Tamirhaneler de eskisi gibi değil. Yetkili servisler pıtrak gibi çoğalmadan önce mahalle tamirhaneleri yaygındı. İki tipi var bunların: Sanayi mahallelerinde az sayıda konuta komşu olan tamirhaneler ile ‘aile muhitinde’ konutlara komşuluk eden bir iki tamirhane. İki mahalle birbirinden farklı niteliklere sahip. İstanbul’un bazı muhitlerinde ailelerin yaşadığı evler, tamirhaneler arasına serpiştirilmiştir ve oralarda büyüyen çocukların arkadaşlarının bir kısmı tamircilerdir. Bu, diğer semtlerde yetişenlerin hiç yaşamayacağı bir deneyim. Yaşanması şart ve çok matah bir durum mu, bu başka mesele ve ayrıca her deneyim için aynı soru yöneltilebilir. Ben, çocukluk arkadaşlarımın bir kısmı tamirci olduğu için kendimi şanslı hissediyorum. Çocukluk arkadaşlarımın bir kısmı Eton Koleji öğrencileri olsaydı çok mu efkârlanırdım, sanmıyorum. Hayat, diyelim. O arkadaşlarım sayesinde hem ekmek parası kazanmanın zahmetini, hem de sömürünün ‘içselleştirilmiş’ bir eylem ya da davranış olduğunu o yaşta fark ettim sanırım. İnsan nasıl hızlı yaşlanır… Nasıl elinin, tırnağının yağı kiri hiç eksik olmaz… Nasıl dişleri erken yaşta çürür, kötü beslenmenin etkileri nasıl fark edilir… Diğer hayatlara nasıl gıptayla bakılır…
Ne demek, sömürü çarkının içselleşmiş olması?
Hiçbir emekçi sabah evden çıkarken, “Hadi görüşürüz, ben sömürülmeye gidiyorum” demediği gibi, aynı durum sömürenler için de geçerli. İnsanlar, içinde şekillendikleri koşulların bellettiği davranış kalıplarına uygun yaşıyor ve davranıyor yalnızca. Tamirhanelerde çalıştırılan küçük yaşta çocuklar iş öğrendiklerini, ustaları da onları meslek sahibi yaptıklarını düşünüyordu. Her ikisi de haklıydı ve o tamirhane sahipleri de hayatın sillesini çokça yemiş, iyi insanlardı. Oysa ‘çocuk işçiliğinden’ söz ediyoruz. İçeriden bakınca hiç tuhaflık yok. Dışarıdan bakıldığında berbat, neredeyse insanlık dışı bir durum. Bu ilginç hakikaten. İyi ve çilekeş insanların, çok doğru bir iş yaptıklarını düşünürken çocuk sömürüyor oluşları!
Tamirci arkadaşlarım ile aramdaki tek fark, ailemin beni okutmak istemesiydi. Hepsi bu. Ailenin niyeti şu ya da bu nedenle aynı değilse, hele ki çok çocuk varsa ve o çocuklar eve ekmek getirmek zorundaysa, birinin yanına çırak vermek en uygun yol tabii. Nasıl olsa okumayacaktı, hiç olmazsa eli ekmek tutsun! Sonra?
Getir götür ile başlar macera. Çay servisi, ustasının istediği anahtar takımın vermek –ki tamirhanelerin en şık yanıdır o anahtarların asılı durduğu duvar- parça gerektiğinde diğer dükkânlara koşturmak vs. Aslında genel olarak ‘koşturmak’ diyebiliriz çırakların asli işine. Konuya ilişkin kurallar sıkılaştırıldı, belki biraz değişmiştir bu işler ama 70’lerde ve 80’lerde çıraklar akşamın körüne dek çalıştırılıyordu. Bizim zil saat sekiz-dokuz gibi çalardı küçücük ve soğuktan titreyen çoluk çocuk tarafından. Rahmetli babam da dayanamadığından o saatte dükkânı açıp çırağın istediği parçayı verirdi. Böyle yetişip bu koşullarda yoğuruluyor o sert mizaçlı arkadaşlar.
İlk yıllarda çocuk işe epeyce aşina olur tabii. Bir yandan mesleği, diğer yandan ayakta kalabilmek için gerekli argo terminolojiyle, kir pas içindeki erkek dünyanın kendi kurallarını öğrenir. Ardından kalfalık ve nihayetinde ustalık aşamaları. Bu satırda aklınıza biri gelmiş olabilir ama canınızı sıkmayın, Mimar Sinan’ı düşünüp moral bulabilirsiniz! Kalfalık, çıraklıktan daha uzun sürer. Doktora ardından alınan (artık olmayan) ‘yardımcı doçentlik’ kadrosu gibi biraz! Nasıl ki üçkâğıtçı akademinin idarecileri şu ya da bu gerekçeyle kadro çıkarmaz ve doktorasını almış insanları o halde uzun yıllar sömürmek ister, işte kalfalık da böyle bir aşama.
