- Emek, Devrim ve Yol
- 1. Şerîat
Hukûk, norm, nomos, namus ve şeriat kelimeleri eş anlamlıdır. Ancak çağımızın ne şeriat düşmanları ne de şeriat taraftarları şeriatı gerçek anlamda bilmektedir. Kimisi “Kahrolsun şeriat!” derken hukûk ve norm fikrine itiraz ettiğini bilmediği gibi “Yaşasın şeriat!” diyen de yasaların tarihsel ve değişkenliğinden haberdar değildir. Her iki zihniyet de karşıt kulvarlarda duran benzer zihinsel yaklaşımlardır. Bu nedenle şeriatı getireceğiz diyerek Arap-Yahûdî hukûk normlarını savunanlara karşı bizzat Kur’ân’ın dilinden ve devrimci Muhammed’in uygulamalarından hareketle cevap vermek bilhassa sözde dindâr muktedirlerin egemenlik kurduğu bir zeminde zorunluluk haline gelmiştir.
Şeriat, bir araziyi sulamak için su çekmek veya su içmek için su kuyusuna gitmektir. Bir konuda eşitlenmeyi de içerir.[1] Çöl Arap’ının sıcakta kana kana su içmesini hatıra getiren şeriat kelimesi Arap-Sâmi toplumlarında insan hayatında su gibi öneme sahip olan hukûk kurallarını kasteder. Çünkü hukûk tanımazlık ve töre bilmezlik şiddeti doğurur, saygıyı kaldırır; güçlüyü haklı, haklıyı güçsüz yapar. Bu nedenle hiç kimse hangi mevkide olursa olsun hesabına uymayan durumlarda şeriatın üstünde olamaz ve “Ben hukûku tanımıyorum.” diyerek küstahlık sergileyemez. Böyle diyen biri Firavunluk sergilemiş olur ve her Firavuna karşı Mûsâ gibi mücâdele etmek, Firavunun kurulu düzenine başkaldırmak devrimci Musa’nın sünnetidir.[2] Tıpkı Mekke’nin firavunlarına isyan eden devrimci Muhammed’in başkaldırısı gibi.
Şeriatı gündem yaptığımızda Türkiye halklarının pek çok kavramı yanlış tanımladığı da ortaya çıkmaktadır. Kavram kargaşasından kurtulma bağlamında bir değerler sistemine bağlı inanç ilkeleri[3] dîn diye tanımlanırken o değerleri yaşamında paylaşarak birliktelikler oluşturan topluluğa millet denir.[4] Milletin dîni yaşamak için uyguladığı hukûk düzenine de şeriat denir. Farklı dîn, şeriat ve milleti içererek evrensel insânî taleplerde birleşen toplumlara da ümmet denir. Tıpkı Medîne Vesikası’nda farklı dîn, millet ve şeriat tanımına sahip kimselerin Medîne ortak kimliğinde birleşmelerine Medîne ümmeti denilmesi gibi.[5]
- 2. Değişim
“Toplumsal törelerden bana kadar ulaşanların doğrularını onaylamak ve dîn diye uydurulmuş pek çok yükten sizi kurtarmak için ortaya çıktım. Topluma karşı sorumluluklarınızı fark etmeniz ve bu konuda benimle birlikte harekete geçmeniz için[6] size vicdân, akıl ve sağduyudan sesleniyorum. Toplum benim de sizin de besleyen, büyüten ve donanım kazanmamıza vesile olan yapıdır. Öyleyse toplumun faydasına iş yapın ve değerler üretin.[7] Çünkü yolun doğrusu budur.[8]”[9] âyetlerinde her vicdânlı sesin daha önceki vicdânın seslerini onayladığı dillendirilir. Hahamlar, Yahûdî halkını yönetmek için Tevrat’ta olmayan binlerce hükümler icat ederek halkı hem boğdular hem de kontrol ettiler. Önce Tevrat’ın bir alternatifi olarak Talmut adlı kitabı oluşturdular. Sonra da Talmut’un şerhi[10] olarak Mişnâ’yı ve Mişna’nın şerhi olarak da Gemara’yı yazdılar. Bunların dışındaki tüm yaklaşımları dîne aykırı kabul ettiler. Talmut, Mişna ve Gemara’ya kabbala[11] adını vererek bu gelenekle çatışan düşünceyi reddetme adına da “İm kabbalah nâ kabbal”[12] diye kendilerince genel geçer bir söz uydurdular. İşte devrimci Muhammed Tevrat’ın üzerine bindirilmiş ve insanları boğan süprüntülerden halkı kurtarmak için onlara ve onların şahsında çevresine çağrı yapmaktadır. Ancak dikkat edilirse devrimci Muhammed hem geçmişin olumlu törelerini devam ettireceğini hem de yeni töreler getireceğini vurgulayarak şeriat denilen hukûk kurallarının değişkenliğini dile getirmiş oluyor. Buradan da dînin tek olduğu ancak şeriatların değişken ve çok olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani adâlet tek bir kavramken onu temin eden kanun, yönetmelik ve uygulamalar ise yaşamın değişiyle uyumlu, yenilenebilir ve güncellenebilir karakterde olan bölgesel, tarihsel ve kültürel kararlardır.
- 3. Şir’aten ve Minhâc
“Eski çağların kitaplarından doğru adına ne kalmışsa onları sürdüren ve onların doğruluğuna tanıklık eden akıl, vicdân ve sağduyu mesajları senin kalbinde yer etti. Bu nedenle sen halkların arasındayken vicdân, akıl ve sağduyunun sesine kulak vererek kararlar ver.[13] Kararlarında seni saptırmak isteyenlerin oyunlarına gelme.[14] Herkesin bir yol ve yöntemi vardır, herkesin bir yoğurt yiyişi bulunur.[15] Tanrı isteseydi herkesin nitelik ve yetenekte tek tip olan bir toplum yapabilirdi.[16] Fakat o zaman her birinize verilmiş birbirinden farklı yeteneklerin bir anlamı kalmazdı. Siz yeteneklerinizi deneme-yanılmaya uğratamaz ve niteliklerinizin kullanım derecelerinizi fark edemezdiniz.[17] O halde daha iyi, en iyi olmak için birbirinizle yarışın.[18] Çünkü eninde sonunda toplumun huzuruna çıkıp topluma hesap vereceksiniz. Toplum sizden size verilenler konusunda hesap soracaktır. Hesap verirken aykırı kaldığınız veya ayrı düştüğünüz konularda size aydınlatıcı gerekli bilgiler verilecektir.”[19] âyetlerinde şir’aten kelimesi geçmektedir ve bu sözcük su kaynağına götüren yol anlamına gelir. Şeriat vicdân, akıl ve sağduyuya ulaştıran hukûk yolu iken minhâc su kaynağına giderken geliştirilmiş yol ve yöntemlerdir. Âyetlerde her topluma ait minhâcın olduğunun belirtilmesi şeriatların değişken olduğunun Kur’an tarafından ilan edilmesidir. Bu nedenle hukûk düzenleri ve hükümleri her toplumda farklı genişlik ve anlayıştadır. Unutmayalım ki dîn, yağmur; şeriat topraktır. Yağmur yağar ancak her toprak kendi özelliğine göre ürün verir. Yani yağmur sabit, toprak ve ürün değişkendir.
- 4. Emek Döngüsü
“Besleyen, büyüten ve donatan toplumun sevgisini onlar mı insanlara bölüştürüyorlar?[20] Onlar yeryüzünde geçimlerini sağlayacak farklılıklarını nasıl ki toplumdan elde ettilerse kiminin kiminden daha nitelikli imkâna ulaşması da birlikte çalışmanın motivasyonu olmuştur. Toplumun sevgisi de böyle bir mantıkla dağıtılır. Böylesi bir paylaşım kendi için toplayıp biriktirmekten daha hayırlıdır.”[21] âyeti bazılarının bazılarından üstün nitelikte olmasını birlikteliğin oluşum nedeni olarak görür. Yani elbiseye ihtiyacı olan biri terziye, ayakkabı giyecek olan kişi ayakkabıcıya, edebiyat öğrenmek isteyen kimse yazar ve sanatçıya, seyahate çıkmak isteyen bir yolcu şoföre, arabasını hareket ettirmek isteyen şoför akaryakıt satıcısına; ev sahibi olmak isteyen biri sıvacı, demirci ve inşaat işçisine; korunmak isteyen kimse emniyet görevlisine, adâlet isteyen kişi avukat, savcı ve hâkime; gözü ağrıyan göz doktoruna muhtaçtır. Bir hâkim, yamulan arabası için kaportacıya ve bir başbakan doymak için çiftçiye ihtiyaç duyar. İşte bu gerçeklik Kur’an’da bazısının bazısına üstünlüğü olarak dillendirilir.[22] Bu üstünlük tek taraflı değildir. Bir beyin cerrahı giyinmek için terzi ve tekstil fabrikasına muhtaçken bir tekstil işçisi de beyin ameliyatı için beyin cerrahına muhtaçtır. Bunların her ikisi kendi alanında bir ötekine üstündür. Yani en nihayetinde herkes herkese muhtaç olduğundan herkes eşittir. Zaman ve meslek gereği daha fazla mal ve para kazanma imkânına ulaşan biri, bahsi geçen gerçekliği görmezden gelerek para biriktiremez, mülkiyet yönlerinden ileri düzeyde olamaz. Bu nedenle bir kimse her ne kazanıyorsa toplumun sırtından kazandığı için yeterli kazanamayan veya imkânları kısıtlı olanlarla derhal paylaşım içine girmelidir. Çünkü Kur’an toplumdaki sevgi ve acımayı biriktirmenin üstünde bir değer olarak sunuyor.
Âyette geçen suhriyyen[23] kelimesi kişisel yetenek ve niteliklerin doğal yöntemlerle ortaya çıkarılması demektir. Bunun gerçekleşmesi için de kişiyi zorlayacak durumların olması lazım gelir ki mücâdele ederken kişi kendini keşfetsin ve yeteneğini ortaya çıkarsın. Herkesin yeteneğini ortaya çıkaracak bir fırsat eşitliğine ulaşması şarttır. Bu nedenle iyi bir aşçı, iyi bir kalp doktorundan; iyi bir demir ustası iyi bir avukattan; iyi bir motor ustası, iyi bir öğretmenden; iyi bir terzi, iyi bir yöneticiden; şehrin lağımını temizleyen iyi bir işçi, iyi bir âmirinden daha değersiz ve gereksiz değildir. Herkes kendi işinde önemli ve kendi yerinde gereklidir. Bu bakımdan herkes, herkesle eşittir; hiç kimse yokluk, yoksulluk ve eşitsizlikle karşı karşıya bırakılamaz; varoş yaşamlarıyla burjuva hayatının iç içe olduğu bir toplum düzeni kabul edilemez. Bir toplumun var oluşunda herkesin payı varsa, herkes üretimden ve kârdan ortaya çıkan payını âdil biçimde almalıdır. Dînlerin ortaya çıkış amacı da esasında âdil bir toplum yaratmaktır. Yeryüzünde âdil bir toplum yaratılınca dînler çağı sona erecek, vicdân, akıl ve hukûk çağı egemen olacaktır. Çünkü dînler varoluş amaçlarını gerçekleştirerek kendi kendini yok edecektir. Bunun için toplumlar, dînlerin oluşum gerekçelerini ve tarihsel serüvenlerini ön yargısız biçimde öğrenmelidir. Bu aşamada tek tehdit, dîn ve milliyetçilik kimlikleri üzerinden toplumları parsel parsel ayırıp istediği gibi güden ve toplumların bilinçsizliğinden veya çıkarlarının peşinde koşmalarından beslenen kapitalist ve abdestli kapitalistlerdir.
- 5. Gelenekten Seçmece
“Sen de işlerinde seni dinamik tutan bir yol ve yönteme ulaştın.[24] Sen bildiğin yoldan şaşma ve kendini bilmezlerin isteklerine uyma.”[25] âyetinde değişmez ilkeler el-emr kelimesiyle belirtilirken değişken ve yerel yasalara şeriat denilmektedir. Çünkü aktardığım ayetin iki üstünde[26] Mûsâ toplumuna da devrimci vicdân elçilerinin geldiği, bu sâyede halkın güç ve imkânlara ulaştığı ve vicdânî değerlere kavuştukları anlatılarak devrimci Muhammed’in de aynı içerikteki gerçeklere farklı bir şeriatla ulaştığı ve devrimci Muhammed’in bu konuda Yahûdî toplumunun kendi şeriatını üstün görmesini umursamaması gerektiği dillendirilmektedir. Böylece şeriat, her toplumun kendine göre değişen yasamaları anlamı kazanmaktadır.
Bu ayeti Zuhruf-32 ile birleştirdiğimizde Yahûdî, Hristiyan, Sâbiî ve Müslüman[27] toplumların kendilerine ait yetenekleri birleştirerek birinde olup da diğerinde yeterli düzeyde olmayan yetenek, deneyim ve olanakların insanlık menfaati için ortaklaşa kullanılması anlamı çıkar. Yani her kültürel ve toplumsal enerji sinerjiye dönüştürülmelidir. Bu yaklaşımı dikkate aldığımızda hem devrimci Muhammed’in hem Kur’an’ın geçmişe ait deneyim ve faydalı uygulamaları devam ettirdiği görülecektir.
- 6. Devrim Rûhu
“Kur’ân’ın kaynağı varlıklara babalık eden, onları doyuran, besleyen ve büyütendir. Kur’ân, halkı uyandırman için anlaşılır bir Arapçayla[28] ve toplumsal kirlere başkaldıran ideolojik çıkışın nedeniyle gönlünde doğdu.[29] Daha önceki zamanlarda da Kur’an’ın benzeri hikmetli sözler söylendi.[30] İsrail oğullarının bilginlerinin bu gerçeklikten haberdar olması söylediğin sözlerin doğruluğu konusunda kanıt olarak yeter.”[31] âyetlerinde geçen zubur, içinde hikmetli sözlerin olduğu eserlere denir. Ayrıca kulaktan kulağa anlatılageldiğinden hafızalarda sürekli yaşatılan sözleri de kasteder. Kral Davut’un kitabında da yasalar yerine hikmetli sözler bulunduğundan kitabına Zebur[32] adı verilmiştir. İlginçtir ki bu âyetler Kur’an’ın benzersiz olmadığını, daha önceden de Kur’an gibi eserlerin olduğunu ve Kur’an’ın da bunların devam ve tekrarı olduğunu belirtir; Tevrat’ın kitaplarını[33] bilen Yahûdî bilginlerini de bu konuda tanık tutar. Kur’an, bu nedenle kendinden önceki davranış biçimlerine pek dokunmaz. Onlar üzerinden yeni zihniyetini inşa eder. Çünkü Kur’ân’ın söylemleri eskiden söylenen ve anlatılagelen sözlerden farklı bir şey değildi. Eskiden var olan söylemleri eyleme geçirecek cesarette birilerine ve Mekke zulmünü devirecek yeni bir atılım ve rûha ihtiyaç vardı. Bu rûh da Mekke yetimlerinden bir yetim olan devrimci Muhammed oldu.
Rûhu’l-kudüs, “Kendini ve toplumu kirlerden temizleme hareketi” demektir. Hata ve eksiklik somut ve soyut pislik üreteceğinden dolayı hatalardan kaçma hareketi, hataları yok etme hareketi anlamlarına gelir. Geleneğin bu tamlamayı hemen melek Cebrâîl diye çevirmesi sadece bir ön yargıdır. Rûhu’l-emîn de güvenilir olanın hareketi, güven hareketi, emniyet hareketi anlamlarına gelir. Peygamber denilen vicdân, akıl ve sağduyu elçileri toplumda sosyal ve psikolojik arınma süreci yaşayarak toplumda hareket başlatırlar. Böylece Arap-Sâmi toplumlarında temiz ruh, güvenilir ruh olarak adlandırılırlar ve öncü oldukları misyonun insanlığı kölelik, sömürü, zulüm, adaletsizlik ve eşitsizlik kirlerinden kurtarması nedeniyle temiz ve güvenilir olduklarını ispatlamış olurlar. Hindistan’ın efsane lideri Gandi için de Hint halkı mahatma[34] ünvanı kullanmıştır. Dolayısıyla topluma önder kişiliklere rûh ünvânı vermek Ortadoğu kültüründe çağlar boyu devam eden yaygın bir söylemdir. Hint-İran kültürünün izlerini taşıyan Şiî dünyasında da Tanrı’nın isteğine göre bir hareket ürettiği düşünülen önderlere ruhu’l-lâh[35] ünvanı verilir.[36] Dolayısıyla Kur’ân burada tarihsel bir dil üzerinden devrimci Muhammed’in başlattığı hareketi tanımlamaktadır.
Tanrı’nın ruhu veya Allah’ın gölgesi tamlamaları bölgesel bir dildir ve Arap algısının işleyişinde tarihsel bir yeri vardır. Ancak kimileri Emevîler gibi bu tür söylemler üzerinden halklar üzerinde Tanrılık kurmaya çalışmışlardır. Emevîler, bir hadîs uydurmacılığı eseri olarak krallarına zillu’l-lâh[37] ünvanı vererek karizma yakalamaya çalışmışlar ve onların saltanat putçuluğuna mirasçılık yapan zihniyetlerini Osmanlılar da sahiplenmişlerdir. “Krallar, yeryüzünde Tanrı’nın gölgeleridir.”[38] biçiminde aktarılan bu uydurma hadîs Mâverdî’nin Abbasilere, İbn-i Teymiye’nin Memluklülere karizma kazandırma endişesine benzer kasıtlı bir hatadır. Öyle ki Kur’anla hiçbir noktası örtüşmeyecek olan “Altmış yıl diktatör bir sultanla yaşamak, bir gece sultansız yaşamaktan daha iyidir.”[39] biçimindeki Tanrı-Kral tiplemelerini yüceltici ifadeler, saraylarda beslenen ve sultan sofrasının kemiklerine talip olan ulemânın uydurmalarıdır. Çünkü yöneticilere köpeklik yapan bir kısım ulemâ, toplumda sınıflaşma yaratan ve bu nedenle egemenliğini zulümle ayakta tutan efendisine karşı borcunu uydurduğu hadîsler, verdiği fetvâlar, uyuşturduğu vaazlar ve toplum mühendisliği projesi olan mezhepçilik ile ödedi. Şimdi asırları aşan bu aptallıklara karşı çıkanlar Ehl-i Sünnet düşmanı ilan edilmektedir. Çok şükür ki mezhepçi, sultancı, devletçi, tek adamcı, sözde sahîh hadîsçi, tarîkâtçı, cemaatçi; devletin sembol, kurum ve yetkililerine tapıcı niteliklerle kimlik kazanan Ehl-i Sünnet mezhebinden değilim. Eğer gerçek bir sünnet ehli varsa ve bu da Kur’an’ı dosdoğru anlamanın sapasağlam uygulaması ise o durumda tarihselci bakış açısına sahip olmak gerçek bir sünnet ehli olmaktır. Ancak mezhep kiriyle bulanmış, hadîs uydurmalarıyla çirkinleşmiş, fetvâlarla yalakalığını ilan etmiş, yöneticilerin başyalaması olmuş ve devrimci İslâm’ı uyuz bir ritüel dîndârlığına dönüştürmüş Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat hizbine[40] karşı olmak Kur’an’a yandaş, devrimci Muhammed’e yoldaş olmaktır. Bu satırların yazarı kendini Şiî ve Sünnî bataklıklarından arındırmış dupduru bir Muhammedî barış ve devrim yolunu seçmiş biridir.
