Ayşen Şahin
Gözünüzden belki kaçmıştır, bu hafta gazetemizde İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin yemekhane zammına karşı yaptıkları eylemin ve basın açıklamasının haberi vardı.
Yemekhaneye gelen yüzde 50 zam ile KYK bursu ile yenilen öğün sayısı 4 adet azalıyor. 35 TL’lik yemek 52.5 TL’ye çıkmış. Öğrenciler en çok ödenek alan üniversitelerden olan İÜ’nün kâr amacı gütmemesi gerektiğinin ve Öğrenci Temsil Kurulu mekanizmasının geri getirilmesi taleplerinin altını çizmişler.
Herkes kendi mezun olduğu okulla ilgili algıda seçicidir. Bizim neslin ise genelde en güzel yılları üniversitede geçmiştir.
Bizler de işçi-emekçi çocuklarıydık ancak bu nesle oranla bizim bir hayatımız vardı. Gerek burs ile gerekse bir üniversiteliye yakışır geçici işlerden kazandıklarımızla konser, sinema, tiyatro hatta tatil de içeren, taksiye bile binebildiğimiz dolu dolu öğrencilik yaşamıştık. Çatışmalarda yaralanmış, gözaltına alınmış, tutuklanmış ama yine de yaşamıştık. Bir hayat bir nebze vardı.
Bundan 25 sene önce, günlük hayatta dolaşımda olan en ufak metal para ile çalışırdı yemekhane turnikeleri. Pazartesi kuru fasulye, salı mercimek, çarşamba nohut çıktıysa perşembe eylem var demekti. Bu da cuma günü döner yiyeceğimizin göstergesiydi.
Bize de hiç kimse “Zaten üç kuruşa doyuyorsunuz, daha ne istiyorsunuz?” demezdi. Çünkü bizler üniversiteliydik, toplumun geneli her şeyin en iyisine layık olduğumuz konusunda hemfikirdi. Gelecekte ülke bizim ellerimizde yükselecekti. İnsan geleceğine iyi bakmalı, böyle düşünülürdü.
Bu iktidar dönemi, toplumu darlık, zorluk, acı rekabetinde yarıştırıp birbirine kırdırmada pek başarılı oldu. Yoksunluğa dikkat çekmek için dile getirdiğimiz “Millet aç aç” cümlesi en insani taleplerin de önüne geçmeye başladı. Kendini her şeye diğerlerini hiçbir şeye layık bulan bir bireyciliğe mahkum edildik. Sen de lokantada yemeyiver millet aç aç, sen de sinemaya gitmeyiver millet aç aç, illa da kahve içmeyiver millet aç aç, yok efendim yurt dışındaki mühim üniversiteden özel yetenekle kabul almış da gidemiyormuş, e gitmeyiversin millet aç aç, çocuklar hiç festival görmemişler, e görmeyiversinler millet aç aç, KYK bursu yetmiyormuş, bursa şükretsin millet aç aç, yol parası pahalı memlekete gidemiyor, e gitmeyiversin yurdunda otursun millet başını sokacak yer bulamıyor aç.
Sanki verdiğimiz kavga herkesin her öğün birer soğan birer somun ekmeğe erişme kavgası. Mısır piramidi inşasında çalışan kölelerin bile bundan çoktu tayını.
İskoçya’da 24 yaşına kadar öğrencilere şehir içi ve ülke içi şehirler arası ulaşım bedavaymış çünkü bir insanın henüz gençken ülkesini keşfetmesinin çok önemli olduğuna inanıyorlar. Biz gençleri bayramda memleketine gönderemiyoruz.
Geçen hafta İstanbul Üniversitesi SBF Mezunlar Derneğinin buluşması vardı. Bizim dönem aramızda şakalaştık. Birbirimizin diploma ispat davasına gideceğimiz günler de olabilir, elimizde delil olur, gidelim de orada fotoğraf çektirelim dedik. O gece seneler sonra geçmişi yad etme ve hasret kaldığımız her konuda uzun ve doyumlu sohbet edebilme hazzına yeniden vardık. Dönem arkadaşlarımızı anarken bu iktidarın politik görüşü, etnik kimliği sebebiyle elediği ne çok cevher olduğunu, neler kaybettiğimizi bir kez daha fark ettik. KHK’li memur, şirketlerde beyaz yaka ya da bir esnaf olmak zorunda bırakılan o dönemin parlak öğrencilerinin dış işlerinde, iç işlerinde müsteşar, maslahatgüzar, diplomat, bürokrat, danışman olabildiklerini hayal ettik. GBT’ye işlenen her gözaltında birer adım daha uzaklaşmıştık devlette görev alabilme ihtimalinden. O dönem bize her konuda ne kadar çok şey öğretildiğini de fark ettik. Konuştukça tarımdan balıkçılığa, uzay hukukundan telif haklarına, AİHM kararlarından Lahey davalarına bilgimiz olduğu kadar açık tartışma yürütebilme yetimiz olduğunu da fark ettik. 25 sene önce öyle dersler olurdu ki Tunaya’da, ders programında olsun olmasın tüm öğrenciler amfiyi doldurur, oturacak yer kalmaz, yerlere çökerdik. Blok ders saati bile aşılsa kimsenin umurunda olmaz, konuşabilmek için kalkan eller hiç bitmezdi. Üniversite bize tarihsel görevini her ders hatırlatırdı: Özgür düşünceyi.
