TBMM Başkanı Kahraman’ın, laiklik konusundaki görüşleri ‘tartışma yarattı’ demek isterdim, ama ortada ciddi bir tartışma zemini göremiyorum. En tepede, Başbakan tartışma yok dedi, kesip attı. Sahi, neden yok, neden olmasın? Bence her şey gibi‘laiklik’ de tartışma konusu olmalı, herkes laiklikten ne anlıyor, niye benimsiyor, niye benimsemiyor tartışmalı.
Yıllarca, ‘laiklik’ adına din ve vicdan özgürlüğünün otoriter bir yaklaşımla kısıtlanmasını eleştirdim, laiklik ve demokrasinin buluşmasının gerekliliğini savundum. Halen aynı görüşteyim; laiklik olmadan demokrasiden söz edilemeyeceğini, demokrasi olmadan laiklikten bahsetmenin dayatma olduğunu düşünüyorum. Sonuçta, siyasi otorite ve toplumsal kuralların herhangi bir din adına meşrulaştırılmasının, din adına dayatma olmaktan başka bir şey olmadığını düşünüyorum. Bu ülkenin çoğunluğunun Sünni Müslüman olması, Sünni İslamın diğerlerine dayatılması için bir gerekçe olamaz, dahası, kendini Sünni Müslüman olarak tanımlayan insanların, yaşam biçimlerini devlet tarafından kontrol edilmesi de düpedüz din dayatması olur kanaatindeyim.
Çoğunluk ilkesi
Diğer taraftan, inançlı insanlar için din ve dünya işleri tabii ki birbirinden ayrılmaz; inanç tüm hayatı kapsayan bir şeydir, inanan inandığı gibi yaşamakta özgür olmalıdır, din bu manada kamu hayatından kovulamaz. Dahası, dini inançlarımız siyasi kanaatlerimizi de etkiler, bunu da açıkça ifade edebilmek gerekir, demokratik tartışma zemini bu bakımdan önemlidir. Sorun burada değil, dinin devlet otoritesinin zeminini oluşturması, toplumsal ve özel hayata müdahale aracı olup olamayacağıdır. Ben olmasın diyenlerdenim.
Maalesef, şimdiye kadar bu konuları özgürce tartışmak mümkün olmadı, bir yandan laikliği savunanlar tartışmaya açmak istemedi, diğer yandan laikliğe aklı yatmayan muhafazakâr, dindar, İslamcı çevreler, riske girmeden karnından konuşmayı tercih etti. Bari şimdi konuşsunlar diyorum. Nedir, laiklik konusundaki rahatsızlıkları?‘Müslümanlar, doğal olarak İslami bir devlet tarafından yönetilmeli’ diyorlar ise nedir‘İslami devlet’? Özü şudur; ‘inanç sadece bireysel hayatla yetinmek değil, doğru olanı yaygınlaştırmak, kötüğü engellemekle mükelleftir’ bunu da ancak ‘kamu otoritesi’ aracılığı ile yapabilirler. Peki kim temsil edecek İslami kamu otoritesini? Cevap ‘çoğunluğun seçtikleri’ olamaz, zira dini değerler ve doğrular ile çoğunluk ilkesinin hiçbir alakası yoktur. İslam âlimleri deseniz, kimdir onlar, ya aralarında anlaşamazlar ise hakem kim olacak? Ayrıca, İslam âlimleri, bırakın ahlaki-felsefi telakkileri, kamusal hayata ilişkin pek çok hususta, mesela Kürtçenin anadil olarak okutulması konusunda uyuşabilecekler mi?
Alternatif
‘Toplum İslami kurallara göre yönetilsin, bu açıdan İslam hukuku geçerli olsun, kim uygularsa uygulasın’ deseniz bile, hukuk olarak Osmanlı fıkıh geleneği mi, Selefi fıkıh anlayışı mı benimsenecek? Ama Osmanlı fıkıh geleneği de kendi içinde tarihsel dönüşüm geçirdi, ancak on dokuzuncu yüzyıl sonunda Mecelle yazımı ile merkezi bir yapı kazandı. Kısacası, bu konu öyle geçiştirilecek bir mesele değil. Hal böyle iken, yıllardır, muhafazakâr ve İslamcı çevreler laikliği zoraki kabul etmek durumunda kaldı, ama bunca zaman kimse ‘alternatif’ üzerine ciddi kafa yormuş değil. İslamcılar, bunca zaman, ‘Selefi-otoriter İslam devleti’ modeli dışında bir siyasi ufuk geliştirebilmiş değiller, şimdilerde bu konularda daha ciddi kafa yoran tek tük İslamcı düşünür var, onların ileri sürdüklerini konuşabiliriz. Konuşalım, nedir İslamcıların özlediği toplum ve siyaset biçimi, bir anlayalım.