- 7. Devrimci Elçiler
“Daha sonraları eski devrimcilerin takipçisi olarak Meryem oğlu İsa toplumsal yasa ve törelerin[41] doğrularını onaylayan biri olarak ortada görüldü. İsa, halkına doğru yolu gösterme ve onları aydın kimseler yapma amacıyla yasa ve törelerde doğru adına ne kalmışsa hepsini devam ettirme, yanlışlardan sakınmak isteyenlere rehberlik yapma ve gönlü yumuşatan bir öğüt verme maksadıyla müjdeler getirdi, müjdeli sözler[42] söyledi. İsa’nın müjdesine güven duyanlar ondaki vicdân, akıl ve sağduyu mesajlarına uygun davransınlar.[43] Vicdân, akıl ve sağduyunun gereğini yapmayanlar[44] deliğinden fırlamış fare gibi gerçeklerden kaçanlardır.[45] Sen de gerçeğin dili, senden önceki bilgi ve haberlerin doğrularını onaylayan,[46] geçmişten gelenlerin eğrisi ile doğrusunu ayırt eden, toplumsal sorunlarla ilgilenen, doğrulara tanıklık eden[47] biri oldun. Bundan böyle onların arasında sevgi, acıma, adâlet; ölmemiş algı, öldürülmemiş kavrayış, ön yargılarla körelmemiş yaklaşım ve sadece gerçeğin peşinde koşan saf akılla karar ver.[48] Vicdân, akıl ve sağduyunun sesini kısarak onları dinleme. Herkesin bir yoğurt yiyişi, bir tarzı vardır. Tanrı isteseydi hepinizi tek tip bir toplum[49] yapardı. Ancak bu durumda herkesin farklı yetenek ve niteliğini uygulama becerisi ortaya çıkmazdı.[50] Niteliklerinizi hayırlı işlerde yarıştırın.[51] Çünkü eninde sonunda yaptıklarınızı toplumdan gizleyemeyeceksiniz. Toplumsal vicdân, aranızdaki çekişmeler konusunda kararını verecektir.”[52] âyetleri İsa ve Muhammed üzerinden vicdânî gerçeklerin bir süreçle devam ettiğini, Muhammed’in ilk devrimci elçi olmadığı gibi devrimci elçiliğin devamının da vicdânî bir yasa olduğunu belirtmektedir. Yeryüzünde adâlet, eşitlik, merhamet, sevgi, kardeşlik ve özgürlük için çaba ortaya koyan herkes devrimci vicdân elçisi olduğu gibi bu değerleri savunan her eser devrimci bir kitaptır. Bu bağlamda Kur’ân ve Muhammed vicdân, akıl ve sağduyunun ne ilk mesaj ve mesajcısı ne de son bildiri ve bildiricisidir. Bu yasa insanlık var oldukça sürecektir. Çünkü sünnetu’l-lâh denilen Tanrı davranışı, yani evrende var olan vicdân, sağduyu ve aklın evrensel değerleri değişmezdir; tüm zaman ve çağları kapsar. Bu nedenle yeryüzünün her neresinde hayır, barış ve adâlet için bir eylem varsa, kıyasıya bir mücâdele ortaya konuyorsa orada Müslim (barış hareketi üyesi), mümin (güven hareketi üyesi), devrimci vicdân elçiliği ve vahiy denilen devrimci dönüşüm mesajları vardır. Her nerede bir bilgi karartması, despotik dayatma varsa; özgür düşünüp serbestçe konuşma, yaşam hakkına saygı duyma hakları yoksa orada şeytanın[53] egemenliği vardır. Kur’ân, bu beldeye özgürlük, eşitlik ve barış gelene kadar savaş ilan eder. Barışın olduğu yerdeki tek rekâbet, “Kim daha iyi, daha güzel ve daha faydalı işler ve üretimde öne çıkacak?” yarışıdır. Bu yarışta yarıştığın kişinin iyiliği de dikkate alınır.
- 8. Devrimin Kökleri
“Yoksa ‘Muhammed, Kur’ân’ı kendi uydurdu.’ mu diyorlar? Onlara ‘Kur’an’ı uydurmuş olsam toplumdan gelecek olumsuz tepkiyi siz bile önleyemezsiniz. Halk, sizin niçin böylesi saçmalıklarla bana karşı çıktığınızın farkındadır. Sizinle benim aramda vicdân ve sağduyu hakemdir.[54] Çünkü bağış, sevgi ve merhametin kaynağı kaybedilmemiş olan vicdân ve sağduyudur.’ de. Onlara ‘Vicdân, akıl ve sağduyu sahibi devrimci elçilerin ilki değilim. Ne kendimin geleceği ne de sizin geleceğiniz hakkında bir fikrim var. Sadece yüreğimin sesini dinliyorum. İçime doğan anlamlara uygun hareket ediyorum. Sizi gizlisi saklısı olmayan bir uyanışa[55] çağırıyorum.’ de.”[56] âyetlerinde vicdân, sağduyu ve aklın devrimci elçisi Muhammed, kendinin daha öncekilerden farklı olmadığını söyleyerek yukarıdaki âyetleri destekler. Böylece devrimci vicdânlardan fışkırıp çıkmış ve tüm çağlarda geçerliliğini korumuş evrensel mesajların farklı zamanlarda ve farklı dillerde sürekli tekrarlandığı, vicdânından konuşan tüm devrimci eylemcilerin Tanrı elçisi olduğu belirtilmiştir.
Muhammedî devrimin ana karakterinin geçmişi silip süpürme değil, geçmişin olumlu deneyimlerini devam ettirme olduğunu Ömer ile Peygamber’in bir diyaloğunda da görürüz. Ömer, Peygamberle bir konuşmasında Câhiliye Devri’nde Kâbe’de bir gece itikafta kalmayı adadığını ancak uygulamadığını söyleyince Peygamber, Ömer’e “Adağını yerine getir.” der.[57] Kur’ân’dan Sümer tabletlerine doğru yaptığımız bir zaman yolculuğu Kur’ân’ın kadîm[58] doğruları tekrarlayan ve ortak insanlık suçlarıyla mücâdele eden bir sözler koleksiyonu olduğunu gösterir.[59] Devrimci Muhammed’in Kur’anla yaptığının bir benzerini Halîfe Ömer Medîne’de Yahûdî sinagoglarına gidip onların kitaplarını inceleyerek göstermiştir.[60] Kur’an tüm kadîm dönemlerden günümüze gelen vicdân, akıl ve sağduyu değerlerine uymayan kimseleri kâfir,[61] zâlim[62] ve fâsık[63] olarak niteler. Peygamber’in içinde doğan tepkilerin başını örttüğü sırada zihnine gelmesi veya başına bir örtü örterek kendisiyle baş başa kalıp gönül ve zihninin açılması, daha derin düşünerek bir kanaat sahibi olması Câhiliye Devri’nin kâhinlerine benzer bir davranış olduğundan Kur’an onun bu durumunu görenlere devrimci Muhammed’in sözleri kâhin sözü gibi yalan, hile ve sömürü sözü değildir, hatırlatmasında bulunur.[64] Bu durum devrimci Muhammed’in vicdânî hesaplaşma ve zihinsel üretiminin bir konsantrasyon ve odaklanma içinde oluştuğunu da gösterir.
- Kur’ân ve Câhiliye Devrini Yakından Tanıyalım
- 1. Yaşamın Kur’ânda Devamı
“O devrim elçileri toplum vicdânında yer etmiş değerlerin yönlendirdiği kimselerdir. Sen de devrim elçilerinin yolundan git. Halkına ‘Söylediklerim için sizden parasal, maddî bir ücret beklemiyorum.[65] Kur’ân sadece özünüzdekileri hatırlatandır.’ de. Onlar ‘Tanrı kimsenin zihin ve gönlünde açılımlar yapmaz.’ derken vicdân, sağduyu ve aklı yeterince tanımadıklarını gösterdiler.[66] Onlara ‘Musa’nın yol gösterme ve aydın insanlar üretmek için getirdiği kitap nasıl oluştu? Kendisiyle yüzleşmekten çekindiğiniz ancak gösteriş olsun diye elinizde tomar halinde gezdirdiğiniz kitap nasıl meydana çıktı? Sizin ve atalarınızın bilmediği gerçekleri anlatan öğreti nasıl biçimlendi? Elbette vicdân, sağduyu ve akıl sayesinde oldu.’ de ve onları bataklıkta debelenmeleriyle baş başa bırak. Kur’ân içinde Kâbe’yi barındıran anakenti[67] ile onun çevresindeki halkları uyarman için gönül ve zihin dünyandan fışkırmış, bolluğa kaynaklık eden, kendisine kadar gelmiş tüm doğruları onaylayan vicdân, akıl ve sağduyu sözleridir. Yaşamın aşama aşama sürdüğünü kabul eden ve aralarında dayanışma ile destekleşmeyi koruyan kimseler Kur’an’ın gerçekliğine güven duyarlar. Tanrı hakkında saçma sapan konuşan, kendinde vicdân, akıl ve sağduyudan mesajlar olduğunu iddiâ eden veya vicdân, akıl ve sağduyunun zihin ve gönüllerde anlam ve açılım yapması gibi benim gönlüm ve zihnimde de açılımlar gerçekleşecek diyen kimsenin gönül ve zihin karanlığı ortadadır. Işığı sönmüş bu kimseleri ölüm sancısıyla kıvranırken bir görmeliydiniz. Canı bedenden uzaklaştıran doğa yasaları[68] onlara ‘Hadi, istemediğiniz canınızı çıkarın bakalım. Toplum vicdânında yer etmiş değerleri değersizleştirme isteğiniz ile evren, doğa ve psikoloji yasalarını görmezden gelmenizden[69] dolayı işte bugün onur kırıcı bir sonla karşılaşacaksınız.’ dercesine hatırlatmada bulunur. Toplum onlara ‘İlk yaratılışta olduğu gibi kamuoyu önüne tek başınıza çıkarıldınız. Hayaliyle mutlu olduğunuz servetleriniz gerilerde kaldı. Güç ve karizma bakımından Tanrı ile eşdeğer kabul ettiğiniz Tanrı ortaklarını yanınızda göremiyoruz. Artık şunu kabullenin ki Tanrılık vererek topluma karşı üstünlük yapmalarını onayladığınız torpilcilerinizle aranızdaki bağ büsbütün kopmuş ve dost bildikleriniz de sizi terk etmiştir.”[70] âyetleri Kur’an’ın yerel ve tarihsel olduğunu göstermesi yanında vahiy denilen bilgi ve haberin insan zihninde hızlı ve aniden parlamasını öne çıkarır. Ayrıca âyetlerde devrimci Muhammed’in de kendinden önceki vicdân ve barış elçileri gibi halkını uyarması gerektiği dillendirilir. İlgili âyetlerde Kur’ân’ın oluştuğu çevrede yaşam süren halkları uyarması için Muhammed’in gönlünden fışkırıp çıktığı belirtilir. Böylece Kur’ân’ın varoluş sürecinin yerel ve tarihsel olduğu, ancak yaşanmışlıklardan çıkan ana fikir ve temaların evrensel olduğu belirtilmiş olur. İşte bu sebeple Kur’ân’ı anlamanın yolu Câhiliye Dönemi’ni tanımaktan geçer. Çünkü Kur’ân Câhiliye Devri’nin üslup ve diliyle konuşur. Ayrıca İslâm, toplumda iyi, güzel ve fayda için motivasyon oluşturan Cahiliye Devri ritüellerine karşı çıkmamıştır.[71]
Devrimci Muhammed’in anıları, düşünceleri, hedefleri ve yaşadıklarını içeren Kur’ân; evrensel mesajlar vermek için yerel ve tarihsel olay ve olguları aktararak yazılış ve oluşum süreci bakmından tarihsel bir metin olduğunu, ancak içinden evrensel mesajların da çıkarılabileceğini göstermiştir. Zaten tüm yerel eserlerden evrensel hükümler çıkarılabilir. Bir eserin dil ve kültür yönünden yerel olması evrensel değerler taşımadığı anlamına gelmez. Örneğin Victor Hugo’nun Sefiller romanının Fransa monarşisinin olayları üzerinden kurgu yapması onun evrensel mesajlar taşımadığını göstermez. Bu bağlamda Kur’ân’ın yerel ve tarihsel karakterine uygun şu örnekleri verebiliriz:
Fil olayı,[72] Kâbe’ye mallar getirerek Kâbe’deki putlar için kurbanların kesilmesi,[73] Peygamberin eşi Ayşe’ye iftira atılması,[74] Ayşe’ye zina suçlaması yapıldığında Ömer’in “Bu büyük bir iftiradır.” çıkışı,[75] Bedir ve Uhud savaşları,[76] Yahûdîlerle ilişkiler;[77] salât, oruç, hac, zekât, karz-ı hasen gibi toplumsal yardımlaşma eylemleri, zıhar meselesi,[78] Arap hacıların hacdan eve döndüklerinde evlerine evin kapısından girmemeleri âdeti,[79] boyunlara halka geçirilmesi,[80] göğün yedi kat diye tanımlanması,[81] hurma lifi teşbihi,[82] deve iğne deliğinden geçerse tabirinin kullanılması,[83] Yahûdîliği seçen Himyeri kralı Zu-Nuvas’ın Hristiyanları Uhdûd denilen içi ateşle yanan çukurlara atmasının anlatılması,[84] aslandan kaçan yaban eşeği benzetmesi,[85] şehrin ileri gelenlerinin devrimci Muhammed’e söyledikleri “Eğer kabilen arkanda durmasaydı seni taşlayarak öldürürdük.” tehdidi,[86] özellikle Temim kabîlesinde kızları diri gömmenin yaygın olması;[87] Kâbe’ye Lât, Uzza ve Menat totemlerinin konulması,[88] Medîne’ye göç edildiğinde devrimci Muhammed’in Yesrip kralı olacağı korkusu yaşayanların korkularını giderecek sözlerin aktarılması,[89] Mekke’nin tarıma elverişsiz bir vadi olması,[90] Kâbe’yi İbrâhîm’in yaptığı,[91] Mekke’nin zenginlikten şişmiş kimselerinin devrimci Muhammed’e “Ayak takımı dışında seni takip eden kimse yok.” diyerek onun sözlerini dinlemekten kaçınması[92] gibi olay ve durumlar Mekke ve Medîne’de yaşanmış veya söylenmiş olan tarihsel aktarım ve deneyimleridir.
- 2. Devrimin Dili ve Ortamı
İncil’deki “Dileyin size verilecek; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır. Çünkü her dileyen alır, arayan bulur, kapı çalana açılır. Hanginiz kendisinden ekmek isteyen oğluna taş verir. Ya da balık isterse yılan verir. Sizler kötü yürekli olduğunuz halde çocuklarınıza güzel armağanlar vermeyi biliyorsanız göklerdeki Baba’nızın kendisinden dileyenlere güzel armağanlar vereceği çok daha kesin değil mi?”[93] âyetleri Kur’an’da “Eğiten, büyüten, sizi çepeçevre kuşatan ve donatan toplumunuz ‘Bizden isteyin ki isteklerinize ulaşabilesiniz. Yoksa halk için eylem ortaya koymayı kendilerine yediremeyenler[94] aşağılanmış olarak ateşle çevrileceklerdir.’ dedi.”[95] âyetiyle devam etmektedir. Yani vicdânın sesi insanlık var olduğundan beri çağlar boyu süregelmektedir. Vicdân farklı topraklarda farklı tını, ses ve sözle sürekli dile gelir ve gönüllerde taht kurar. Bu nedenle Kur’an’ın tarihselliği denilince ilk olarak onun diliyle söze başlamalıyız.
Kur’ân’ın Arapça ile ilgili ne söylediği bilinmedikçe tarihsel yaklaşım eksik kalır. “Elif, lâm, râ. Kur’an, tüm övgüleri hak eden, işleri kusursuz olan; besleyen, büyüten ve donanım veren Tanrı’nın isteğiyle karanlık tiplerden aydın kişiler çıkarman için vicdânında oluşan en kısa ve en hızlı haberdir.[96] Yer ve göklerde her nereye baksanız Tanrı’yı görürsünüz, tümünün sahibi Tanrı’dır. Bu gerçeği görmemek için bilinçli biçimde gözünü kapatarak gündüzünü gece yapanların vay haline! Onların canı çok yanacaktır. Çünkü onlar düşük düzeyli yaşamı devrim sonrası kurulacak üstün yaşama tercih ederler; vicdân, akıl ve sağduyu yolundan insanları uzak tutmak için gerçekleri çarpıtmak isterler. Hatta vicdân, akıl ve sağduyu yolunu dolambaçlı, karmaşık ve tutarsız hale getirirler. Böylece derinden bir saptırma içine girerek vicdân, akıl ve sağduyudan uzaklaşmaya neden olurlar.[97] Her devrim elçisi, mesajını anlaşılır biçimde ulaştırmak için kendi toplumunun diliyle konuşur.[98] Devrim elçisinin apaçık sözlerinden sonra toplum her bireyi kendi tercihine göre bir yere konumlandırır. Kimini yüz üstü bırakır, kimini de yöneldiği doğru yolda yürütür. Çünkü sağduyulu kolektif akıl, toplum vicdânı, kamuoyunun vicdânî bilinci daima bilgece yönlendiren ve hikmetli sonuç elde eden niteliktedir.”[99] âyetleri vicdânı ölmemiş, ön yargılara hapsolmamış; barış, eşitlik, kardeşlik, özgürlük ve adalet duygularına karşı cephe almamış toplumsal bilinç düzeyinden bahsetmektedir. İşte bu kıvamdaki bir toplumun yönlendirmesi yeryüzünü cennete çevirecek tek gerçekliktir. Ayrıca âyetler her toplumun kendi ana diliyle doğruya yönlendirileceğini, sağlıklı iletişimde kişinin anladığı dil sayesinde mesajın hedefine ulaşabileceğini vurgulamaktadır. Böylece hiçbir dilin bir ötekine üstün ve seçkin olmadığı da vurgulanmış oluyor. Çünkü her toplumda vicdân, akıl ve sağduyu çağrısı yapan bir devrimci olmuştur,[100] devrimci Muhammed’den sonra da devrimciler olacaktır. Zira yanlış, sömürü, eşitsizlik ve özgürlük düşmanlığı eylemlerine karşı daima Tanrı’nın verdiği yeteneklerle başkaldıranlar olacaktır. Adâlet, özgürlük, kardeşlik ve barış yurdu için hegemonik[101] düzenlere isyan eden herkes vahyin yolunda bir elçi, bir devrimci, bir devrim elçisidir. Ancak “Eğer istenilseydi tüm köylere kadar her yerde halkın vicdânını uyandıran devrim elçileri çıkardı.”[102] âyeti kimi beldelerin toplu intihar ettiğini, doğru yoldan sapma konusunda birleştiğini ve içlerinden vicdân patlaması yaşayan kimselerin çıkmasına izin verilmediğini anlatır.
Mekkeli egemen güçlerin Mekke dışından gelen hacı adaylarına şehir dışından yiyecek ve giyecek getirmelerini yasaklaması,[103] hacı adaylarının Mekke içinden alışveriş yapmalarını zorlaması ve buna dinsel sahtelikler uydurarak dayanak oluşturmak suretiyle zenginleşmeleri,[104] ürettikleri sembolik heykellere tanrılık veya Tanrı’ya aracılık karizması verenlerin devrimci Muhammed’e “Güçlü olmazsak düşmanlarımız bizi yurdumuzdan sürüp atar, bu nedenle ekonomik güç tekelleri[105] oluşturmamıza neden olan Kâbe kaynaklı dinsel karizmadan vazgeçemeyiz.” biçimindeki itirazı,[106] Medîne’nin asıl adının Yesrib olduğu,[107] çöl halkının kabalığı;[108] Kâbe merkezli ticaretin güven içinde yapılması için genelde muharrem, recep, zi’l-kâde ve zi’l-hicce aylarının barış ayları kabul edilmesi,[109] Mekke ve Medînelilerin kutsadıkları putların kabileyi Tanrı’ya yakınlaştırdıkları düşüncesi,[110] putların bir arada tutulduğu ve tapınma ritüellerinin yapıldığı alana tağut denilmesi,[111] devrimci Muhammed ile Hristiyanların arasında kendi devrinde Yahûdîlere göre daha sıcak ilişkilerin olması,[112] ateş ve sıcağın rahatsız edici olması nedeniyle kötülüğün şeytan kelimesiyle sembolleştirilmesi,[113] Ficar Savaşları nedeniyle Mekke’ye egemen olmak isteyen ve bu amaçla kabîlelerin birbirleriyle savaşmalarında derin ve ciddi etkisi olan Sâsânîlerden hoşlanmayan devrimci Muhammed’in Bizans-Sâsânî savaşında Bizans’ı tutması,[114] devrimci İsa’dan önce Yahûdî zihniyetine karşı çıkarak Basra’ya yerleşmiş olan Yahya taraftarı Sâbiîler hakkında olumsuz sözler söylenmemesi;[115] Mekke’de Zerdüşt/Mazdek fikrini benimseyen Ebu Süfyan, Velid bin Muğire, Âs bin Vâil, Ubey bin Halef, Ukbe bin Ebû Muayt, Nadr bin Hâris, Münebbih bin Haccâc ve Nubeyh bin Haccâc’ın Kureyş zındıkları diye tanınması ve bunların ölüm sonrası dirilişin olmayacağı iddiâsına karşı cevap verilmesi[116] Kur’an âyetlerinin belli bir coğrafya, belli bir kültür ve tarihten çıktığını göstermektedir. Çünkü bunların hiçbiri Orta Asyalı bir çoban, Avrupalı şato sahipleri, Kanada’da yaşayan yerli, Afrikalı zenci ve Latin Amerikalı İnka için çok anlam ifade etmeyen Arap kültür ve tarihidir.