En büyük yarayı buradan aldık. Özgür düşünce yerini öngörülü kabule bıraktı, öngörülü kabul teslimiyetin bilgiçliğine kapıldı. Muhalif kesimin de kendi tabuları oluştu. Konuşturmadığımız hassasiyetler icat ediyoruz ha bire. Hukuksuzluk konuşuyoruz, birileri çıkıp diyor: Sanki hukuk var da? E var kardeşim, olması gerek, oldurmak için altını çiziyoruz ya işte? Yok diye kabul edip kabileye mi dönelim bugünden? Bir konuda görüş yazıyoruz, birileri çıkıp buyuruyor: Ama hiç şu konuda görüş bildirmedin diye. Herkesin her konuda görüş bildirme zorunluluğu hangi düzenin icadı kardeşim? Herkesin her konuda her şeyi en iyi bildiği varsayımı nereden icat olundu? Futbolcuların ekonomistliğini, güreşçilerin finansçılığını hep beraber tecrübe etmedik mi? Hangi faşizmin söyleme mecburiyeti bu? Ve başımızın üzerinde yeni bir kıla bağlı kılıç sallanır oldu: Millet aç aç.
Ayşe Barım davasının hukuksuzluğunu konuşurken bile büyük tutarların döndüğü bir sektörün önde gelen ismi olması diye bir şerh hissediliyor. Sanatçılara narkotik operasyon çekiliyor, hukuki zeminde tartışılamıyor, çünkü onlar aç değil. Bir işçi kıdemine bağlı ücret alıyorsa sesine ses bulamıyor, asgari ücretli aç aç. Beyaz yaka kendini işçi sınıfından sayamıyor, şirket altına kiralık araç verdi, o da artık işçiyse, millet n’apsın aç. Öğrenci kendi hakları için sokağa çıktığında “E iyi bari en azından bursları varmış, baksana millet hepten aç.”
Unuttuk mu acaba, verilen kavga yalnızca karın doyurma kavgası değil. Öyle kurarsak üç vakte önümüze iki soğan bir somun ekmek atıp sustururlar yine. Eşit yurttaşlık, şeffaf yönetim, adil bir hukuk düzeni, sosyal haklar, fikir hürriyeti, çatışmasızlık iklimi, barış, ekolojik sorumluluk, demografik yapıyı koruma, kentsel hafızaya sahip çıkma, laiklik, insanca bir yaşam için mücadele bu.
Öğrenebilmek, öğrendiğini rahatça tartışabilmek, geleceğini planlayabilmek, yaşamın hazlarına erebilmek, seyahat edebilmek, hobilere sahip olmak, kendine ait zamana sahip olmak, insan olmak ya insan olmak.
Köleliğe başkaldırıyoruz, rant azgını azınlığa karşı.
Her şeye birlikte üzülebilmenin değil, birlikte sevince ortak olabileceğimiz günlerin hayaliyle dövüşüyoruz. Yalnızca çalınmış kamu kaynaklarının değil, coşkumuzun, neşemizin, heyecanımızın, tutkularımızın, özgürlüğümüzün de peşindeyiz.
Açız ve tek talebimiz karın tokluğu değil, ruhlarımızın doyumlu özgürlüğü.
Siz bu satırları okurken bizler Gaziantep’te Emek Festivali’nde olacağız.
İnsanca bir yaşamı hatırlayacağız işçiler, emekçilerle. Sahnede Hayal Band, Rewşan, Sanışer, Sokrat St, Kardeş Türküler ve Moğollar olacak, Sevgili İrfan Değirmenci ile birlikte biz de sunumda yer alacağız.
Düşünün aynı sahnede halk ezgileri olacak, farklı dillerde şarkılar söylenecek, rap de olacak rock da. Her şeyin en iyisine layığız zira.
Emeğin hakkı, özgür sendika seçimi, iş güvenliği ve işçi sağlığı, insanca çalışma koşulları için direnişte olan işçilerle dayanışacağız. Önümüz kış, grev çadırları ısınsın, çay semaverleri kaynasın, işçiler yalnız kalmasın diye bir fon oluşturacağız bu festival vesilesiyle.
Benim de katkım olsun derseniz, bir parçası olmak isterseniz, askıda bilet hâlâ bırakabilirsiniz. Böylece Gaziantep’te her grev ateşi yakılıp etrafında halaya durulduğunda, siz de insanca bir yaşam için dayanışmada payınız olduğunu bilmenin, işçilerin boğazından geçen bir bardak çayı olsun ısmarlayabilmenin mutluluğuyla izlersiniz görüntüleri, sıcak evinizde olmanın vicdan azabı dayanılmaz olmaktan çıkar.
Burada bir irtibat numarası bırakıp dünyanın en onurlu sınıfının saflarına doğru yola çıkıyorum, yollar emekçiye hep açık, fikirler özgür olsun dileğimle.
“Dönüyorum içimdeki yara dolu yere
İsyan ruhuma kanat olur keke
Yürüyorum haklıdan taraf olup gene
Seriyorum imparatoru yere”
Sanışer & Sokrat ST




