimde montajlamak neredeyse meşru oldu. Niyet karanlık olunca malzeme de, beceri de ister istemez ona hizmet ediyor. Buradaki oranı hikayeye uyarlayabiliriz.

BK: Kitabınızın, onu okuyanlara, sistemin baskısı ve dayatmalarına rağmen ayakta kalmaya çalışan insanlara etkisi ne yönde olur? Bir öngörünüz ya da beklentiniz var mı bununla ilgili?
TY:Yazıp çizdiğim kitaplarla ilişkim onları bitirene kadar geçerli. Kitap benden çıktıktan sonra ise başka bir alana giriyor ve orada hakimiyetim sonlanıyor. Bu ilişki biçimini seven ve öyle de kalmasını isteyen biri olarak bunu okuyan insanda oluşacak herhangi bir duyguya dair öngörüde bulunmak veya beklentiye girmek benim haddimi aşan bu durum. Yapmak istediğim, ben de o civarlarda dolaştım o yüzden sizi anlıyorum demekti.
BK: Figüratif köşeli çizimlerin okuru rahatlatan bir yönü var. Kahramanın iç dünyası rüzgarlı olsa da çizimlerde bir dinginlik ve dizgi söz konusu. Çizdiğiniz insanların gözlerini Horus’un gözüne benzettim. Hikâyedeki gizemli varlığın ifadeleri Horus ve Anubis karşımı bir etki yarattı. Bu varlığın hikâyedeki rolünü sorsam?
TY: Karakterin içinde fırtınalar kopsa da hayatı ve eylemleri çok rutin. Yapabildiği, bırakabildiği ve kaçabildiği bir yer yok. Bu hareket ve yaşam rutinini olduğu gibi çizince de söylediğiniz gibi karakterin iç dünyasına tezat bir görüntü oluşuyor. Ve bu iç âlemin tezahürü olarak Seth ortaya çıkıyor veya Seth aylakça dolaşırken onu buluyor. Seth’in ortaya çıkması da, -bu herhangi bir varlık da olabilirdi- hikayeyi çizme tekniğinden kaynaklanıyor. Kitabı Antik Mısır resminin kurallarına uyarak çizdim ve bu biçimin uzantısı olarak da o dünyanın varlığı bugüne geldi.
BK: Antik Mısır tanrılarının şeklen ayrıntılarına hakim değilim sanırım 🙂 Ağız ve kulak formuna bakınca Anubis değil Seth olduğunu şimdi anladım. Ölüm söz konusu olunca katil olmak da kurtarıcı olmak da mümkün Seth için. Kahramanın onu tanımlama şekli ve son sayfalardaki karşılıklı sohbetleri dikkate değer. Peki kitabın dışına çıkarsak, üniversitelerde dersler veriyorsunuz. Hitap ettiğiniz jenerasyonun ruhuna dair gözlemleriniz neler?
TY :Dersler verdim. Son bir kaç seneyi bilmiyorum ama önceki yıllardaki tecrübeme göre şunu söyleyebilirim. Hemen hemen her dönem, sınıftakilerin sadece yüzde onu kendisinin, yapmaya çalıştığı şeyin ve gelecekte neyle karşılaşacağının farkındaydı. Buna göre hazırlık yapıyorlardı. Diğer yüzde doksanı ise okul bitince hemen iyi bir iş yerinde iyi bir maaşla işe başlayacağını hayal ediyordu. Onların bir kısmı okuldan sonra fazla mesailerini bile alamadıkları bir işe girdi. Bir kısmı işsiz kaldı ve bir işe girmek için de her türlü şartı kabul edebilecek duruma geldiler. Tasarımcı olma hayali kurarlarken bir ozalitçide operatör oldular. Bu hayal kırıklığını şiddetli olarak yaşıyorlar ve içine düştükleri çaresizlikte ne yapacaklarını bilmiyorlar. Bu onların suçu değil, hem de hiç. Bu, onları bu hayallerle, gerçekle temas ettirmeden, gerçeği söylemeden, onunla nasıl mücadele edeceğini öğretmeden bu noktaya getiren herkesin suçu.
BK: Gözlemleriniz değerli ve çocuklarının geleceğini önemseyen herkese sorumluluk yükleyen bir gerçekliği kapsıyor. Geçmişte çocuklar için seri kitaplar hazırladınız. Devamı gelecek mi? Ufukta yeni bir çalışma, aklınızda biçimlenen ve çizgiye dönüşmeyi bekleyen bir hikâye var mı?
YK: Çocuklar için yazıp çiziktirmeyi seviyorum. Devamı gelecek ama kitap olarak değil, kutu oyunları olarak…Bir de sırada bekleyen grafik romanlar var.
BK: Okurlarınıza ‘sizi anlıyorum’ diyebileceğiniz nice eserlere.