- 3. Sâmi-Arap Gerçekliği
Kur’an’ı okuyan biri geleneksel Arap yaşam biçimi üzerinden konuşan ve çözümlemelerini de bu anlayışa uygun bir mantık ve dille açıklayan bir metin ile karşılaşır. Arap olmayan yabancı bir okur, Kur’an’ın tarihsel arka planını bilmediği sürece Kur’ân’ın doğrudan tercümelerinden pek bir şey anlamaz. Bu nedenle Kur’ân üzerinde söylenen her söz sırasında âyetlerin tarihsel ortamı, Arapların kültürel yaşamı ve Ortadoğu’nun o günkü siyasal, dînsel, hukûksal ve ekonomik ilişkileri dikkate alınmalıdır. 8 Haziran 632’de Medîne’de ölen ve kurutulmuş et yiyen bir kadının oğlu olan devrimci önder Arap Muhammed’in kendi toplumsal koşullarında söylemleştirdiği Kur’ân, 2025 ve sonrasında yaşayan Anadolu halklarına seslenmez. Çünkü aradaki 1393 yıllık fark bir yana kültürel ayrımların da olması âyetlerin tarihsel arka planının bilinmesini gerektirir. Fakat tarîkât ve cemaatlerin yanında Kur’ân kursu, İmam Hatip okulları ve İlâhiyât fakültelerinin de Kur’ân’ın arka plânını öğretmekten kaçınması, tarihselci yaklaşımları inkâr ve zındıklık olarak suçlaması kariyer ve konforlarının sarsılması korkusuyla kaçındıkları bir savunma biçimidir. Ayrıca Kur’ân ve devrimci Muhammed’in tarihsel rolleri, yerel kimlikleri, Müslüman tanımının herhangi bir dîne ait olmayı değil evrensel barışçılığı temsil etmesi; mezhep, cemaat ve tarîkâtın Kur’ân’daki dînin dışında oluşturulmuş yeni bir dîn olduğunun fark edilmesi gibi gerçekliklerin ortaya çıkması istenmemektedir. Çünkü bu durumda sözde İslâm ülkelerindeki pek çok kurum, kuruluş, vakıf ve derneğin yok olmakla yüzleşmesi; şeyh ve kanaat önderleri denen kimselerin parasal ve rantsal imkânlarının tükenmesi, resmî eğitim sistemi ile derin devlet yapılarının halkı güdememesi sonucunu doğurur. İşte tarihselci İslâmî yaklaşım en başta dînci siyaset ensafı olmak üzere her türlü ekonomik, hukûksal, psikolojik ve toplumsal egemenler için en gerçek ve tek gerçek tehlikedir. Bu nedenle tarihselci devrimci İslâmi bakış, geleneği putlaştıranlar tarafından şiddetle reddedilmekte ve insanların gözünden düşürülmek için iftiralarla mahkûm edilmeye çalışılmaktadır. Bu önemli hatırlatmaların ardından Arap toplumunu ve bunun Kur’ân’a yansımalarını takip etmeye devam edelim.
- 3. 1. Detay
Mekke ve civar Araplarında kabîle asabiyesi[117] esastı. Öyle ki Mekke’de Müslümanlara ticaret ve gıda boykotu uygulandığı dönemlerde devrimci Muhammed’i sırf kabîle damarıyla koruyan anti-Muhammedî Haşim oğulları sülâlesi de boykottan nasibini aldı. Bedir Savaşı öncesinde Kâbe’de Tanrı’ya duâ eden Ebu Cehil “Akrabalarla ilişkisini koparan Muhammed ve adamlarını helak et!”[118] diye istekte bulunmuştur. Mekke’de Kureyşli olan biri diğer Araplardan, Araplar da öteki kavimlerden üstün kabul edilirdi. Bir kölenin öldürülmesine hiçbir itiraz olmazdı. Çünkü herkes mülkünde istediği gibi kullanım hakkına sahipti. Bir kabîleye sığınmış veya kölelikten azat edilmiş kimselere mevâlî denirdi ve bunların özgür Arap kadınlarıyla evlenmeleri yasaktı. Peygamber’in eşi Zeynep’in ilk kocası olan Zeyd ile anlaşamamasındaki psikolojik sebep Zeynep’in kendini bir mevâlî ile evlenmeye layık görmemesi ve kendini aşağılanmış kabul etmesi kabulü yatar.
- 3. 2. Detay
Câhiliye Devri’ne ait bir anlayış olan özgür-mevâlî çekişmesi özellikle Emevîler tarafından yasalaştırıldı. Emevîler Araplardan özgür kadın ve erkeğin mevâlî ile evliliğini yasakladı, yasağa rağmen evlenenler dövüldü, saç ve sakalı kesilerek aşağılandı ve boşanmaya zorlandı.[119] Hatta mevâlî ganimet payı almasın diye ordunun seferlerinden uzak tutuldu.[120] Bu uygulama daha sonraları Sünnî fıkhın evlilik kuralları arasına soy denkliği (küfüv) adıyla sokuşturuldu. Araplar tazminat bedelini deve üstünden hesaplardı. Örneğin kişi diyeti yüz deveydi. Mekke ve civarında İslâm öncesinde Yahûdî, Hristiyan, Sâbiî, Zerdüşt/Mazdek inancına bağlı olanlar ile İbrâhîm gibi davranıp putlara kurban kesmeyen Hanifler de vardı. Totemcilik ise hem bir ticaret aracı hem de inanç sembolüydü.[121]
- 3. 3. Detay
Zerdüşt-Mecûsî kültürünün Araplar ve Mekke üzerindeki etkileri yadsınamaz. Çünkü Zerdüşt inancında iyi-kötüyü ayıran kıyâmet gününün geleceğine, âhiret âleminde bir terazi kurulacağına, bıçak gibi keskin bir köprüden geçileceğine, köprüden günahkârların geçemeyerek cehenneme düşeceğine, iyi erkeklerin kızlarla birlikte zevk âlemine dalacağına, iyiler için taze sütten nehirlerin olacağına inanmak şarttı.[122] Kur’ân Arapların bildiği bu anlatıyı aynen kullanarak cennet betimlemelerini buradan yapmasıyla bölgesel ve tarihsel bir söylem olduğunu bir kez daha göstermiştir.
- 3. 4. Detay
Mecûsîlikten Araplara geçen kimi âdetler de önemliydi. Mecûsîler beş vakit tapınır ve tapınma öncesinde temizlik yaparlardı.[123] Mekkeli Arapların çok iyi tanıdığı Sâbiîlerde duâ biçiminde tapınma, abdest, oruç, mübarek gün, kutsal tapınak ve hayvan kurban etme ritüelleri vardı. Sâbiîler totemlere tapınacak biçimde kıyam, rükû ve secde yapmaz; sarhoş eden içecekleri içmezlerdi. Çok daha ilginci dînlerini Âdem’den başlayan, kendilerine kadar devam eden bir inanç süreci kabul ederler ve âhiret denilen bir günün geleceğinden bahsederlerdi.[124] Mekkelilerin başlangıçta devrimci Muhammed ve arkadaşlarını Sâbiî olmakla tanımlamaları bu nedenle boşuna değildir.
- 3. 5. Detay
Arapların Güneş’e tapanlarından kimileri çocuklarına Abdu’ş-Şems[125] adını verirler; Güneş’in doğuş, tepede duruş ve batışı sıralarında olmak üzere günde üç vakit tapınma ritüeli gerçekleştirirlerdi. Bunların paralel izlerini Kur’an’da sürebiliriz. Devrimci Muhammed, Bedir Savaşı’nda alınan esirleri tazminat[126] veya af yoluyla affetmişken Mekke’nin zındık denilen meşhur sekiz kişisinden[127] ikisini[128] ölümle cezalandırmıştır. Bunun nedeni zındık olmaları değil, katliam, zarar ve bozgunculuklarından vazgeçmemiş olmalarıydı.[129]
- 3. 6. Detay
Süryânîler, tapınaklarına mesgeda derdi. Mekkelilerin mescid kelimesi de buradan gelmektedir. Kur’ân “Ey toprağın oğulları! Hangi mescide Tanrı’yı anmak için giderseniz gidin, gittiğinizde çıplak biçimde olmayın, bayramlık veya misafirlik elbiselerinizi giyin; mescitlerde yiyin ve için ancak haksız biçimde elde ettiğiniz kazançlarınızdan harcayarak yemeyin ve içmeyin.”[130] âyetinde mescit gibi toplu yaşamın olduğu yerlerde çıplak dolaşılmaması vurgulandığı gibi mescide giden kimsenin yediği ve içtiğinin sömürü ve haksız kazançla elde edilen bir harcamaya dayanmaması gerektiği dillendirilmektedir. Böylece toplu yaşamın kuralı öğretilirken ruhsal temizlik ve ticari arınmışlık da vurgulanmış oluyor.
- 3. 7. Detay
Yahûdîler cemaat halinde ritüel yaptıklarında önlerinde imam benzeri biri bulunurdu.[131] Yahûdîler ile Mekkeli Araplarda biri öldüğünde ölü yıkanır, kefenlenir ve musallâ taşı gibi bir taşın üstüne konur; sonra ölünün bir yakını ölü hakkında güzel sözler söyler, konuşmacının sözü rahmetu’l-lâhi aleyh[132] diyerek sona erer, ölü kaldırılır ve gömülürdü. Yeri gelmişken belirtelim ki ikiyüzlü davranan, barışçı Muhammedîlerden yana görünüp de bozgunculardan olan kimselerin cenaze ritüellerine katılma Kur’ân’da yasaklanmıştır. Yani barışa hizmet görüntüsü vererek savaşa katkı yapmış olanların cenaze ritüeline katılmamak Müslümanlığın gereğidir.[133] Devrimci Muhammed, tıpkı Câhiliye geleneğinde olduğu gibi cenazeyi görünce ayağa kalkmıştır.[134] Mekkeli devrim elçisi Muhammed ile onun devrimci manifestosu olan Kur’ân, her türlü sosyal ilişkisinde toplumsal faydaya yönelik tarihsel eylem örneklikleriyle doludur.
- 3. 8. Detay
Müşrik Araplar bir işe besmele ile başlardı.[135] Mekke Arapları Allah kelimesini tıpkı Yahûdîlerde olduğu gibi[136] “gökte oturan, yanına manevi bir merdivenle çıkılabilen,[137] yer ve gökleri yaratan Tanrı”[138] anlamında kullanırdı.[139] Arap şiirlerinde Allâhumme, yâ Allah gibi ifadelerin yanında Allâh-u ekber[140] cümlesiyle bitenleri vardı. Araplar, rahman ismini özellikle Tanrı için kullanırlardı.[141] Gökteki Tanrı’nın alt makamında tanrılar olduğunu düşünmeleri onlarda totemler üretmeye neden oluyordu. Yani tek Tanrı inancı vardı ancak tek Tanrı ile aralarında bağlantı kurduklarına inandıkları aracı varlıklar vardı ve bunları sembolize eden putlar oluşturulmuştu.[142] Kur’ân tüm aracıları kaldırarak totemizme savaş açtı ve somut putları devirerek soyut putçuluk karşısında da zihniyet devrimi yaptı. Tanrı’ya ulaştırdığı iddia edilen tüm aracı, vasıta ve vesileleri kaldırdı.[143] Devrimci Muhammed’in putçu düzene başkaldırması üzerine dîn üstünden rant kurmuş olan ekonomik, politik ve dînsel egemenler derhal Muhammed ile psikolojik, ekonomik, sosyolojik ve siyasal savaşa giriştiler. Kur’an, Müşriklerin anti-totemist[144] olan devrimci Muhammed’e eleştirilerini “Gerçeği görmezden gelenler[145] kendilerini uyanmaya çağıran bir akıl, vicdân ve sağduyu elçisinin ortaya çıkmasını tuhaf karşıladılar. Sonra ‘Bu sözlerin sahibi etkileyici bir yalancıdır.’[146] diyerek gerçeği gizlediler. ‘Ne, Tanrıları tek Tanrı’ya mı düşürmüş! Ne tuhaf bir şey!’ dediler. Bunun üzerine putçuluğun arkasında duranlardan bir lider[147] öne atılarak ‘Tanrılarınızı savunmada pasif olmayın, eyleme geçin. Hadi yürüyün ve tanrılarınıza sahip çıkın. Bugün yapılacak tek şey tanrıları korumak için harekete geçmektir.’ dedi.”[148] âyetlerinde çok tanrıcılığın kaybolmasıyla ticari zarara gireceğinden kaygı duyanların tavırları anlatılıyor. Mekke ve civarındaki Araplar ticaret yolculukları nedeniyle Mısır, Yemen, Bizans/Yunan, Anadolu ve Sâsânî tanrılarının totemlerini Mekke’ye getirmişlerdi. Bu nedenle onların tanrı algıları somut benzetmeler üzerinden gittiği için yirmi üç yıllık Muhammedî devrimsel dönüşüm projesinde de somut benzetmeler yapılmıştır. Bu bağlamda Hudeybiye’de[149] biat alındığı ve herkesin yeminleştiği bir ortamda “Tanrı’nın eli onların eli üstündedir.”[150] denilmesi, yeni bir zihniyete giderken geleneksel dil ve algı üzerinden yararlanma biçimine örnek olmuştur.
- 3. 9. Detay
Mekke Arapları Tanrı elçisi fikrini reddetmiyor, ancak elçinin zengin, soylu, üst sınıftan biri olması gerektiğini düşünüyordu.[151] Onlar Tanrı’dan bir kitap gönderileceğini de kabul etmelerine rağmen devrimci Muhammed’e güven duymak için göklerden dünyaya atılan bir kitabı görmek istiyorlardı.[152] Devrimci Muhammed, onlara daha önce Yahûdî ve Hristiyanlardan duydukları hikâye, kıssa ve meselleri yeniden ve uyarıcılık amacıyla anlatınca “Bırak bu eskilerin masallarını!”[153] diyerek kıssadan hisse almak istemediler. Mekkeliler, Tanrı’nın hizmetinde olan melekler anlayışına sahipti. Bu nedenle hamele-yi arş[154] ve mele-yi âlâ[155] tanımlarını kullanırlardı. Kur’ân, Arapların geleneksel melek tasavvurları üzerinden doğal kuvvetleri, evrendeki yasaları, kişisel yetenekleri anlattı. Mekkelilerin çoğunda bir âhiret fikri vardı. Kur’an’daki yevmu’t-teğâbun[156] tamlaması devrimci Muhammed’in zevkle dinlediği şair Ümeyye bin Salt’ın kullandığı bir tabirdi.
- 3. 10. Detay
Arap-Sami toplulukları her şeyin gökte yazıldığı bir kader düşüncesine sahipti.[157] Yani günümüzdeki kader fikri çok eski olduğundan Muhammed devrinin Arapları da benzer mantıkla devrimci vicdân elçisine itiraz ediyorlardı. Bu konuyu gündeme getiren Kur’ân “Tanrı’yla eşit güç ve büyüleyicilikte varlık edinenler, ‘Tanrı istemeseydi atalarımızla biz Tanrı dışında başka bir şeyi yüceltmez ve Tanrı’nın istekleri dışında yasaklar koyamazdık.’ dediler. Böyle diyenlerin öncekileri de aynı şeyleri söylüyorlardı. Bu çerçevede konuşanlara akıl, vicdân ve sağduyunun devrimci elçileri mesajlarını apaçık bildirmekten başka ne yapabilirler?!”[158] âyeti kendilerine verilmiş olan özgür davranış ve serbest seçimi görmezden gelerek her şeyin Tanrı tarafından önceden belirlenmiş olduğunu, kendilerinin de buna göre hareket ettiklerini iddiâ edenlere bir itirazdır. Bu âyet, alın yazısı kabulüne bir reddiyedir.
- 3. 11. Detay
Mekkeliler, cinleri ikiye ayırır, iyi olanlarına melek derdi.[159] Hâlbuki Musul’dan gelen ve Mekkelilerin tanımadığı yabancıları kasteden Kur’an onları cin diye tanımlayarak cin tasavvurunu değiştirmiştir.[160] Şeytan, ateşle ilişkilendirilerek Arapların çok rahatsız olduğu sıcaklık üzerinden dillendirilmiştir. Çünkü Araplar şeytanı bu şekilde anlardı. Şeytanın ateşten yaratıldığı düşüncesi[161] Araplardaki şeytan-ateş ilişkisine dayanır. Kur’an’ın Arap Câhiliye kültürüne göre oluşturulduğuna verebileceğimiz örnekler arasında cennet ve cehennem betimlemeleri, göğün yedi kat olduğu fikri örnek verilebilir. Kur’an’ın sakar dediği cehennem vadisi aslında Mekke yakınlarındaki bir vadi adıdır.[162] Tıpkı Sırat Köprüsü’nün aslında Zerdüşt dilindeki Sınvat Köprüsü’nden Araplara geçmiş olması gibi.[163]
- 3. 12. Detay
Mekkeliler Câhiliye Araplarının her ramazan ayında Hira Dağı’na çıkarak bir ay kaldıktan sonra şevval ayı hilalinin görünmesiyle Mekke’ye inip önce Kâbe’yi tavaf ederek evlerine gitmeleri yaygın bir uygulamaydı. Bunu Peygamber’in putperest dedesi Abdu’l-Muttalip’ten tutun putlara tapınma ritüelinden kaçınan Zeyd bin Amr’a kadar pek çok Mekkeli yapardı. Bu itikaf türünü yapmaya tahannus denirdi. Benzer bir uygulamayı yine ramazan ayında putunun başında yapan Araplar da vardı. Mekkeli Arap Muhammed de bir ramazan ayında tahannus içindeyken vicdan patlaması yaşamıştır.
- 3. 13. Detay
Araplar, Kur’an’daki abdest temizliği emri öncesinde öteden beri abdest alır, misvak kullanır ve idrar nedeniyle kabirde azap çekeceklerini düşünürlerdi.[164] Ancak abdest benzeri temizlik uygulamaları Sâbiîlik, Zerdüştlük, Yahûdîlik ve Hristiyanlıkta var olan bir uygulamaydı. Devrimci Muhammed abdesti aynen sürdürmüştür.[165] Zerdüştlükte suyun olmadığı zamanlarda ellerle toprağa dokunup organlara mesh edilmesi[166] vardır. Hristiyanlıkta su bulunmazsa kumla vaftiz yapılabileceği, Yahûdîlikte de su olmadığında kumla ritüel hazırlığının geçerli olacağı fetvaları vardır.[167] Tevrat’ta âdet gören veya doğum ardından lohusa olan kadın hem cinsel ilişkiden uzak tutulur hem de Tevrat’a dokundurulmaz. Ayrıca cinsellik ardından gusül[168] yapılması emri vardır.[169] Araplarda regl durduktan sonra, lohusa döneminin ardından ve cünüplükten dolayı gusül alma âdeti vardı. Hatta cünüp olanlar tağuta giremez ve totemlere dokunamazdı.[170] Kur’ân’ın gusül emri, kendinden önceki temizlik uygulamalarından başka bir şey değildir.[171] Ancak Kur’ân devriminde regl, lohusa veya cünüp bir kadına dînî metinlere dokunma yasağı olmadığı gibi kutsal bir mekâna girme yasağı, hatta Kur’an okuma yasağı yoktur.
- 3. 14. Detay
Devrimci Muhammed, Medîne’de Arapların kadîm namaz ritüelini uygularken Mekke’deki Kâbe’ye yönelerek faizci, köleci, tefeci, kabîleci ve dîn tüccarı olup dîn hiyerarşisiyle toplumsal eşitsizlik üreten ve vahye sadakatten ayrılan Yahûdîlerle ortak değerler dünyasının kalmadığını ortaya koymuştur. Hâlbuki Mekke’deyken Kâbe’ye doğru değil Kudüs’e doğru yönelerek kitaplı toplum olan Yahûdîleri kendine yakın görmüştü. Zira kıble yön anlamına gelir. Ritüel sırasında kişinin somut olarak bir yöne dönmesi ile ideolojik yönelimi gösterilir. Örneğin Kâbe’ye dönerek ritüel gerçekleştirilmesi Yahûdîve Hristiyan halkların sosyo-ekonomik ve ekonomi-politik ideolojilerine karşı alternatif bir dünya kurmanın somut göstergesidir.