Çıraktan hallice bir ücretle, işlerin çoğunun yaptırılabileceği bir tamirhane ‘kadrosudur’ kalfalık. Fakat kalfalığın bir aşamasında kalfalar ‘neden artık ustalığını ilan edip kendi tamirhanesini açmadığı’ sorularıyla karşılaşmaya başlar. Yine akademiden örnek vermek gerekirse, kendisine uzun süre kadro verilmeyerek sömürülen doktoralıların, o sömürüyü görmek istemeyen değerli meslektaşları tarafından ‘doğrudan doçentliğe’ başvuru için ikna edilme çabalarıyla karşılaştırmak mümkün! Doktor öğretim görevliliğinde yıllanmış akademisyenlerin en sık işittiği cümle, “Sen neden doğrudan doçentliğe başvurmuyorsun?” idi eskiden!
Eğer askerlik ve evlilik aşamaları da tamamlandıysa, bir süre sonra kalfa, ustalığını ilan edip kendi tamirhanesini açabilir. Bu, ustasıyla anlaşıp yardım alarak ya da ustaya isyan yoluyla olabilir. Ustanın ve kalfanın fıtratlarına kalmış. Oto tamirhanelerinden söz ediyorsak (ki bu yazıda öyle), kalfa, çıraktan farklı olarak hasar tespit sürüşünü yapan, araç kanalına inen, teşhis ve tedavi konusunda tek başına kararlar verebilen kişi konumundadır. Çırak ile usta arasında ara kademe. Çırağa deneyimlerini aktardığı gibi, onu en fazla ezen de kalfadır aslında. Biz de bu yollardan geçtik, diyebilmek için olmalı.
Belki hâlâ değişmemiştir bazı şeyler…
Örneğin eğer komşularınızdan biri tamirciyse, ilkokul çağının gösterişli taşıtlarından olan ‘bilyeli tornet’ yapmakta hiç zorlanmaz, ayrıca bilyenin en kalitelisini bulursunuz. Çıkma bilye çok yararlı bir yedek parçadır. Bir de ola ki arabalara meraklıysanız ve tamirciyle aranız iyiyse, bakım kanalına inmenize de izin verirler. Bir arabanın altını gördünüz mü hiç? Görmediniz değil mi? Büyük kayıp. Gerçi artık araç sahipleri arabasının kaputunu da açmıyor pek. Altta yağ kaçıran keçenin tespitini geçtim, akünün yerini bilmeyen sürücü çok. Bunlar çok ayıplanan şeylerdi eskiden!
Üstüpünün torbasından çıkarıldığı ilk an… Gres yağı… Tövbeler olsun, o nefis tiner ve benzin kokusu… Hidrolik kriko… Çaktırmadan o krikonun üzerine çıkıp dalgasını geçmek… Lokma… Bambaşka bir dünya. Ve tabii ne kadar yıkanırsan yıkan, tam olarak temizlenemeyen yağ kiri. Tamirhane çalışanlarının cilt gözeneklerine sinmiştir o karalık.
Rahmetli Hüseyin, Ramazan’da iftar verirdi tamirhanelerdeki çoluk çocuğa. Bizim salonda oruç açtıklarını çok hatırlarım. Annemin de hep büyük zevkle, isteyerek yemek yapışını. “Sevaptır” deyişini. Ne ilginç dindarlar varmış eskiden! Çalışanların, ne kadar temizlenirlerse temizlensinler ellerinden bir türlü çıkaramadıkları yağ karasıyla yedikleri yemek. Çok güzel şeylermiş aslında bunlar, şimdilerde daha fazla fark ediyorum değerini. İşte buna da ‘yaşlanmak’ deniyor.
Ayrıca tamirhane çalışanları ya da mahalledeki köklü esnaf, insanın başı sıkıştığında işe ‘el atan’ yardımcıdır. Henüz profesyonelleşmemenin güzel yanları. Her arıza ya da eşya taşımada birini bulacak haliniz yok, yardım istersiniz, elinden geleni yapar arkadaşlar. Sonra oturup çay içersiniz, yeter de artar!
Tabii eğitim sürecinde bir de, kesinlikle eğitimin parçası olması gerekmeyen, buna mukabil ceza gibi bir kültürün sonucu dayak meselesi var ne yazık ki. Nedenli ya da nedensiz, tokat yiyen çoluk çocuk. Herhalde insanın en alçaldığı anlardan biri, diğerine, karşılığı olmayacağını bildiği şiddet uyguladığı zamandır. “Eti senin kemiği benim,” denmiş bir kez. Daha da vahimi, o tokatların meslek eğitiminin doğal uzantısı olarak görülüp içselleştirilmesi. Hal böyleyken beni, bu memlekette karşılaştığımız türlü şiddet görüntüleri değil, tanık olmadığımız anların varlığı daha çok şaşırtıyor aslında.
Ezcümle, tamirhane ve tamircilerle komşuluk da mümkün. Özellikle İstanbul’da bu şekilde kurulmuş ya da zamanla dönüşmüş, konutlarla tamirhanelerin ara sokaklarda iç içe geçtiği çok semt var. Muhtemelen bir süre sonra tümü otoyol kenarlarındaki sitelere taşınmış olur. O zaman da artık, çırak ve kalfaların komşu teyzenin yemekleriyle iftar yapması mümkün olmaz. Şart mıdır? Değil kuşkusuz ama aynı zamanda hem anmalı hem de şart olan ne var ki…
Peki, şu satıra geldiğimde canımın sıcak oralet çekmiş olması!