Devrimci Muhammed’in Medîne’ye göç ettikten bir buçuk yıl sonra Beyt-i Makdis’ten[172] Mescid-i Haram’a[173] dönmesi, Kâbe üzerinden yeni bir ekonomi-politik ideoloji ürettiğinin sembolik davranışıdır. Kişinin ideolojik tercihinin ete kemiğe bürünmüş biçimi olan şehir, ülke, yön, kitap, bina ve kişi onun kıblesidir. Her ne yüceltiliyorsa; her kim sözünden dönülmez, kusursuz, her davranışı hikmetli, itiraz edilmez, mutlak sevgi ve bağlılıkla tam itaat edilir biri kabul ediliyorsa kişinin kıblesi odur. Bu nedenle günümüzde ve eski çağlarda siyâsî, hukûkî, sanatsal, cinsel ve sportif kıbleler oluşmuştur. Vahiy; vicdân, akıl ve sağduyudan fışkırarak topluma aktığından dolayı vahyin emri olan Kâbe’ye yönelme özgürlük, adalet, eşitlik, barış, kardeşlik, paylaşım, infak, karşılıksız borç verme, sevgi ve merhameti kıble edinmedir.
Yahûdîler Kudüs’teki Hacer-i Muallak[174] dedikleri taşa doğru yönelerek ritüellerini yaparlardı. Devrimci Muhammed ilk kıble olarak aynı yeri kullanmakla Arap kibrini kırma yönünde de bir eylem sergilemiştir. Böylece ataların yolu değil, devrim elçilerinin yolunun tercih edileceği baştan deklare edilmiştir. Bu nedenle ritüel yaparken Kâbe’yi kıble edinmek tarihsel ve yerel bir tavır almadır, sembolik bir duruş sergilemektir. Ancak temel insan haklarını üste çıkaran değerlere yönelik ideolojik eylemler içerisine girmek Kâbe ile sembolleştirilen kıbleye dönmektir. “Güneş’in doğduğu yerden battığı yere kadar her nereye yüzünüzü çevirirseniz çevirin orada yoksul, yetim, miskin, fakir ve açları[175] göreceksiniz. Onlar adına yapacağınız her şey Tanrı adına yapmadır. Her yerde gözü ve kulağı olan[176] toplum, her nerede ne yaptıysanız en ince ayrıntısına kadar bilir.[177]”[178] âyeti Güneş’in doğuş ve batış yönleri üzerinden örnek vererek Tanrı her taraftadır; vicdân, sağduyu ve akıl tüm yeryüzünü kapsar, mesajı vermiştir. Bu nedenle vicdânî değerler yeryüzünün ne tarafına dönersek dönelim orada mutlaka vardır. Yeryüzünün bir tarafındaki baskı ve dayatmaları kaldırmak için oralara yönelik vicdân hareketleri başlatmak Kâbe’yi kıble edinmektir. Ancak bu durumda araçsal olanla amaçsal olan arasındaki tarihsel ilişkiyi ayırmak gerekir.
- 3. 15. Detay
Hac, Yahûdîlerin hag dediği ve bir şeyin etrafında dönmeyi anlatan bir kelimedir. Yahûdîler bunu bayram günü yapılan tavaf için kullanırdı. Umrede de yapılırdı. Haccın hem uygulanma biçimi[179] hem terimleri[180] hem de Kusay’ın[181] uydurduğu meş’ar-i haram[182] terimi Kur’an’da aynen kullanılmıştır. Mekkeli müşriklerin hac ritüelinde kullandığı Safâ ve Merve tepeleri,[183] Mina,[184] Müzdelife[185] ve Arafat[186] İslâmî ritüelin içine dahil edilmiştir. Araplar hac mevsiminde harem sınırları içinde ağaç kesmez ve ot yolmazdı.[187] Yahûdîlerde başrahip dikişsiz elbise giyerdi. Matem tutanlar ise yalın ayak ve başı açık olmak zorundaydı. Tevrat’ın Nasrani adağında da saç kesilmez ve baş taranmazdı.[188] Bunların hacda aynen uygulandığını görürüz. Araplar da müşrikler gibi ihram giyer ve saçı tıraş ettirerek ihramdan çıkardı.[189]
Yahûdîler, soldan sağa doğru yedi kere dönmeye bir tavaf derdi. Mekkeliler de onlar gibi yapar ve tavafın ardından günahlarından temizlendiklerini düşünürlerdi.[190] Medîneli Araplar, tavafı bitirince Merve Tepesi’ne gelir, orada sa’y[191] yapar ve Menat’ın yanı başında tıraş olup ihramını çıkarırken Mekkeli Araplar da Safa Tepesi’ndeki İsaf adlı putun yanı başında tıraş olup ihramdan çıkardı.[192] Hacda söylenen telbiye[193] içinde tevhit inancına ters olanlar çıkarılarak devam ettirildi ve tekbirler aynen sürdürüldü.
Araplar belirlenmiş yedi toteme her birine üç taş atmak kaydıyla yirmi bir taş atardı. Şeytan taşlama geleneği de buna dayanır.[194] Hac, esasında baştan sona sembolik anlamlar taşıyan bir ritüeldir. Devrimci Muhammed’in sembolik anlamlar taşıyan bu davranışlara sahip çıkması sembollerin amaçları ve toplumsal bilinç kazandırması nedeniyledir. Bu nedenle hem haccın kendisi hem de ritüelleri tamamıyla tarihsel, yerel ve kültüreldir.
“Yunus Emre der: Hoca
Gerekse bin var hacca
Hepsinden iyice
Bir gönle girmektir.” şiiri Kâbe ziyaretinin değil gönülleri kıble edinip kırmaktan sakınmanın daha değerli olduğunu belirtir.
Yaşadığımız yer neresi olursa olsun, yerin üstü veya altı olsun; kuzeyli veya güneyli olalım; adımız, rengimiz ve dilimiz birbirine hiç benzemese de tevhidin temel değerlerini ayağa kaldırıyorsak kıblesi Kâbe olan barışçılar[195] demektir.
- 3. 16. Detay
“Ey vicdân, sağduyu, bilgi ve tecrübeyle donanmış ön yargısız akla güvenenler! Topluma karşı sorumluluk ve duyarlılığınız artsın diye[196] size oruç tutmanız emredildiği gibi sizden önceki toplumlara da bu amaçla emredildi.”[197] âyeti orucun köklü bir ritüel olduğunu ve amacının da toplumsal duyarlılığı artırmak ve toplum bilinci inşa etmek olduğunu vurgular. Bu âyet, kullarını aç bırakmaktan keyif alan gaddar Tanrı motifi yerine imkânı yerinde olan kullara olanakları olmayan kulların mide ve cinsel açlıklarının ne tür bir fenalık olduğunu hissettirme ve böylece herkesin bir başkasına karşı insânî hassasiyetinin gelişmesini sağlama amacı taşır.
Yahûdîler ile Müşrik Araplar hilale göre oruca başlar ve orucu bitirir, hilal gözetleme görevlileri tayin ederlerdi.[198] Kur’an’ın beyaz-siyah iplik benzetmesi[199] bir Yahûdî benzetmesinden alıntıydı.[200] Mekke’nin müşrik Câhiliye Arapları 10 Muharrem’de aşure orucu tutar ve Kâbe’nin örtüsünü değiştirirdi. Devrimci Muhammed de bugün onlarla birlikte oruç tutardı. Bu oruç Yahûdîlerden Araplara geçmişti. İslâm öncesinde Yahûdîlerin öncülük ettiği ve Arapların da uyduğu Tanrı’ya teşekkür (şükür), sessiz kalma ve recep ayı oruçları vardı.[201] Yahûdîlerde Ay’ın 14 ve 15. günlerinde oruç tutma yaygındı. Muhammedîler de eyyam-ı biz[202] dedikleri bu günlerde oruç tuttular.
Konu konuyu açtıkça görülüyor ki Muhammedî uygulamalardan Kur’ân âyetlerine kadar her alanda kültür, gelenek ve geçmişin izleri vardır. Yani şeriat denilerek uygulanan hem ritüeller hem de sosyal ilişkiler tamamen tarihseldir. İşte bu nedenle devrimci Muhammed’in giyimi, yerel içerikli tavsiyeleri, ritüel uygulamaları, evlilikleri ile Kur’ân’ın yasal çözümlemeleri evrensel geçerliliği olan ritüel, davranış ve yasamalar değildir. Devrimci Muhammed ve Kur’an’ın evrensel ilkeleri ise sürekli var olacak değerlerdir.
- 3. 17. Detay
Yahûdîlerdeki saydaka[203] sadaka, Süryânîce zakut[204] da zekât olarak Kur’an’da kendine yer buldu. Sadaka ve zekat Araplar tarafından bilinen infak hükümleriydi. Kusay’ın sikâye ve rifâde için zenginlere yıllık vergi çıkarması bir zekât uygulamasıydı.
Araplarda ilginç bir şair sınıfı vardı: Su’lûk.[205] Bunlar zenginlerden mallarının alınarak yoksullara eşitçe paylaşılmasını savunan bir şairler topluluğuydu. Şiirlerinde bu anlamda söylemlerde bulunurlardı. Bunlar İslâm öncesinde seslerini yükseltmiş ve İslâmî Dönem’de de benzer şiirler yazarak ilk antikapitalist ve antiemperyalist Müslüman şairler olmuşlardır. Bunlar üç çeşit topluluktu:
Birincisi, fukara babası diye anılan kimselerdi. Şiir söyleyerek zenginlerden topladıklarını yoksullara dağıtırlar, şişman zenginlerle alay ederlerdi. Fakirliğine razı olan ve yoksulluk üreten sistemle mücâdeleden kaçınan yoksulları da hedefe oturturlardı. Yani lümpenlerden asla hoşlanmazlardı.
İkincisi, kabîle geleneklerine başkaldıran veya suç işlemesi nedeniyle kabîlesinden dışlanmış olan şairlerdi. Bunlar eski kabîlelerine baskınlar da düzenleyen eylemcilerdi.
Üçüncüsü, babası özgür bir Arap olmakla birlikte annesi câriye veya genelde Habeşli cariye çocukları olan şairlerdi. Bunlar Arap kargaları denilerek aşağılandıkları için kabîlesinden ayrılmak zorunda kalırlardı.
Devrimci Muhammed’in eşitlik çağrıları ve kölelik karşıtlığı duyulunca bu şairlerin İslâm’ı kabul etmesi sıradan bir olay oldu. Urve bin Verd, Haciz bin Avf ve Eş- Şenfera (kalın dudaklı) üç tür mustazaf sınıfın en ünlü şairleriydi.[206] Su’luk şairler topluluğu bu vicdânî gerçekliği devrimci Muhammed’in ortaya çıkmasından önce dile getiren mücâdele insanlarıydı. Ancak zulüm toplumunda bir devrim gerçekleştirmek Muhammed’in eliyle mümkün oldu.
- 3. 18. Detay
Kur’ân, insanların çocuklarını tanrılara kurban vermelerine karşı çıkmış ve insan kurbanı[207] yerine birr’i önermiştir. “Sevdiğiniz şeylerden başkalarının ihtiyaçlarını gidermedikçe, açıklarını kapatmadıkça tarifsiz bir mutluluğu yakalayamaz ve gerçek anlamda bir iyilik[208] yapmış olmazsınız. Başkalarının duvarında açılan delikleri kapatmak için verdiğiniz hiçbir şey toplum vicdânının gözünden kaçmaz.”[209] âyetinde geçen birr kelimesi erdemli ahlak,[210] eylem ahlakı[211] anlamlarına gelen bir kelimedir. Birr’in zıttı ise ism’dir ve insanlar hoş görse de vicdânî rahatsızlık uyandıran bir duygudur.
Araplar hayvan kurban etmeyi İbrâhîm’e dayandırır[212] ve kestikleri hayvanlarla kıyâmet gününde Sırat Köprüsü’nde binekleri olacağına inanırlardı.[213] Yahûdîlerin adak kurbanı anlayışı vardı.[214] Araplar adadıkları hayvanın etini yemezdi.[215] “Ey vicdân, sağduyu, bilgi ve tecrübeyle donanmış ön yargısız akla güvenenler! Açıklanması durumunda zora düşeceğiniz soruları sormayın. Kur’ân size okunurken sorular sorabilirsiniz. Açıklanmayan konularda kamuoyu sizi sorumlu tutmaz. Açıklama yapılmamış hususlarda toplum sizden bir beklenti içine girmez. Hâlbuki toplum size toleranslı ve yumuşak davranır. Sizden önce bazıları üstüne vazife olmayan soruları sormuş, ancak aldıkları yanıtların da üstünü kapatmaya çalışmışlar, gerçekleri örtbas etmişlerdi. Bu nedenle bahîra,[216] sâibe,[217] vasîle[218] ve hâm[219] Tanrı’nın emri filan değildir. Tanrı adına yalan uydurarak gerçeklerin üstünü örtenler, bu davranışlarıyla kafalarını kullanmadıklarını göstermiş oluyorlar. Onlara vicdân, akıl ve sağduyudan gelene; vicdân, akıl ve sağduyunun devrimci elçisine katılın denildiğinde ‘Atalarımızın bize bıraktığı yaşam ve inanç biçimi bize yeter.’ derler. Peki, ataları bir şey bilmeyen veya yanlış yolda olan kimseler olsa da mı gelmeyecekler?!”[220] âyetleri geçmişimiz, büyüklerimiz diyerek gerçeklerden kaçanları; atalarını yüceltenleri ve Tanrı adına uydurma ritüeller icat edenleri kınamaktadır. Devrimci Muhammed Arapların fera[221] ve atîre[222] geleneklerine de karşı çıkmıştır.[223] Araplar hayırlı bir durumla karşılaştıklarında akika[224] denilen bir hayvan keserlerdi.
- 3. 19. Detay
Kâbe, Kur’ân’a göre İbrâhîm ve oğlu İsmail tarafından kapısız ve tavansız yapıldı.[225] Müşrik Araplar, Kâbe’nin hicr/hatim denilen kavisli yerinde yapılan duâların kabul olacağına inanırdı.[226] Hâlbuki bu alan İsmail’in hayvanlarına ağıl yaptığı bir bölmeydi. Araplar İbrâhîm’in mezarının bu kavisli alanda olduğunu kabul eder. Arabistan coğrafyasının Taif, Necran[227] ve Petra gibi şehirlerinde Kâbe benzeri binalar vardı. Kusay tarafından Harem Bölgesi kavramı ortaya atıldı. Yani bu alanda öldürme, çalma ve cünüp gezme yasaklandı. Bununla birlikte Arapların ikinci bir harem alanı daha vardı ki burası totemlerin bulunduğu ve tağut denilen yerdi. Oraya sığınanlara dokunulmazdı. Haceru’l-Esved,[228] bir aktarıma göre devrimci İbrâhîm tarafından tavaf başlangıcı olması amacıyla Ebû Kubeys Tepesi’nden getirilmiş kara bir taştır. Bu taş, Kâbe’de çıkan bir yangın nedeniyle daha da kararmış olması dışında Mekke civarının volkanik olması nedeniyle siyah renkli bir taştır. Müşrik Araplar devrimci İbrâhîm’in ayak izinin olduğuna inandıkları bir yerde tavaf bitince namaz kılardı. “Anıt ev, insanlar için susuzluğu gideren bir güvenli bölge ve toplantı merkezidir. Siz de sevgi ve acımanın egemen olduğu bir yurtta birbirinize karşı dayanışma ve destek içinde olun, omuzdaşlık yapın, sırt sırta verin.”[229] âyetindeki mesâbeten kelimesi bir şeyin aslına dönmesi anlamındaki sevb’den türemiştir. Bu kelime çöldeki bir kuyu etrafında su sırası beklerken oturulan/dinlenilen yeri anlatır. Böylece İbrâhîm yurdunun ruhlardaki sevgi ve acıma susuzluğunu gideren bir yer olduğu vurgulanır. Âyette geçen emnen sözcüğü de çok kapsamlı bir güvenliği kasteder.[230] Zemzem, Câhiliye Araplarınca sağlık getirmesi dileğiyle evlere götürülürdü.[231] Zemzem suyunu hacılara dağıtma görevi Kusay’ın[232] görevlendirdiği kabîle tarafından günümüze kadar sürdürülmektedir.[233]
- 3. 20. Detay
Haram aylar, Arapların[234] Kâbe ticaretini güvene almak için ürettikleri uydurma aylardı. Bu aylarda yapıldığı için günah sayılan savaşlara da Ficâr Savaşları denirdi. Ancak Hristiyanların ruhbanlığı üretip gereğinden kaçmaları gibi Araplar da kendi ürettikleri haram ay kurallarını deldikleri için Kur’an tarafından tıpkı Hristiyanların eleştirilmesi gibi tenkit edilmişlerdir.[235] Çünkü nesî denilen bir uygulama ile ayların yerini değiştirerek hac mevsimini sürekli yaza getirip ticaretin devamını sağlama yoluna gidiyorlardı. Kur’an’ın haram ayların gereğine uygun davranılmasını belirtmesi tamamen tarihsel bir uygulamadır.[236] Çünkü o devirlerde Asya, Avrupa ve Afrika’da haram ay diye bir tanımlama yoktu. Mekke’nin alınmasıyla Kâbe yollarının güvenliği sağlandığından bir Cahiliye Devri olan haram aylar uygulamasının anlamı da kalmamıştır. Ancak buradan çıkan evrensel yasa yeryüzünde barışı kalıcı yapacak anlaşmalar yapıp gereğini uygulamadır. Dîn de budur, ancak bu barışı sağlayan haram ay uygulaması ise tarihseldir.
- 3. 21. Detay
Arap savaş hukûkunda galip tarafın liderinin istediği köle veya câriyeyi seçme hakkı vardı. Buna safiy hakkı denirdi.[237] Muhammed Peygamber, bunu Hayber Savaşı’nda uygulamıştır. Hâlid bin Velid de dînden dönme olaylarının yaşandığı sırada çıkan savaşlarda uygulamıştır. Ganimetin 1/5 biçiminde bölüştürülmesi de bir Cahiliye Dönemi uygulamasıdır.[238] Kur’an, bu uygulamayı sürdürerek tarihsel süreci devam ettirmiştir.[239] Cizye özellikle Yemen Araplarının kullandığı bir savaş terimiydi. Medîne’ye kaçan göçmenlerle yerli halkın kardeş yapılması Araplardaki muâhat[240] denilen kardeşlik uygulamasının genişletilmiş bir yöntemidir. Bu Arap geleneğinde birbirini kardeş kabul eden arkadaşlardan birine bir şey olduğunda onun çocuğuna hayatta kalan bakar ve ölünce de malına mirasçı olurdu. Kur’an, muâhât uygulamasını onayladı.[241]
- 3. 22. Detay
Araplar yağma, talan ve soygun yapan bir toplumdu. Bu eylemler hikâyeleştirilerek sonraki nesillere eyyâmu’l-Arab adıyla aktarılırdı. Şafak sökmek üzereyken yapılan baskın sonucu oluşan tecavüzlerden doğan çocuklara ibn-i subh[242] derlerdi. Bu anlatılar arasında bir marifetmiş gibi kabîle savaşları, talan ve köleleştirme sürüp giderdi. Savaşı engelleyen tek şey yapılan sözleşmeydi. Ancak barışın ticari rantını iyi bilen Mekkeliler, savaşı en aza indirme gayretiyle hakemlikler uygulamışlar ve hılf[243] denilen dayanışma dernekleri, koalisyonları ve kurumları kurmuşlardır. Devrimci Muhammed gençlik yıllarında bunlardan biri olan Fudûl Hılfı’na katılmasını onaylayıcı bir dille sonradan anlatmıştır.[244] İslâmî Dönem’de bile Hz. Hüseyin, Hılfu’l-Fudûl katılımcısı kabîleleri yardımına çağırmakla Emevîler’i tehdit etmiştir. Devrimci Muhammed’in barış deneyimleri, Mekke’nin barışçı hareketlerinin etkisini taşır. Devrimci Muhammed’in Hudeybiye Antlaşması’nın ardından Abdu’l-Muttalip’in eski müttefiki Huzâ kabîlesiyle anlaşma yapması, Yahûdîlerin savaşı durduracak barış anlaşması yapmaları[245] Kur’an’ın barış övgüsü kapsamına girer.[246]
Araplarda kişiler öldürdükleri insan sayısıyla övünürdü. Ali ve Hamza’nın da Arap muhayyilesinde büyük isimler olarak kabul edilmesinde bu alt yapı vardır.[247]
- 3. 23. Detay
İslâm öncesi Araplar şûrâ, maslahat ve adâlet kavramlarını kullanırdı. Mekke’nin yönetici çetesi tüm kararlarını Dâru’n-Nedve denilen Şehir Meclisi’nde alırdı. Şûrânın şehir ve toplumu ilgilendiren her konunun toplumu içine alabilecek bir eşitlikte tartışılmasına yönelik[248] olması Dâru’n-Nedve’nin genişletilmiş biçimidir. Ancak devrimci Muhammed ve Kur’an’ın bu genişletilmiş istişare toplantısı hedefi, Arap geleneğinin nüfuzlu ve saygın kimselerle müşâvere geleneği olmaktan -halifeler dönemi dahil- kurtulamamıştır.
Araplar, anlaşamadıkları konularda adaletine güvendiklerini hakem yaparlardı. Hâşim ile yeğeni Ümeyye’nin arasındaki bir meselede hakemin Ümeyye’yi on yıllığına Mekke dışına sürgün etmesi devrin meşhur bir olayıdır.[249] İslâmi Dönem’de devam eden Emevî-Hâşimî çekişmelerinde bu olay göz ardı edilemez. Yahûdîlerin Kureyza oğulları kabîlesinin hakem belirleme önerisini devrimci Muhammed’in kabul etmesi ile Ali ve Muâviye arasındaki Sıffin Savaşı’nda hakem belirlenmesi hakem tayin etmenin yaygın bir uygulama olduğunu gösterir. Tıpkı aile içi sorunlarında hakemlerin devreye girmesini isteme gibi.[250]
- 3. 24. Detay
Devrimci Muhammed, Bizans’ın bir uygulaması olan mühür basmayı Medîne’de kendisi de uygulamıştır. Ayrıca Mekke’yi ele geçirip Medîne için bir tehlike olmaktan çıkardıktan sonra Kâbe anahtarını taşıyan Abdu’d-Dâr oğulları kabîlesine bu görevini sürdürmesi imkânı verdi, amcaoğullarının (Abbas) sikâye görevlerini devam ettirme arzularını da engellemedi. Halife Ömer’in de Sâsânîlerden Divan örgütlenmesini örnek alması Kur’an ve Peygamber gibi Ömer’in de tarihsellik konusunda çağın gerisinde kalmayacak uygulamalara imza attığını gösterir. Araplarda lider ölene kadar yönetici olurdu ve babadan oğula geçen bir liderlik uygulamaları da yoktu.[251] Bu nedenle devrimci Muhammed’in ölümünün ardından Sakife toplantısında Haşimîlik değil istişâre ve seçimle halife ilan edilmişti. Buradaki hem kabîle çekişmesi hem de istişâreyle seçime gidilmesi Dâru’n-Nedve’den beri devam eden Arap yönetim geleneğinin uygulamasıydı. Kabîle şefinin ölene kadar lider olarak kalması geleneği Halîfe Osman Devri’nde sorunların ana kaynağı olması yanında Muâviye’nin Yezit’i kendi yerine veliaht[252] belirlemesi de Arap yönetim geleneğinde krizlerin başlangıcı oldu. Sorunları çözmek için “Emirlik insanlardan iki kişi kaldıkça Kureyş’te olmaya devam edecektir.”[253] biçiminde hadîs uydurulması da isyan ateşini söndürmedi.
İslâm öncesinde ritüel merkezi olan Kâbe, yönetim yeri olan Dâru’n-Nedve ve pazar yeri bir aradaydı. Yani şehir merkezi dîn, ticaret ve siyâset kurumlarının bir arada olduğu düzendi. Devrimci Muhammed bunun aynısını Medîne’de uyguladı. Müslümanlar, Medîne Pazarı’nı mescidin hemen yanı başına kurdular, mescit siyasal ve dînî bir merkez haline getirildi. Ayrıca Medîne’de mescit eski devletlerde olduğu gibi dînî bir kurum adı değildi, toplantı, birliktelik merkeziydi; mahkeme, sohbet, ziyafet, bayram yeri ve ritüel alanıydı.
- 3. 25. Detay
Müşrik Araplarda evlilik nikâh denilen evlilik sözleşmesiyle gerçekleşirdi. Ancak evlilik biçimlerine göre nikâhlar da farklı adlandırılırdı. Savaş ve yolculuk sırasında bir kadınla belli bir zaman sınırlamasına göre yapılan nikâha mut’a denirdi. Mut’a nikâhı Halîfe Ömer Dönemi’nde kesin yasaklanmasına rağmen Ali’nin hilafeti döneminde kesin yasak konulmamıştır. Mut’a, Arap savaş hukûkunda normal kabul edilen bir nikâh türüydü. Kadın eşlerin karşılıklı değiştirilmesi sonucu yapılan nikâha bedel denirdi. Ayrıca özgür kadınlar toplumun gözü önünde görülmemek için gizli fuhuş yaptığında fuhuş yapacağı erkekle hıdn denilen bir nikâh kıyardı. Soy düşkünlüğü ile tanınan Araplarda erkeğin kendi karısının soylu bir adamdan hamile kalması için soylu kimseye gönderip karısının hamile kalmasına kadar soylu kişiyle karısı arasında bir nikâh yapmasına istibdâ denirdi. Birden çok erkekle fuhuş yapan bir kadının doğan çocuğunu bunlardan birine ait ilan etmesi üzerine kadın ile erkek arasında yapılan anlaşmaya müşterek nikâhı denirdi. Babası ölen büyük oğlun üvey annesi ile evlenmesi için kıyılan nikâha makd denirdi.
Devrimci Muhammed’in dedelerinden Hâşim de makd nikâhı yapmış biridir. Açıktan fuhuş yaptığını belirtmek için evinin kapısına bayrak asan bir kadın ilişkiye girdiği erkeklerden birinden hamile kaldığında hangi erkekten hamile kaldığını söylemesi üzerine bebek erkekse baba tarafından alınırken kızsa genelde öldürülürdü. Bu arada yapılan sözleşmeye biğâ nikâhı denirdi. Başlık vermemek için kızların karşılıklı değiştirilerek yapılan nikâha da şığar denirdi.[254]
Arap kadınların evliliğinde baba izni şarttı. Bu Arap örfünü Şâfiî mezhebi dînleştirmiştir. Araplarda evlilik iki tanık ve halka açık törenle gerçekleşirdi. Yahûdî ve Araplar evlenirken mehir[255] verirdi. Süt kardeşle evlenilmezdi.[256] Boşanma halinde oluşacak nafaka ve iddet müşrik Araplar tarafından uygulanırdı. İslâmî Dönem’de aynı anda iki kız kardeşle evlilik yasaklanmış, Yahûdîlerde de yasaklanmış olan üvey anne ile evlilik uygulamalarına da karşı çıkılmıştır.[257] Devrimci Muhammed şiğar nikâhını yasakladı. Araplarda boşanma üç talak beyanıyla oluşurdu. Kimi güçlü kadınlar nikâh sırasında kendilerine de boşanma hakkı isterlerdi, bu istek ve hakka ulaşmak isteyen kadın nikâh kıydığı erkeğe para verirdi.[258] Ayrıca üç talakla boşanmış bir kadının başka biriyle evlenmesini engellemek için para vererek biriyle önce kâğıt üstünde evlilik yaptırarak ardından hemen boşanmaya hülle denirdi. Yahûdîlik ve Hristiyanlıkta iddet[259] üç ay, Araplarda bir yıldı. Devrimci Muhammed kocası ölen kadının iddetini dört ay on gün yaptı.[260] Kur’an’da reglden kesilmiş kadınlar ile hastalık gibi bir sebeple adet görmeyen kadının iddeti üç ay olarak belirlenir ve hamile kadının iddeti doğum süreci kabul edilir.[261]
Sümerlerin kadını tarlaya[262] benzetmesi Kur’an’da da sürdürülür.[263] Ancak Kur’an’da kız çocuklarının doğması nedeniyle yüzlerin kararması, suratların düşmesi, başların eğilmesi kınanır.[264] Araplarda kadın doğum yapıncaya kadar aileden sayılmazdı. Bu uygulama İslâmî Dönem’de kadın kölenin özgür bir adamdan çocuk doğurması üzerine özgürleşmesi biçiminde sürmüştür. Araplarda kadınların başını örtmesi ve çadırlarda haremlik-selamlık bölmeleri geleneği vardı.[265] Araplarda evlatlık asıl evlat sayılır, evlatlığın boşadığı kadınla evlenilmez ve babalığın mirası evlatlığa kalırdı. İslâmi Dönem’de evlatlığın boşadığı kadınla evlilik serbest oldu ve evlatlıklar asıl ebeveynleriyle anıldı.[266] Böylece birini kendi nesebine katma kaldırıldı. Ancak saltanatçı Muaviye, Ziyad bin Ebih’i soyundan biri ilan ederek bu kuralı çiğnemiştir.
- 3. 26. Detay
Araplarda yol kesen, soyan, öldüren ve talan edenin cezası ölümdü. Medîne’de devrimci Muhammed’in emrindeki birini kaçırıp önce gözlerini oyarak çıkaran ve işkence yaparak öldüren Üreniler yakalanınca aynen kısas yapıldı. Onların da gözleri kör edildi, el ve ayakları kesildi ve tıpkı öldürülen memur gibi kayalıklara bırakılarak ölüme terk edildi. Onlar da öylece öldüler. Ancak bu durum bir kısas uygulaması dışında bir şey değildir. Ne keyfilik ne de sadistliktir.[267] Kur’an da bu konuyu gündeme taşır.[268] Bu feci olayda devrimci Muhammed’in Arap geleneksel yasası olan kısası uyguladığı görülür. Bu olayda Arap ceza hukûku ve toplum kabulü dikkate alınmıştır. Bu tarz bir cezalandırma Kur’ân’da emir olarak verilmez, sadece herkesin yaptığı ile karşılaşacağı bir durum olarak anlatılır, su testisinin su yolunda kırılacağı dillendirilir. Her ceza takdiri tarihsel, dönemsel ve yerel bir usûldür. Asıl olan maktul tarafın ceza talebi ve suçun yaygınlaşmasını engellemedir. Halife Ömer Devri’nde köle ve câriyesi tarafından öldürülen Ümmü Varaka’nın köle ile cariyesi kısas gereği Ömer tarafından asılmıştır. Bu, Medîne’deki ilk idamdır.[269] Peygamber bu kadının erkeklere de imamlık yapmasına izin vermişti.
Yahûdîlerdeki “Çoğu zarar verenin azı da haramdır.”[270] ilkesinin devrimci Muhammed tarafından içkide kullanıldığı rivâyeti problemlidir. Çünkü yemek ve suyun da çoğu zarar azı karardır. Bu durumda çoğu zarar veren yemenin azından da mı uzak duracağız. Peygamber’in içki içeni sopa, terlik ve ayakkabı ile kırk kere vurarak cezalandırdığı rivâyeti problemlidir. Çünkü Kur’ân’da içki içmeye ceza belirtilmediği gibi Araplarda içki cezası diye bir şey de yoktu. Devrimci Muhammed ile Kur’ân’ın söylemi daima örtüşür. Halife Ömer Dönemi’nde içki içmeye seksen değnek cezası verilmesinin dışında kullanım ve satışını yapmada ısrar edene sürgün ve hapis cezaları getirilmiştir. Bu durum Ömer’in toplumsal durumu dikkate alarak oluşturduğu zamansal ve Kur’an dışı uygulamalarıdır. Amaç kötülüğün önlenmesi gibi bir erdem olsa da cezası Kur’an’da belirlenmemiş bir fiilin karşılığı şiddetli kırbaç, hapis ve sürgün olamaz. Kadisiye Savaşı’nda başarı gösteren ancak içki içip satan Ebu Mihcen, Ömer tarafından kırbaçlanmayıp hapis ve sürgün cezasıyla cezalandırılmıştır.
- 3. 27. Detay
Müşrik Araplarda kadının diyeti[271] erkeğin diyetinin[272] yarısı oranındaydı. Çünkü kadın erkeğin yarısı kabul edilirdi. Araplarda öldürülen tarafın yakını veya velîsine diyet ödenirdi.[273] Bazen katilin kabîlesi tarafından bir dayanışma eseri olarak diyet ödenirdi ve buna da âkıle denirdi. İslâmi Dönem’de bu dayanışma sürdürüldü.
Zina; Sümer, Hammurabi yasaları ve Yahûdîlerde yasaktı. Araplar özgür kimselerin zina yapmasını ayıplamakla birlikte hem zina yaparlar hem de engelleyici bir ceza belirlemezlerdi. Hristiyanlar, göz zinası olduğunu kabul ederlerdi.[274] Yahûdîler zina yapanları taşlayarak öldürürdü.[275] Devrimci Muhammed, zina konusunda hemen cezalandırma yönüne gitmeyi değil Yahûdîlerin uyguladığı karşılıklı lanetleşmeyi[276] daha öncelikli bir davranış olarak kabul ediyordu.[277]
Müşrik Araplar, hırsızlık yapanın elini keserdi. Hatta daha önceden eli kesilmiş olup da sonradan yine hırsızlık yapan taşlanarak öldürülürdü.[278] Bu hırsızlar içinde Kâbe’nin örtüsünü çalıp satan da vardı. Arapların el kesme adeti Kur’an’da içerik olarak farklı anlam taşısa da lafzen devam etti.[279] Araplar yoksullukla mücâdele etmek yerine yaşamak için çalmak zorunda kalan yoksulların elini keserek zalimce bir uygulama içindeydiler. Hâlbuki adı hırsıza çıkan fakirlerden çalarak zenginleşen ve onları sömürerek tepeler oluşturanların ellerini, yani hortumlarını kim kesecekti. İşte Muhammedi devrim burada devreye girmiştir. Kur’an el kelimesini yaygın mecaz anlamı olan güç, kuvvet ve hortum anlamlarında kullanarak hırsızlık konusunda maksadını ortaya koymuştur.
Yahûdîler domuz yemez ve kan içmezdi.[280] Araplar helal-haram kavramlarını kullanırdı. Kâbe yeniden yapılırken helal paramızdan masraf edelim diyen Araplar vardı. Tevrat’taki işçi ücretinin alın teri kurumadan ödenmesi prensibi devrimci Muhammed tarafından devam ettirilmiştir.[281] Câhiliye Arapları köpek ticaretini de hoş görmezdi.
- 3. 28. Detay
Mekkeliler, yazın Suriye’ye, kışın Yemen’e büyük ticaret kervanı kaldırırdı. Bizans ve Sâsânî paralarıyla ticaret yaparlardı. Ukaz, Mecenne ve Zu’l-Mecaz adlarında büyük fuar ve pazarlar kurarak ticari ilişkilerini geliştirirlerdi. Devrimci Muhammed ticareti iyi bilen Mekkelilerle Medîne’deki faizci ve karaborsacı[282] Yahûdî ticaretine darbe vurdu. Ayrıca ticaretin kazanç tadına dalarak dayanışma ve zekât vermeyi ihmal edenler Medîne barış toplumunda uyarılıyordu.[283]
Yahûdî ve Araplarda kölelik ticareti vardı. Bir köle kullanıldıktan sonra satılıp para kazanılırdı. Ceza verirken özgürlere verilen cezanın yarısı takdir edilirdi. Evli köle zina etse de bu hüküm geçerliydi.[284] Devrimci Muhammed, köleliğin kaldırılması konusunda tarihsel ve bölgesel çözüm yollarını denedi. İş ve mesleği olmayan kölelerin toplumda rehabilite[285] edilerek özgürleştirilmesi ve hürriyetine kavuşturulması öncesinde aileden sayılması, onlara yardım edilerek işlerin onlarla birlikte yapılması uygulamalarını getirdi. Bu kademeli geçişin önemini Abraham Lincoln’un 1863’te Özgürlük Belgesi yayımlaması sonrasında tutunamayan, işi olmayan ve meslek bilmeyen kölelerin efendilerine geri dönmesinde görürüz.
Müşrik Araplar esirleri öldürme, kendine köle yapma veya esir pazarında satarak para kazanma biçiminde değerlendirirdi. Kur’an bu uygulamaya karşı çıktı.[286] Medîneliler Sâsânîlerden öğrendikleri mihr-cân[287] ve nev-ruz[288] bayramı kutlaması yapardı. Devrimci Muhammed bunları yaz aylarında tutulan oruç nedeniyle sıcaklıktan kurtulma[289] ve yakınlaşma[290] bayramları olarak değiştirdi.[291]
- 3. 29. Detay
Yahûdîler yıl içinde varlıkların kaderinin belirlendiği iki gün olduğu inancına sahipti. Bu inancın Müslümanlarda Kadir ve Berât geceleri biçimindeki uydurma rivâyetlerle devam ettirildiği görülmektedir. Ancak Kadir Gecesi, Tanrısal kudretin yeryüzüne dağıldığı ve Kur’an’ın Muhammed’in vicdânından Mekke toplumuna doğru akmaya başladığı gecedir. Berât Gecesi ise Yahûdî kültürünün İslâm’a taşınmasıdır. Çünkü Yahûdîler Yom-Kipur[292] denilen bir günde 24 saat oruç tutar ve vaktin tamamını sinagogda geçirerek Tanrı’nın yıllık kader yazısında iyi bir gelecek şansı yakalama peşine düşerdi. Onlara göre bu günde Tanrı kullarının kaderini yazmaktadır. Bu günde Tanrı için oruç tutup Tevrat okuyarak Tanrı memnun edilirse hem iyi bir gelecek yakalama şansı kazanılıyor hem de Tanrı günahlardan beraat ettiriyor, affediyor.
Araplar yemekten önce ve sonra el yıkamayı makbul sayardı.[293] Yemek konusunda devrimci Muhammed alışkın olmadığını yemez, başkalarının kendi kültürü gereği yediklerine de karışmaz,[294] halkın itibar ettiği ve tecrübeye dayanan bilgilere karşı çıkmazdı. Azatlı kölesi Zeyd ile dadısı Ümmü Eymen’in çocuğu olan Üsame bin Zeyd hakkında dedikodu çıkarılınca kâif denilen kıyâfet ve çizgi uzmanlarından yardım istedi. Onların tespitini de halka ilan etti.[295]
- 3. 30. Detay
Zerdüşt ve Yahûdî kültüründe sağ taraf hayırlı yöndür.[296] Temizliğin sol elle yapılması geleneği nedeniyle yemeklerin sağ elle yenmesi toplumsal bir örftü.[297] Kur’an sağ-sol ile yemeyi değil, haram-helal yemeyi öne çıkardı; fakat Kur’an Arapların sağ-sol algısı üzerinden iyi-kötü kabullerini tekrar ederek toplumun olumlu taraflara yönlendirilmesine çalışmıştır. Fakat günümüzde sağcı ve solcu kavramları Kur’an’danmış gibi gösterilerek Müslümanlar kapitalizme alıştırılmıştır. Hâlbuki sağ-sol siyasi kavramları Fransız Devrimi sonrasında oluşan ve meclis başkanının sağ ve solunda oturanlara göre tanımlanmış olan kavramlardır.
Yahûdîler yağmur duası yapardı. Devrimci Muhammed’in Medîne göçünün altıncı yılındaki şiddetli kıtlık nedeniyle yağmur duası yaptığını iddiâ eden duâ seremonileri klasik kaynakların mucize anlatılarıyla abartılı ve gerçek dışı süslemelerle aktarılmıştır.[298] İlginç olansa devrimci Muhammed şehrin yoksulluk ve susuzluğunu kendisini uyaran ve kendisinden duâ etmesini isteyenler nedeniyle duâ ediyor. Sonra öyle yağmur oluyor ki yağmasın diye duâ ediyor, daha sonra da başka yerlere yağsın da Medîne kurtulsun diyerek başka yerlerin felakete uğramasına neden oluyor.[299] Kur’anla tamamen çelişen bu rivâyeti gören bir Müslüman bir rahmet devrimcisini değil, taraf tutan ve seçkinci davranan bir egoist tipini görür. Peygamberi övmek için uydurulmuş tüm rivâyetlerde benzer yalan ve abartılar vardır.[300] Halîfe Ömer’in de Yahûdî toplumundan öğrendiği kesin olan bir davranış biçimi olarak yağmur duasına çıktığı aktarılır.[301]
Sâbiîler’in etkisiyle Mekkeliler yıldızların insan yaşamı üzerinde etkisi olduğunu kabul ederdi.[302] Ayrıca Araplar, çok değer verdikleri varlıklar üzerine yemin ederek onları tanık gösterirlerdi. Kur’an da bu durumu tarihsel bir metin olduğundan aynen tekrar etti. Devrimci Muhammed, kendisinden yüz elli yıl önce ölmüş başta İmru’l-Kays’ın şiirlerindeki yeminleri olmak üzere pek çok şairin Tanrı adına yaptığı yemini kullanmıştır.[303]
- 3. 31. Detay
“Zifiri karanlık dile gelsin, sabah aydınlığı tanık olsun, bilgi ve bilinçten yoksun olmanın getirdiği karanlığı aydınlatan vicdân, sağduyu ve akıl mesajları dile gelsin![304] Karanlığın dibini boylayarak sakinleşen gece tanık olsun ki seni besleyip büyüten ve donatan toplumun sana küsmedi. Küsmeyi bırak sana ne darıldı ne de seni terk etti. Sen böyle devam edersen sonun mesajları ulaştırdığın ilk zamanlarından daha iyi olacak. Senin toplumun sen yetimken seni bağrına basmadı mı, sen arayış içinde kıvranırken vicdân, akıl ve sağduyun sana yol göstermedi mi, senin varlığının devamını sağlayanlar zor zamanlarında sana arka çıkmadı mı? Sen de yetimi kahretme, itip kakma, yetime suratını ekşitme;[305] senden bir şey isteyen ihtiyaç sahibinin onurunu ‘Başka kapıya!’ diyerek kırma.[306] Seni besleyip büyüten ve donanım kazanmanı sağlayan toplumunu sürekli onore et, onları dilinden düşürme.[307]”[308] âyetleri sosyal ilişkiler ve psikolojik yaklaşım yönlerinden etik ilkeler ortaya koymaktadır. Bu erdemler hatırlatılırken devrimci Muhammed’e geçmişini unutmaması istenmektedir. Zira insan sonradan nimete ulaştığında eski günleri unutarak zalimleşebilir. Baskıcı ve egoist olmaktan korunmanın yollarından birinin de ezilenlerle sürekli empati kurmak olduğu vurgulanmaktadır. Bu âyet, Arap dil ve şiir üslubu olan yeminle başlayarak tarihsel nitelikte bir hitap olduğunu, Cahiliye Dönemi’nin bir özelliğini yansıttığını göstermiştir.
Mekke ve Medîne’de Muhammedi barış ideolojisini[309] kabul eden biri adını değiştirmezdi. Sadece anlamı şiddet içeren ve vicdânî değerlerle çatışan isimler değiştirilirdi.[310] Ayrıca kimse İslâm’a girdiği için giyimini değiştirmezdi, bu nedenle savaşlarda Müslümanlar kendilerinin bildiği parolalar kullanırdı. Yahûdî, Hristiyan ve müşrik Arap kadınları başlarını örterdi. Kimi kadınlar peçe de takardı.[311] Yahûdî ve Hristiyan kadınları ritüelini başı açık biçimde yapmazlardı.[312] Araplar sakalını uzatıp bıyıklarını kısaltırdı. Sünnet olma Yahûdîler ve müşrik Araplarda uygulanıyordu. Hatta Arap kadınları cinsel zevkleri artsın diye sünnet olurlardı.[313] Yahûdî ve Hristiyanlar erkek bebeklerini yedinci gün sünnet ederdi.[314] İslâm’da sünnet olmak ne Kur’an’ın emri ne de Peygamber’in isteğidir. Erkek sünneti bir Ortadoğu-Mısır-Mezopotamya örfüdür. Bu nedenle devrimci Muhammed’in bir Arap olarak kendi örfünü yaşaması ve bundan gördüğü yararları önermesi gayet doğaldır. Ancak sünnet olmak ne dîn ne dîndârlık ne de İslâmî bir duyarlılıktır. Olsa olsa bir sağlık meselesidir ve gerekirse uygulanmaktan kaçınılmaz. Sünnet ve benzeri herhangi bir yerel ve bölgesel gelenek asla evrensel bir gerçeklik olamaz. Araplarda İslâm’a taşınmış bir kutsama biçimi olarak da bir şey üzerine okuyup ardından üfleme geleneği vardı.[315]
Bütün bu uygulamalar gösteriyor ki Muhammed Peygamber toplumun üstünde olumlu etkisi devam eden tüm model ve davranışları hem uygulamalarıyla hem de âyetlerin diliyle sürdürmüştür. Şeriat uygulamasındaki hukûkî normların yerel ve değişken ancak amacın asıl ve sabit olması ilkesinden Peygamber uzak durmamıştır. Ritüel biçiminden yönetin tarzına kadar her alanda devrimci Muhammed Arap Muhammed’den ayrı bir çizgi çizmemiştir. Arap Muhammed’in tüm deneyimleri devrimci Muhammed’in yaşam biçimi, kararları ve onaylarında etkili olmuştur.
- 3. 32. Detay
Kur’ân’ın eşitlik, adâlet, özgürlük, barış, kardeşlik, sevgi ve acıma gibi temel ilkelerinin uygulanmasında Kur’ân ve Muhammed doğrudan ve birebir kopya edilmesi gereken bir nesne olmayıp kendi koşullarımızda kendi gerçekliğimizi ortaya çıkaracak birer model öznelerdir. Bu da onları bir örnek kabul ederek kendi dünyamızda yeni bir yaşam modeli kurmamızla mümkün olur. Çünkü her toplumun hafızası, geçmişi, algı biçimi, dil özellikleri, ritüel yaklaşımı ve önceliği değişkendir. Örneğin salât kelimesi hem Câhiliye Dönemi hem de İslâmî Dönem’deki Arap için olmazsa olmaz bir namaz eylemiyken bir sosyalist için dayanışma dernekleri, destekleşme vakıfları ve toplumda yoksulu ayağa kaldıran kuruluşlar olabilir. Çünkü biri kendini namazla toplumsallaştırırken öteki dernek, vakıf ve kurumlarla toplumsallaştırır. Önemli olan hangi araçları kullanarak sosyalleşmek değil, doğrudan doğruya bir toplum adamına dönüşerek insanların kaygı, sevinç ve endişelerinde yanında olmaktır.
Tanrı’ya duâ etme anlamındaki salât için Câhiliye ve İslâmî Dönem Arapları tapınaksız (cami, Kâbe) yapamazsa da Kur’ân’ı okuyan herkes bilir ki Kâbe ve cami sosyalleşmenin aracıdır, duâ etme merkezi değildir. Tapınaklardaki toplu duâ ve harekete bağlı ritüel davranışları barış, ilgi ve bilgi toplumuna giden yolları döşemektir. Ateşgede,[316] kilise, jinja,[317] sinagog,[318] menda,[319] manastır, tekke,[320] gurdvara,[321] katedral,[322] şapel,[323] mandir,[324] meşruku’l-azkar,[325] cami ve cemevi sosyalleşmenin, bir arada olmanın mekânlarıdır. Duâ her zaman ve yerde, kişinin içinden geldiği yöntemle yapılabilir.[326] İncil’e göre Tanrı her zaman içimizde olduğundan Tanrı’ya bir kilisenin dışındaki her yerde de duâ edilebilir.[327]
Salât eyleminin kıyam, rükû ve secde biçiminde yapılması bir müşrik Arap, Yahûdî ve Hristiyan geleneğinin Ortadoğu-Mezopotamya uygulamasıdır. Başka bir coğrafyanın insanı salâtı kendi bireysel veya toplumsal ritüel anlayışına uygun ve farklı biçimde gerçekleştirebilir. Çünkü ritüelin zamanı, yeri, biçimi yerel ve gelenekselken amacı evrensel ve insânîdir. Hatta motivasyonu güçlü biri için salât bilincini takviye edecek bir ritüele gerek yoktur. Bu tip biri ara ara ritüel yaparak motivasyonunu koruyabilir, şarj olabilir. Devrimci Muhammed Orta Asyalı Türkler veya kutupta yaşayan halklar arasında gelseydi deve yerine at ve foktan; cennet ve cehennemi soğuk ve uzun süren gece ile gündüz üzerinden anlatırdı; salât ritüelini dans ederekten sergilerdi. Zaten bu nedenle Kur’ân’da salât kelimesinin tarifi yapılmamış, orucun başlangıcı bir Yahûdî deyimiyle dillendirilmiş, zekâtın miktarı tayin edilmemiş ve karz-ı hasen’in uygulanması sınırlandırılmamıştır. Ayrıca Arapların kullandığı dil ve yaşadığı kütür üzerinden toplumsal düzen, siyasal akıl, hukûksal eşitlik, kişisel özgürlük, barışçıl dünya, açların olmadığı insanlık ve kölesiz toplum inşâsına gidilmiştir.
2.3. 33. Detay
Kur’an ve devrimci Muhammed, toplumsal yasaklar konusunda toplum gerçeğini dikkate alarak yönlendirmeler yapmasıyla tarihsel usül takip etmiştir. Kan davalarının durdurulması ve kavmiyle övünme hastalığından vazgeçilmesi konusunda başarı elde edilmesine rağmen ribâ, devrimci Muhammed’in ölümüne yakın zamanda, alkollü içkiden tamamen vazgeçilmesi Medîne’nin son yıllarında yasaklanabilmiştir. Mut’a nikâhı çok yaygın olması nedeniyle önlenememiştir.[328] Bunlar da gösteriyor ki şeriatların uygulanmasında zamansallık ve basamak basamak gitme[329] esas olduğundan aynı konudaki âyetlerin birbirinden farklı içerikte gelmesi bir çelişki olmayıp bir ihtiyacın sonucudur. Bu durum âyetlerin birbirini kaldırması değildir, tarihsel koşullara göre alınacak tavırların değişkenliği örneğidir. O nedenle nesh[330] teorisini savunanların iddiaları geçersizdir.
- Tarihselci Düşünce Sistemini Kavramak
- 1. İbdâ, İhyâ ve İnşâ
Tarihselci düşünceyi anlamak için en başta ciddi bir beyin fırtınası yapmak gerekir. Kur’an vahyinin diğer vahiyler gibi üç aşaması vardır. “Vahiy bugün ne dedi?” sorusunun sorulduğu döneme ibdâ, aradan epey süre geçtikten sonra “Vahiy kendi zamanında ne demek istedi?” sorusunun sorulup muhtemel cevaplarının alındığı ve geçmişin tüm kurum ve yapısıyla canlandırılmasının hedeflendiği döneme ihyâ; “Vahiy bugün gelseydi ne derdi?” sorusunun cevabının arandığı döneme inşâ devresi denir.[331]
Kur’an günümüzde gelseydi Rûm (Rom, Roma) sûresi bugün için Amerika sûresi olurdu, Zilzal sûresi Tusunami suresi olurdu, “Bu kız çocukları hangi günahından dolayı öldürüldü?!”[332] sorusu “Bir milyon insan hangi suçundan dolayı aç; berdeller, genelevler neden hâlâ toplumda yer buluyor?” biçiminde olurdu; “Kölelerin zincirlerini kırın!”[333] âyeti “Bankaya kredi borcu olanları, asgarî ücretle çalışanları, bağımlıları kurtarın.” biçiminde gelirdi. Yetim ve câriyeleri özgürleştirmek için çok evlilik geleneğini[334] sürdürme anlayışı “Kadınları iş, aş ve eş bularak özgürleştirin; kendi özgürlükleri üzerinde yaşayabilecekleri ortamda yaşatın.” tarzında olurdu. Bu tarz düşünme biçimi geliştiren tarihselci yaklaşım, karşıtlarının tanımlamasıyla değil taraftarlarının tarifiyle bilinmesi gerekir.
- 2. Kıssa ve Mesel
Tarihsellik kendi çağında vahyi yeni bir okumaya tabii tutmaktır. Yani aklı merkeze alarak vahyi yeniden ve kendi zamanında kendi önceliğini dikkate alarak okumadır. Tanrı’nın sünnetinin değişmeyeceğini[335] bilerek vahyin apaçık Arapça olduğunu[336] hesaba katarak vahyi okumaktır. Çünkü vahyin Arapça olması vahiy dilinin hassasiyetlerini bilerek vahiyden faydalanmayı gerektirir. Örneğin mesel konusunu gündem yapan âyetteki çoğul form (kullandık)[337] Tanrı, toplum ve tarihsel süreci içerir; bu nedenle de biz’li ifadelerde Tanrı dışında diğer varlık, insan ve doğanın da yaratıcılık niteliklerine sahip oldukları gözden uzak tutulmadan tercüme edilir.
Vahiy metninde geçen kıssa ve meseller kadîm Mezopotamya ve Sâmi toplumlarının, ayrıca Mısır uygarlığının kültürel, edebî ve hukûkî dilini yansıtır. Kıssa, makaslayarak anlatma demektir. Günümüz sinemasında filmin kesilerek etkili bölümlerinin anlatılması demek olan fragmanın bir benzeridir. Bir yaşamın ders ve mesaj içeren bölümlerine denir ve Kur’an’da iki binden fazla âyeti içerir. Yani Kur’an’ın üçte biri kıssadır. Prof.Dr. Mehmet Okuyan’ın dediği gibi kıssa, tarih değildir; çünkü tarih yer, zaman ve şahıs isimlerinin belgelerle belirtildiği anlatımdır. Hikâye de değildir, çünkü kurgu değildir. Darb-ı mesel değildir; çünkü Arapçada atasözleri, deyimler yanında yaşanabilir nitelikte uydurulan hikâyeler bu kapsama girer. Kur’ân en güzel kıssaları anlattığını belirtilir.[338]
Mesel; misal, masal, temsil, sembol, örnekleme demek olup gerçek hayat/dış dünya ile benzerlik kurarak yapılan anlatımdır. Kur’ân meselle ilgili olarak “Düşünüp de ders alsınlar diye her türlü dolaylı anlatım biçimini kullandık. Kur’ân’da insanlar için her türlü örneği verdik. İnsanlar değerlerini yükseltsin diye bu Kur’ân’da misal, sembol, örnekleme, temsil ve benzerlik kuran anlatım biçimlerini kullandık.”[339] der. Yani mesel, Kur’an’ın üslubunda vazgeçilmez bir anlatım biçimidir ve meseller de kendi devrinin sembolik/alegorik dilini taşıdığından çözümlenmesi sırasında bu nitelikleri göz önünde bulundurularak açıklanır. Salih’in devesinin kamu malı sembolü olması gibi. Bu nedenle kadîm geleneğe ait bir Hızır meseli gördüğümüzde bu anlatının öncesinde geçen[340] mesel, misal, temsil (sembol, alegori) kelimesini görmezden gelemeyiz ve âyetleri rivâyetlere feda edemeyiz. Bu yaklaşım tarihselci okuma yaklaşımıdır.
- 3. Jeo-Politik Karakter
Tarihsellik tüm vahiy tarihini bütünsel bir bakış açısıyla okumadır; parçacı/bütünden uzaklaştırıcı/lokal okumalardan uzak durma eylemidir. Açıkçası bir âyet zincirini Mekke, Medîne toplumunun sosyal, ekonomik, siyasal, coğrafi, jeopolitik, inançsal, diğer toplumlarla ilişkisi, devrin büyük devletleriyle münasebetleri gibi açılardan değerlendirerek kavramaktır. Kim, niçin ve hangi sosyo-ekonomik veya ekonomi-politik gerekçeyle bir davranış geliştiriyordu sorusuna bizzat sahadan cevap aramaktır. Yani tarihsellik, Kur’an zamanına gidip olay ve olguları kendi devrinin koşullarında değerlendirme, vahyin muhataplarla nasıl bir ilişki içinde biçimlendiğini kavrayarak kendi çağına dair örnek eylem ve zihniyet üretmedir. Yani lafız (söz) merkezli anlama yerine kasıt (amaç) merkezli anlayış ortaya koymadır. Metni yüceltme değil, amacı dikkate alarak kendi çağını yapılandırma çabasıdır.
Tarihsellik, insanlık tarihinde yaşanmış veya yaşanmakta olan olguları idealizm ile realizm arasında bir dengede tutarak yaşamı yeniden kurgulamaktır. Bire bir taklit değildir, eleştirel aklın merkezinde ihyâ çağlarını süzgeçten geçirme ve eleme faaliyetidir.
- 4. Bilinç İnşâsı
Tarihsellik tarihe yüceltmeci yaklaşmak yerine, etkin bir tarihsel bilinç oluşturarak tarihi yeniden kurmak için özgür ve özgün kalabilme mücâdelesi ortaya koymaktır; bilginin doğruluğu, kaynağı ve sınırını sadece bir dinsel ve mezhepsel çevrenin etkisinde kalarak değil, tüm insanlık verilerini dikkate alarak okumalar yapmaktır.
Tarihsellik, akıl-vahiy birlikteliğini pratize ederken insanlık birikim ve tecrübelerini vahyin anlaşılmasında temel almaktır. Bilhassa edebiyatın malzemesine dönüşmüş olan kıssa, masal, esâtîr gibi Sümer, Bâbil, Mısır, Akad, Asur malzemelerinin arka planını çağın gerçekliğine uygun olarak yeniden okumaktır. Kadîm çağlar ile yaşanılan zaman aralığındaki anlayış, edebî sanat, üslup, deyim, terim ve rivâyet farklarını dikkate alarak anlamın zihinlerde doğru oturmasını sağlamaktır.
Tarihsellik, bilhassa rivâyetleri derin sorgulamadan geçirmektir, saltanat ideolojisi olan Sünnîlik ile imamet mitolojisi olan Şiîliği akıl, tarih ve vahiy değerleri süzgecinden geçirerek elemektir; İmam Azam gibi âhad haberleri[341] sünnete[342] ters görünce reddetmektir. Çünkü Peygamber’e dayandırılan ve Antik Dönemlerden eklendiği sabit olan miraç anlatıları gibi söylencelerin elekten geçirilmeden -sağlam aktarımlar diye- günümüze taşınmasına tepki koymaktır.
Tarihsellik, cami binası yapmayı değil, insanların toplanarak sorunlarını konuştuğu ve çözümlediği, stratejilerini oluşturduğu ve devrimci ruhun dinamizm adına şarj edildiği yerler var etmenin Peygamber yoldaşlığı olduğunu kabullenmedir; hicreti turistik gezilerden, infâkı kırkta bircilikten ve cihâdı kıtalden ayırarak kendi koşullarında yeniden tanımlayıp uygulamaktır.
Buhârî’nin ölümünden 400 yıl sonra Yunûnî adlı bir hadîsçinin derlemesi olan ve işte bunlar Buhârînin Sahih’i diye ortaya konan tavrı eleştirmek tarihselliktir. Çünkü hiçbir yerde orijinal nüshaları bulunmayan ve Yunûnî nüshaları denilen bir hadîs koleksiyonuna -içinde Kur’an’la çatışan yüzlerce örneklik varken- tam sadakat beklemek ancak geleneği sorgusuz kabul eden birinin tavrı olabilir. Üstelik bu koleksiyon içinde bizzat vahiy kaynağının tahrif olduğuna (aslının bozulduğuna) dair onlarca rivayet varken.[343]
- 5. Bel’am ve Hâman
Tarihsellik, vahyin mesajları arasına sokuşturularak ikincil dîne dönüştürülen tarîkât, mezhep, cemaat ve devlet dîndarlığı modellerine karşı bunların siyasal projelerle üretildiğinin farkına varıp vahyi tüm bu arızalardan temizleme çabasıdır. Zira bunların Kur’an’daki Bel’am ve Hâman anlatılarının İslâm biçimli kurumsallaşması olduğunu bilip gerçek dînin inşâsı için mücâdele etmektir.
Bel’am, İsrâîl oğulları toplumundan Bel’am bin Baura adlı kimsedir. Ancak onun bazı sıfatları bir karakterin somutlaşmış biçimini aldığından Bel’am denilince kişi olan Bel’am anlaşılmaz. Bel’am; Musa Peygamber hakkında yalanlar söyleyen, derin bilgi ve kültür sahibi olmasına rağmen sırf çıkarları için gerçekleri gizleyen, halkı güzel ve etkili sözlerle kandıran biridir. Bu nedenle Bel’am denilince yalancı, hileci, gerçekleri çarpıtan, kariyer ve konforu için devlet yönetiminin istediği eylem ve söylemi tercih eden, yalakalığı meslek edinen aydın, düşünür, entelektüel ve bilim insanları kastedilir. Özellikle dîn adamları sınıfını kasteder.
Hâman, Tevrat’ta Bâbil sürgününde esaret altında tutulan İsrâîl oğullarının düşmanı ve Bâbil Kralı Ahaşveroş’un yardımcısı/veziri olarak anlatılır. Musa’dan 1100 yıl sonra gelmiş biri olarak tanıtılır. Kralın mühür basan yüzüğünü taşıma yetkisine sahiptir. Kraliçe Ester’in kralı ikna etmesiyle Hâman ve adamları öldürülür.[344] Kur’an’da Hâman, Firavun’un başveziri olarak tanıtılır.[345] Hâman’ın Mısır’da yaşamadığına dair spekülasyonlar vardır. Ancak tarihsel zaman dilimi yönünden Musa ile Hâman aynı zamanda yaşamasa da biliyoruz ki Kur’ân zamansal yakınlıktan çok eylemsel yakınlığı dikkate alarak zaman atlaması yapıp karakter ve eylem ortaklığı üzerinden birliktelik kurar ve bunun üstünden eleştirisini üretir. Bu bir üslup tercihidir. Bu üsluba özellikle kıyâmet/devrim âyetleri örnektir.
Hâman denilince yöneticiye danışmanlık yapıp onun zulmünü destekleyen, bürokratik görevlerde bulunup her türlü yalan ve karartmanın tüm yöntemini uygulayan bir kimseyi, zihniyeti veya eylemi kastederiz. Yani Hâman kişiliğini yönetime satan ve halkına zulmeden tiplerdir. Tıpkı Emevî krallarının zulüm emirlerini zevkle uygulayan ve bir öğretmen olan zâlim Haccac gibi. Hâman tipi resmî görev almış zâlim uşaklarıyken Bel’amlar ise genelde resmî görevde olmayan ancak egemenin değirmenine su taşıyan yazar, sanatçı, gazeteci, bilim insanı, resmî veya gayr-ı resmî dîn sınıfı mensubu ve mezhep imamı gibi işi entelektüel uğraşı olan kesimlerdir.
- 6. Tarihte Tarihselcilik
* İslâm’ın bizzat içinden doğmuş bir damar olan tarihsellikle ilgili örneklerin sayısı azımsanmayacak orandadır. Örneğin “Akıl ve nakil karşı karşıya geldiklerinde itibar edilen akıl olur, nakil ise te’vil edilir.”[346] cümlesinde vahiy bilgisi, tecrübe ve donanım sahibi aklın doğrultusunda anlaşılmalıdır ve bu durum statik bir okuma ile değil dinamik bir okumayla gerçekleştirilir biçiminde anlaşılmalıdır.
* Sahabeden Abdullah İbn-i Mes’ud, Übey bin Kâ’b ve Enes bin Mâlik Kur’ân lafızlarının eş anlamlılarıyla okunmasını kabul etmişlerdir. İbn-i Mes’ud günahkârların yemeği[347] tamlamasındaki esîm kelimesinin fâcir kelimesiyle değiştirilebileceğini, meşev[348] kelimesinin[349] merrû diye okunabileceğini, agvem[350] yerine[351] asdag kelimesinin kullanılabileceğini[352] söyleyerek Kur’ân lafızlarında bile asıl olanın söz değil anlam olduğunu vurgulamıştır. Bilinen bir gerçek şudur ki lafız (söz), anlamın elbisesidir; söz, anlamın kalıbıdır. Anlam su, söz kaptır.
* İmam Mâtürîdî’nin Tevîlât-ı Kur’ân’da “Kur’an’ın muâmelât hükümleri içtihat ile hükümden düşürülebilir.” demesi tarihsel bir yaklaşımdır. Mâtürîdî, Kur’ân’daki hukûksal hükümlerin değişmez yasalar değil, tarihsel veri ve uygulamalar olduğunu savunur.[353] Çünkü İslâm hukûkçularının zaman ve koşullara göre Kur’ân’ın açık sözlerine ters gelebilecek hükümler verebileceğini söylemek, tarihsel olan yasaların değil, evrensel olan ilkelerin esas olduğunu beyan etmektir.
* Halife Ömer’in müellefe-yi kulûb’a zekât vermeyi[354] kaldırması apaçık âyete rağmen Kur’ân karşıtı bir tasarruf değildir, tarihsel bir uygulamadır. Çünkü âyetler kendi zaman ve şartlarında devrin ihtiyacına uygun çözümlemeler yaparlar. Halîfe Ömer, kendi egemenlik devrinde böylesi bir tedbire ihtiyaç duymamış ve devlet kalemlerinden bu harcamayı kaldırmıştır. Halîfe Ömer, bu uygulamayı Ebû Bekir Devri’nde hayata geçirmiş, İmam Ali ve Halîfe Ebû Bekir de bu uygulamayı onaylamışlardır. Hukûkta “İllet kalkarsa hüküm de kalkar.” prensibi vardır. Yani bir yargının ortaya çıkmasına sebep olan durum kalkarsa hüküm de kalkar. Bir yerde mikrop yayılırsa orası karantinaya alınır. Mikrop temizlendiğinde karantina kaldırılır. Yani hüküm sebebe göre verilir.
* Şerri azaltılacak, kalbi yumuşatılacak kimselerle uğraşırken o kimseyi parayla satın almak ve ona maddî imkânlar sunarak Müslümanların güven ortamını sağlama düşüncesi Müslümanların zayıf olduğu dönemlere ait bir uygulamadır. Güçlülerin böylesi bir uygulamaya zaten ihtiyaçları olmaz. Burada zayıf Müslümanların güçlü kâfirlere bir tür rüşvet verdiği ortaya çıkmaktadır. Müellefe-yi kulûb fonu hem kişinin kendinin ve çevresinin Müslümanlardan fayda görerek İslâm’a ısındırılmasını hem de zayıf Müslümanların güçlü düşmanların şerrinden kendilerini koruyabilecek düzeye gelene kadar onları maddî imkânlarla kendilerinden uzak tutmaları önlemidir. Halîfe Ömer, zaman ve gerçekliği dosdoğru okuyarak bu fonu kaldırmıştır. Ancak unutulmasın ki bu fon, şartlar oluştuğunda aynen tekrarlanabileceği gibi başka yöntemlerle de hayata geçirilebilir. Bunu belirleyecek olan zamanın koşullarıdır.
* Mâlikî fıkıhçısı Necmeddin Tûfî’nin “Muâmelât hükümleri kamu çıkarlarına göre belirlenir. Bu konuda dînin verileri sadece birer örnektir ve bütün zamanları bağlamaz.” demesi dînin hükümlerinin tarihselliği konusunda Mâtürîdî gibi düşündüğünü gösterir.[355] Öyle ki muâmelât âyetlerinin tüm çağları kapsayan bir içerikte değil zamansal nitelikte geldiğini söyleyen Tûfî, muâmelât âyetlerinin açık beyanlarına aykırı gelebilecek hükümlerin verilebileceğini onaylar.
* Tevhit ve Adâlet Okulu’nun büyük düşünürü Kadı Abdü’l-Cebbar’ın “Akıl ile vahyin kaynağı birdir. Bu nedenle ikisi birbiriyle çelişmez. Eğer akıl ile vahiy arasında bir çatışma olduğu görülürse akıl esas alınır, vahyin verileri akla uydurmak için te’vil edilir.” demesi vahyin tarihsel yorumuna işaret eder. Böylece bilgi, deney ve tecrübeyle donanmış akıl verilerinin vahiy dahil tüm bilgi ve haberi ele almada temel değer olduğu söylenir.[356] Mûtezile mezhebinin imamlarından olan Kadı Abdü’l-Cebbar ile Sünniliğin Eş’ârî-Şafiî ekolünden olan Said-i Kürdî’nin aynı kanaatleri taşımaları aklın yolunun bir olduğunu göstermektedir. Said-i Kürdî’nin tarihselliği destekleyen cümleleri şöyledir:
“Çağlara göre yasalar değişir. Belki bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı yasalar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Peygamberlerin sonuncusundan sonra onun kapsayıcısı yasası her çağda, her topluma yeterli geldiğinden farklı yasamalara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat ayrıntıda bir derece mezheplere ihtiyaç kalmıştır. Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilaçlar değişir. Öyle de asırlara göre yasalar değişir, milletlerin yeteneğine göre hükümler dönüşür. Çünkü hukûk hükümlerin ayrıntılı kısmı insanların davranışlarına bakar. Ona göre gelir ilaç olur. Eski peygamberlerin zamanında insanlık sınıfları birbirinden çok uzak ve karakterleri hem bir derece kaba hem şiddet eğilimli ve düşünce bakımından ilkel ve medeniyetten uzaklığa yakın durduğundan o zamanki yasalar onların haline uygun bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hatta bir kıtada aynı çağda ayrı ayrı peygamberler ve yasalar bulunurmuş. Sonra ahir zaman peygamberinin gelmesiyle insanlar sanki ilkel derecesinden lise derecesine yükseldiğinden çok değişimler ve devrimlerle insan kavimleri tek bir dersi dinleyecek, tek bir öğreticiyi dinleyecek, tek bir hukûku eyleme geçirecek vaziyete geldiğinden ayrı ayrı yasaya ihtiyaç kalmamıştır. Ayrı ayrı öğretmene de gerek kalmamıştır. Fakat tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve eşit bir toplumsal yaşam da kazanmadığından mezhepler çoğalmıştır. Eğer insanlığın mutlak çoğunluğu bir üniversitenin öğrencisi gibi tek bir toplumsal yaşam biçimine bürünse, bir seviyeye girse o vakit mezhepler birleştirilebilir. Fakat insanlığın şimdiki hali izin vermediği gibi mezhepler de bir olmaz.”[357]
* Kadı Abdü’l-Cebbar, dînin delillerini sıralarken akıl, Kur’ân, sünnet[358] sıralaması yapar; muâmelât alanında Peygamber’in örnek alınmasının isabetsiz ve sağlıksız olacağını söyler.[359] Alışveriş, kira, şirket kurma, evlilik, miras, vasiyet ve borç gibi insanlar arası tüm hukûkî ve ticârî ilişkileri düzenleyen kuralların tamamına muâmelât denir. Geleneksel Sünnî fıkhın cezaâ hukûku alanına ukûbât; savaş, kıtal, namaz, oruç, hac, kurban gibi alanları ele alan bölümüne ibâdât denmesi bir tanımlamadan ibarettir. Bu görüş tam olarak tarihsel bir yaklaşımdır.[360] Kadı Abdü’l-Cebbar’ın aklı ilk sıraya yerleştirmesi harika bir sıralamadır. Çünkü Kur’ân, aklı 700 âyetiyle referans göstererek kendinin anlaşılmasında teslimiyeti değil, akletmeyi öne çıkarır. Akılsız ve taklide dayalı güven ilanını değil, akıllı reddiyeyi değerli görür. Kur’an’daki akıl isim olarak belirtilen pasif ve teorik bir akıl değildir, fiil halinde geçen aktif bir akıldır.
* Râğıp İsfehânî, “İki resul vardır; biri bâtın[361] resul, öteki zâhir[362] resul. Bâtın resul akıl, zâhir resul peygamberdir. Hiç kimse akıldan gereğince yararlanmadan peygamberliğe yol bulamaz. Akıl, peygamber çağrısının sağlık ve geçerliliğini bilmede temeldir. Akıl olmazsa peygamber sözünün delil olması ve bağlayıcı olması mümkün olmaz.” derken vahyi aklın kontrolünde anlamayı ve koşullara göre yorumlamayı kasteder. Bu durum tarihsel bir bakış açısıdır.[363] Karşımıza çıkmış bir metni vahiy, bir şahsı peygamber olarak kabul etmenin koşulunu Râğıp İsfehânî aklın eleme süzgecine dayandırıyor. Yoksa Hristiyan imanında olduğu gibi “Düşünmeden kabullen.” biçiminde bir inanç ne Kur’ân’dan onay alabilir ne de tarihsel yaklaşımdan. Akıl, vicdân, doğa ve psikolojiye uygun olan; insana hayır, bolluk, iyilik, güzellik, yardımlaşma, saygı, eşitlik, özgürlük, barış ve dayanışma getiren her mesaj Tanrı’dan gelen iletidir; bu iletiyi getiren herkes de vahiy habercisidir.
* Ünlü usulcü[364] Karafî’nin “Allah’ın hükmü, onun zatıyla kaim olan kelamıdır. Kur’an ve sünnetin lafızları[365] Allah’ın hükmünün bizzat kendileri değil sadece delilleridir. Herhangi bir hâkime devredilmiş hüküm de Allah’ın hükmüdür.”[366] sözleri Kur’ân ve sünnetin lafızlarının değil, maksadının asıl olduğunu kasteder; bu kabul tarihsel bir yaklaşımdır. Karafî’ye göre Tanrı sözü bizzat Tanrı’nın varlığıyla var olan bir Tanrı niteliğidir. Ancak Kur’ân ve Peygamber sözleri Tanrı’nın orijinal sözleri olmayıp onun söz ve hüküm yetkilerine dair birer kanıttır. Bu nedenle vahyin amacından hareket eden bir hâkimin verdiği karar Tanrısal karardır, hatta bu karar âyetlere açıktan ters olsa da.
* Nâsih-mensuh kabulü, geleneksel Sünnî fıkhın Kur’ân’da zamansallık, yani tarihsellik düşüncesini kabul ettiğine dair bir örnektir. Sünnîler âyetleri tamamen hükümsüz kılarak, âyetlerin nesh ile hükümden düştüğünü söyleyerek dolaylı biçimde tarihselci yaklaşımı kabul etmişlerdir. Ancak tarihselcilik, âyetin kendi zamanın ruhunda sabit kalırken amacının sürdüğünü veya âyetin yeni koşullara çözüm üretmede yetersiz kaldığını düşünerek akılcı yeni çözümlere başvurmaktır. Yani âyeti bile Tanrılaştırmamaktır.
* Tarihsellik, hukûk kurallarında zaman aşımını[367] dikkate almaktır. Çünkü zaman içinde hükmün etkisizleşebileceğini fark edip cezaâ ve ödülün etkinliğini artırmak için etkili olabilecek farklı bir yasama içinde bulunmak, zamanın gereklerindendir. Zaman aşınmasına paralel olarak bir kuralın yerleşmesinde vazgeçilmez olan tedricîlik[368] ilkesi de bir tarihsellik örneğidir. Ribânın geç yasaklanmış olması vahiydeki tedricîlik ilkesiyle açıklanabilir.
* Bedir Savaşı’ndan sonra esirlere nasıl muamele edileceğini belirten âyete[369] rağmen Ömer Nasuhi Bilmen’in Istılahat-ı Fıkhiye adlı eserinde esirlik ve câriyeliğin uygulanabileceğini savunması[370] tarihsel bir yaklaşım değildir, yanlış bir içtihattır. Çünkü tarihsellik burada âyetin amacı olan özgürleştirme dışına çıkmak değil, özgürleştirmeyi zaman ve koşulların gereklerine göre uygulamaktır. Tarihsellik, örneğin kadını özgürleştirmede bir dönemin yöntemi olan çok evliliği bırakıp kadını meslek sahibi ve yetkili bir mevki erbabı yaparak özgür bir birey haline getirme stratejileri sunmaktır. Ancak Ömer Nasuhi Bilmen,[371] âyetin amacı dışına çıkarak Sünnî-köleci fıkhın uygulamasını hem tekrar etmiş hem de meşrû göstermiştir.
* Mecelle’nin 39. maddesi “Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz.”[372] demektedir. Mecelle bunu örfle ilgili konuda söyler. Ancak örf, dînin yaşanmasında bir alandır. Muâmelât hükümleri hem geleneği hem örfü hem de yaşanan günü kapsadığından vahiy hükmü de olsa değişime tabi olması insan ve toplum gerçeğinin bir sonucudur. Halîfe Ömer’in kıtlık zamanında hırsızlığa el kesme cezası vermekten kaçınması[373] da bu genel prensibi uygulanmasıdır. İşte bu tarz uygulamalara tarihsellik denir.
- 7. Gözden Kaçırılanlar
Hem her mezhebin yorumu hem de aynı mezhep içindeki yüzlerce farklı yorumun varlığı fıkıh, siyâset ve akâidde tarihselliğin canlı bir uygulama olduğuna delildir. İcmâ[374] da tarihen oluşmuş yerel, bölgesel ve zamansal nitelikte kararlar olduğuna göre birer tarihsel veridir. Sünnîler kabul etmeseler de icmâlar, tarihselci düşüncenin fiili destekleyicisidir.
Sünnî ve Şiî fıkhında olup da Kur’ân’da bulunmayan baş örtmeyene hapis ve sürgün, namaz kılmayana kırbaç ve öldürme, dînden çıkanın öldürülmesi gibi ceza takdirleri vahye karşı işlenmiş apaçık yanlış içtihatlardır; asla tarihselci kararlar değildir. Çünkü tarihsellik amacı yok eden, geleneksel uygulamalar ve kabulleri vahyin üstüne çıkaran eylemler değildir; tam aksine vahyin ruhunu kendi zamanında yeni yöntemlerle hayata geçirmedir.
Tarihselliği reddeden mezhepçilere, “Vahiy statik bir olmuş bitmişlik mi, dinamik bir oluş süreci midir?” veya “Arıya halen vahyedilmekte midir?”[375] diye sormak isterim. Tarihselci bakışa göre sağlam bilgi ve sahih haber aklını kullananlara gelmeye devam etmektedir, Peygamber ölmüş olsa da aklın uyguladığı ilkeler hayatı kuşatmaya devam etmektedir. Arıya bilgi kodları verilmeye devam edilmektedir.
- 8. Sâbit Din Dinamik Şeriat
Tarihselliğe göre “dîn sâbit, şeriat dinamik”tir. Yani ahlâk, ilke, adâlet, eşitlik, barış, emniyet, özgürlük, istişâre, şûrâ, liyakat, kardeşlik, merhamet, paylaşım, birliktelik bilinci ve maslahat asla değişmez; ancak bu kavramları diri tutan uygulamalar, hukûk müeyyideleri, politik tedbirler ve ekonomik öneriler daima değişkendir. Bu değişkenlik Tevrat, İncil ve Kur’an’ın hukûk hükümleri için de geçerlidir.
Tarihselliğe göre vahiy, Tanrı’nın vicdânlı, sağduyulu ve akıllı bir devrimci eliyle var olan tarihsel gerçekliğe el atmasıdır. Ancak devrimci peygamberin ölümünden sonra insanlık sağduyusu, vicdânı ve ortak akılla baş başa kalarak yeryüzünü inşaâ eder ve bu konuda yeni bir devrimci peygambere ihtiyaç kalmaz. Kur’ân’ın devrimci Muhammed’i Ortadoğu’daki peygamber geleneğinin son devrimcisi ilan etmesinde bu anlayış yatar. Kur’ân’da akla da bu nedenle çok vurgu yapılır.
- 8. Amaç-Araç İlişkisi
Vahyin oluştuğu özel ortamda söyledikleri ile vahyin amacı aynı değildir; yani makâsıd[376] esas, vesâit[377] fürûdur;[378] bu durumda Şâtibî’nin makâsıd-ı şerî’a[379] eksenli oluşturduğu Mehâsinu’l-İslâm[380] adlı eseri bu alanda oldukça önemlidir. Daha da açarsak şeriat denilen ve İslâm’dan önce var olan hukûkî hükümlerin[381] Kur’an’da tekrarlanıyor olması vahyin mutlak değişmezi mi, yoksa toplumun tarihten getirdiği ve uyguladığı muâmelât hükümlerinin vahiy tarafından toplumsal fayda sağlaması nedeniyle sürdürülmesi midir? Vahyin bize kazandırmak istediği şey, sürdürülebilir olan ilkelerdir; her zaman ve her koşulda değiştirilebilir olan yasalar değildir.
Âyetlerin ortaya çıkış ortamı ve sebepleri irdelendiğinde Peygamber Dönemi’ndeki siyâsî, hukûkî, ekonomik ve toplumsal yaşam biçimleri ile Peygamber’in kendi özel hayatı hangi konularda hangi âyetlerin ortaya çıkacağını belirlediği görülür. Peygamber eşi Ayşe’ye iftira atılmasaydı, Nûr suresinin 11-15. âyetleri yazılmazd; Elçi devrimci Muhammed, eşleriyle sorun yaşamasaydı ve Peygamber helali olan şeyleri kendine haram etme yemini etmeseydi Tahrim suresinin 1. ayeti oluşmazdı. Bunlar, âyetlerin ortaya çıkmasında tarihsel şartların önemini gösterir. Âyetlerin inişinde görülen tarihsel koşullar âyetlerin anlaşılmasında da geçerlidir.
İnsanlık tarihi boyunca vahiylerin insanlığa ulaştırılmış olması vahyin karakterinin tarihsellik/zamansallık içerdiğinin delilidir. Kur’ân’ın da 23 yıllık bir sürede tamamlanması, Mekke ve Medîne toplumunun sorununu ele alması ile tarihselliğini göstermiş olması doğaldır. Kur’ân’ın Arapçayı, Arap deyim ve terimlerini, Arap geleneklerini kullanması zaten tarihsel ve yerel olmasının en büyük yansımasıdır. Ayrıca basit bir hikâyenin bile evrensel mesaj verdiği dikkate alınırsa “Sebebin özel ve öznel olması hükmün genel olmasına mani değildir.” prensibi gereği Kur’an hükümlerinin yerel, tarihsel; mesaj ve ilkelerinin evrensel olması normaldir. Zira her eser, bir kültür coğrafyasında belli bir kitleye yazılmasıyla yerel ve tarihsel bir nitelik kazanır. O eseri genelleştiren; onun tercümesinin yapılması, reklam edilmesi, tanıtılması ve övgülerle büyütülmesidir. Şu halde tüm unsurlarıyla yerel nitelik taşıyan Kur’ân’ın evrenselliği de bu tarihsel özelliğinden kaynaklanmaktadır. Dünyadaki tüm evrensel nitelikli eserlerin tanınmasında bağlılarının onları iyi reklam etmesi, güzel tanıtması, mücâdele ortaya koyması ve başarılı temsil etmesi yatar.
Kur’an’da akla atıf yapan yüzlerce âyet, şûrâ vurguları, mârufa[382] uyma telkinleri; emânet, ehliyet, meşveret, adâlet, eşitlik (sevâ) ve maslahat kavramları hukûkî hükümlerin değişkenliğine, toplumsal mutaâbakatın değerine ve toplumsal farklılığın dikkate alınmasına işaret eder. Yani tarihsel dönüşümlere rağmen temel ilkelerde süreklilik esas alınır. Buna tarihselci yaklaşım denir.
Kur’ân pek çok konuda ayrıntı vermezken ve “Kendiniz doğrusunu yapın.” demeye getiren akıl vurguları yaparken aklın gereği olan tarihsel ve toplumsal koşulları dikkate alarak eylem ortaya koymak hem tarihsel davranış biçimleri hem de dönemsel zihniyet üretimlerine imkân sağlamaktır. Kur’an’da şûrânın biçiminden bahsedilmemesi, infâk oranının ne kadar olacağının söylenmemesi, kıssa ve mesellerin maksatlarının kültürel çıkarımlara bırakılması, ritüellerin şekil ve sayılarının dillendirilmemesi ve karz-ı hasenin miktarının belirlenmemesi gibi hususlar tarihin akışına bırakılmış gerçekliklerdir.
- 9. Üsve-yi Hasene
Devrimci önder Muhammed’in üsve-yi hasene[383] olması onun doğrudan kopya edilmesi değildir, onun örnekliğinden yola çıkarak kendi gerçekliğini oluşturmaktır? Yani Peygamber’in farklı sokaklardan dolaşarak mescide gitmesi örnek değildir, farklı sokaklardaki insanlarla muhatap olup barış, ahlâk, dostluk ve kardeşlik düzeni kurmak için olabildiğince çok kimseyle görüşme tavrı örnektir. Gelenekçi, onun sokak gezmesini; tarihselci, onun çok kimseyle paydaşlık kurmasını örnek alır. Gelenekçi, onun sakal ve cüppesini örnek alır; tarihselci, onun toplumsal kültürü normal bir insan olarak yaşadığını, devrimi biçimde değil ruh ve özde gerçekleştirdiğini örnek alır. Bu durumda “Geleneksel bakış mı, yoksa tarihselci yaklaşım mı sünnet kavramının içini daha doğru doldurur?” diye sorabiliriz.
- 10. Tarihselci Damar
Tarihsellik; Halîfe Ömer, İmam Ali, Ayşe, Abdullah İbn-i Mes’ûd, Ebû Hanîfe,[384] Mâtürîdî, Mûtezile, İbn-i Haldun, Cemalettin Afgânî, Fazlurrahman, Mehmet Âkif, Muhammed İkbâl, Şah Veliyullah Dehlevî, Ali Şeriatî, Aliya İzzetbegoviç, Nasır Hâmid Ebû Zeyd, Hasan Hanefî, Mustafa İslâmoğlu, Edip Yüksel, Hakkı Yılmaz, Yaşar Nuri Öztürk ve İhsan Eliaçık gibi değerlerin bakış açılarını analitik mantıkta sentezlemektir. Yani Halîfe Osman, Muâviye, Sünnîlik ve Şiîlik ideolojilerinden uzak durarak tüm tarihsel birikimi[385] bir bütün halinde insanlık mirası olarak kabullenme ve gerekli faydayı temin etmedir.
Tarihsellik, sonradan ortaya çıkmış ve rasyonalitenin etkisiyle oluşmuş modern hurâfe bir akım değildir. Ebû Zer, Abdullah İbn-i Abbas, Muhammed bin Hanefiyye, Cehm bin Safvan, Ehl-i Rey ekolü, Tevhit ve Adalet ekolü, Vâsıl bin Atâ, Nazzam, Câhız, Kadı Abdü’l-Cebbar, Zemahşerî, Fârâbî, İbn-i Sînâ, İbn-i Miskeveyh, İbn-i Tufeyl, İbn-i Rüşd, Câbir bin Hayyan, Birûnî, Şeyh Müfid, Nasıreddin Tûsî, Necmeddin Tûfî, Şâtibî, İbn-i Batuta, Molla Sadrâ, Muhammed Abduh, Tunuslu Hayrettin Paşa, Ahmet Cevdet Paşa, Filibeli Ahmed Hilmi, Seyyid Bey, İzmirli İsmail Hakkı, Musa Cârullah, Abdülkerim Suruş, Turâbî, Ahmed el-Kâtip, Muhammed Ammarâ ve Câbirî geleneğine[386] dayanan güçlü bir düşünce akımıdır. Ancak siyasal gücün sunduğu imkânlara ve toplumun tarîkât ve cemaat kültürüne dayanarak var olan gelenekçi ve mezhepçi tekçilik, bu akılcı damarı yok etmek için tüm saptırıcı propagandayı hem siyasal ve hukûksal ilişkileri ile hem de etik ilkelere sığmayan propagandaları ile etkisizleştirmeye çalışmaktadır.[387] Ancak dîn, mezhep, tarîkât vb. alanlarda Bel’âmlık, Hâmanlık ve firavunluk yapanlar; Kur’ân’dan beslenen sağduyu ve vicdân temelinde inşâ olmuş ön yargısız bir aklı ve onun kuvvetini biçimsel olarak baskılasa da asla yok edemez.
___________________________________________________________________
[1] Rağıp el-İsfehani, el-Müfredât, Ş-R-A maddesi, çev. ve not. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007; ayrıca bkz. Lisânu’l-Arab, Tâcu’l-Arûs, Mekâyisu’l-Luğa, Kitâbu’l-Ayn’ın ilgili maddesi.
[2] Sünnet: Yol, yöntem, tavır, tarz.
[3] Adâlet, eşitlik, özgürlük, sorumluluk, kardeşlik, sevgi, merhamet, paylaşım, akılcılık vb.
[4] Râğıp el-İsfehâni, el-Müfredât, M-L-L maddesi, çev. ve not. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007; ayrıca bkz. Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Bakara suresi, 220 no.lu dipnot, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2014.
[5] Medîne Sözleşmesi, 2. madde.
[6] Fe’t-tegul-lâhe ve etî’ûni
[7] Fe’t-tegu’l-lâhe
[8] Hêzê sırâtun mustagîmun
[9] Âl-i imran, 50-51.
[10] Şerh: Açıklama, yorumlama.
[11] Gelenek
[12] Gelenekten olmayan reddedilir.
[13] Feh-kum beyne-hum bi-mâ enzele’l-lâhu
[14] Ve-lâ tettebi’ ehvâe-hum
[15] Li-kulli ce’al-nâ min-kum şir’aten ve minhâcen
[16] Velev-şâ Allâhu le-ce’ale-kum ummeten vâhideten
[17] Ve-lâkin li-yebluve-kum fî mâ âtâ-kum
[18] Fe’s-tebegu’l-hayrâti
[19] Mâide, 48.
[20] E-hum yegsimûne rahmete rabbi-ke
[21] Zuhruf, 32.
[22] Li-yettehize ba’zu-hum ba’zan suhriyyen
[23] Li-yettehize ba’zu-hum ba’zan suhriyyen (Kiminiz kiminize iş olanakları sağlasın diye kendi yeteneklerini ortaya koymaya mecbur olarak…)
[24] Ce’al-nâ-ke ‘alâ şerî’atin mine’l-emri
[25] Câsiye, 18.
[26] Câsiye, 16-17.
[27] Yaygın tanım gereği kullanıyorum. Yoksa Müslüman sözcüğü dînî bir kimlik değildir, evrensel barışçılık kimliğidir.
[28] Arabiyyun mübîn
[29] Nezele bi-hî ruhu’l-emîn ‘alâ galbi-ke li-tekûne mine’l-munzirîn
[30] Zuburi’l-evvelîn
[31] Şuarâ, 192-196.
[32] Tevrat, Tevratı Şerif yahut Eski Ahit Kitabı, Mezmurlar, Kitabı Mukaddes Şirketi,12: 4, 15: 5, İstanbul, 1997.
[33] Otuz dokuz kitaptan oluşur.
[34] Rûh anlamına gelir.
[35] Allâh’ın hareketi, Tanrı’nın ruhu
[36] İmam Humeyni için de kullanılmış bir ünvandır.
[37] Tanrı’nın gölgesi
[38] Elbânî, Silsiletu’l-Ehâdîsi’z-zaîfe, I, 687; Beyhakî, Şuabu’l-İman, VI, 17; Ali Yardım, Şihabu’l-Ahbar Tercümesi, s. 180; İbn-i Ebi Asım, Kitâbu’s-Sünne, 1018 ve 1025 nolu hadîsler; Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl, II, 125; IV, 153.
[39] Mecmûu’l-Fetavî, 28/390-391; m.sorularlaislamiyet.com.
[40] Hizip: Bir bütün içindeki herbir parça (İslâm ve insan âilesini parçalayan her bir bölüme denir. İnsanlığı ayrıştıran dîn de bir hiziptir. İnsanlığı birleştiren dîn vicdân yoludur.)
[41] Tevrat: Töre, yasa, hukûk.
[42] İncil: Müjde, muştu, sevindirici haber.
[43] Ve’l-yeh-kum ehlu’l-İncîli bi-mâ enzele’l-lâhu fî-hi
[44] Ve men lem yeh-kum bi-mâ enzele’l-lâhu
[45] Fe-ulâike humu’l-fâsigûn
[46] Bi’l-haggı musaddigan
[47] Müheymin
[48] Feh-kum beyne-hum bi-mâ enzele’l-lâh
[49] Ümmeten vahideten
[50] Li-yebluve-kum fî mâ âtâ-kum
[51] Fe’s-tebigu’l-hayrât(i)
[52] Mâide, 46-48.
[53] Şeytan: Kin, öfke, nefret, bencillik, tek tipçilik ateşi.
[54] Kefâ bi-hî şehîden beynî ve beyne-kum (Aramızda Tanrı şehîd olarak yeter.)
[55] Nezîrun mubîn
[56] Ahkaf, 8-9.
[57] Buhârî, İtikaf, 16.
[58] Kadîm: Çok eski, köklü, eski çağlara dayanan.
[59] Muazzez İlmiye Çığ, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Kökeni, 21. Basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2009.
[60] Vâhidî, Esbab-ı Nuzul, Şam, 1993; bkz. Mehmet Azimli, Cahiliyeyi Farklı Okumak, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2015.
[61] Mâide, 44. (Gerçeğin ortaya çıkmasına engel olan)
[62] Mâide, 45. (Aydınlığı baskı ve dayatmayla karanlığa boğan)
[63] Mâide, 47. (Deliğinden büyük bir hızla fırlayıp kaçan fare)
[64] Hâkka, 42.
[65] Lâ es’elu-kum ‘aleyhi ecran
[66] Gaderu’l-lâhe hagga gadri-hi (Tanrı’nın kıymetini bilerek takdir etmek)
[67] Umme’l-gurâ
[68] Melekler
[69] Allâh’ın âyetlerine karşı büyüklük taslamak
[70] En’am, 91-94.
[71] Namaz, oruç, hac, kurban vb.
[72] Fil, 1-5.
[73] Yâsin, 75.
[74] Nûr, 23-24.
[75] Nûr, 16/Hêzê buhtanun azîm
[76] Âl-i İmran, 140.
[77] Bakara, 120.
[78] Mücâdile, 1-4.
[79] Bakara, 189.
[80] Yâsin, 8-9.
[81] Bakara, 29.
[82] Nisâ, 49.
[83] A’raf, 40.
[84] Burûc, 4-9.
[85] Müddessir, 49-51.
[86] Hûd, 91.
[87] Tekvir, 8-9.
[88] Necm, 19.
[89] Neml, 34.
[90] İbrâhîm, 37.
[91] Bakara, 127.
[92] Hûd, 27.
[93] İncil, Luka, Nasıl Dua Etmeli, 11: 9-13; Matta, İnsanı Kirleten Nedir, 7: 7-11, Yeni Yaşam Yayınları, İstanbul, 2014.
[94] Yestekbirûne ‘an ibâdetî
[95] Mü’min, 60/Rabbu-kum ud’ûnî estecib le-kum (Rabbiniz olarak beni çağırın ki çağrınıza yanıt vereyim.)
[96] Vahiy
[97] Dalâlin ba’îdin
[98] Bi-lisâni gavmi-hî li-yubeyyine le-hum
[99] İbrâhîm, 1-4.
[100] Nahl, 36.
[101] Hegemonik: Hegemonya ile ilgili, üstünlük içinde oluş, daha baskın ve baskıcı olma biçimiyle ilgili
[102] Furkan, 51.
[103] Günümüzdeki turizm bölgelerinde bu uygulama hâlâ geçerlidir.
[104] Hûd, 27.
[105] Ticaret ve sanayi burjuvazisi
[106] Kasas, 57-58.
[107] Ahzab,13
[108] Hucurât, 4.
[109] Tevbe, 36-37.
[110] Zümer, 3.
[111] Bakara, 256-257.
[112] Mâide, 82-83.
[113] Enfal, 48.
[114] Rûm, 1-2.
[115] Hac, 17; Maide, 69; Bakara, 62.
[116] Yâsin, 78-79.
[117] Asabiye(t): Damar, soy zinciri.
[118] İbn-i Hişâm, Siretu’n-Nebeviye, Beyrut, 1994.
[119] Ahmet Çelebi, İslam Öncesi Mekke ve Tarih Anlayışımız, çev. Hasan Fehmi Ulus, Seriyye Yayınevi, İstanbul, 1997.
[120] Bernard Lewis, Tarihte Araplar, Düşün Yayıncılık, çev. Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul, 2015.
[121] İbnu’l-Kelbi, Putlar Kitabı, çev. Beyza Düşüngen, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1968.
[122] Şinasi Gündüz, Mecûsîlik mad., DİA (Diyanet İslam Ansiklopedisi).
[123] Cevad Ali, Cahiliye’den İslam’a İbadet Tarihi, Ankara Okulu Yayınları, çev. Muammer Bayraktutar, Ankara, 2015.
[124] Şinasi Gündüz, Sabiilik mad., DİA (Diyanet İslam Ansiklopedisi)
[125] Güneş’in kulu
[126] Tazmin(ât): Zararın karşılanması amacıyla ödenen mal ve para cinsinden bir şey(ler).
[127] Ebu Süfyan bin Harb, Velid bin Muğire, Âs bin Vail, Ubey bin Halef, Ukbe bin Ebu Muayt, Nadr bin Haris, Münebbih bin Haccac ve Nubeyh bin Haccac.
[128] Nadr bin Haris, Ukbe bin Ebu Muayt.
[129] Bakara, 191/Ve’l-fitnetü eşeddu mine’l-gatli (Toplumsal kargaşa ortamı yaratılması öldürmenin her türlüsünden daha tehlikelidir.)
[130] A’raf, 31.
[131] Cevad Ali, Cahiliye’den İslam’a İbadet Tarihi, Ankara Okulu Yayınları, çev. Muammer Bayraktutar, Ankara, 2015.
[132] Tanrı’nın acıma ve sevgisi onun üstüne olsun.
[133] Tövbe, 84.
[134] Buhârî, Talak, 46-49.
[135] bkz. Süleyman Ateş’in açıklamaları
[136] İsrâ, 93; bkz. Kürşat Demirci, Eski Mezopotamya Dinlerine Giriş, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 2000.
[137] En’am, 35.
[138] Mülk, 16-17.
[139] Zuhruf 9, 87.
[140] En büyük olan Allâh’tır.
[141] Ömer Ünal, İslam Öncesi Arap Şiirinde Bazı Dini Motifler, Nüsha/Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, Yıl 3, Sayı 9, Bahar, 2003.
[142] Zuhruf, 3.
[143] Bakara,186; Kaf, 16.
[144] Putçuluk karşıtlığı, totem muhalefeti.
[145] Kâfirler
[146] Sâhirun kezzâb
[147] Fi’l-milleti’l-âhireti
[148] Sa’d, 4-6.
[149] Hudeybiye, Mekke’ye 17 km uzaklıkta bir yerin adıdır ve Harem Bölgesi’nin hemen dışıdır.
[150] Fetih,10/Yedu’l-lâhi fevga eydî-him (Toplumun güç ve imkânları onların hizmetindedir.)
[151] Zuhruf, 31.
[152] İsrâ, 93.
[153] Nahl, 24.
[154] Hamele-yi Arş: Tanrı’nın tahtını taşıyan hizmetçiler.
[155] Mele-yi Âlâ: En üst yönetim konseyi.
[156] Yevmu’t-Teğâbun: Kazanç ve kayıpların gün yüzüne çıktığı gün.
[157] Muazzez İlmiye Çığ, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Kökeni, 21. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2009.
[158] Nahl, 35.
[159] Hüseyin Çelik, İslam Öncesi Mekke’de Ruh ve Cin İnancı, Kur’an Öncesi Mekke Toplumu, İstanbul, 2011.
[160] Cin, 1-28.
[161] A’raf, 12.
[162] Yaşar Çelikkol, İslam Öncesi Mekke, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2013.
[163] Şinasi Gündüz, Mecûsîlik mad., DİA (Diyanet İslam Ansiklopedisi)
[164] Ali Osman Ateş, İslam’a Göre Cahiliyye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, Beyan Yayınları, İstanbul, 2014.
[165] Mâide, 6.
[166] Mesh: Sıvazlama, ovma, ovalama.
[167] Cevad Ali, Cahiliye’den İslam’a İbadet Tarihi, Ankara Okulu Yayınları, çev. Muammer Bayraktutar, Ankara, 2015.
[168] Gus(ü)l: Baştan ayağa yıka(n)ma, boy abdesti, duş.
[169] Tevrat, Tevratı Şerif Yahut Eski Ahit Kitabı, Levililer, Kitabı Mukaddes Şirketi,12: 4, 15: 5, İstanbul, 1997.
[170] Yaşar Çelikkol, İslam Öncesi Mekke, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2013.
[171] Mâide, 6.
[172] Beyt-i Makdis: Yahûdîlerin ritüel sırasında yöneldikleri Kudüs’teki Süleyman tapınağı.
[173] Mescid-i Haram: Kan dökme ve zarar vermenin yasaklandığı mescid (Kâbe).
[174] Hacer-i Muallak: Havada asılı duran taş.
[175] Vechu’l-lâhi/Bu anlamı vermemde İnsan-9’daki “li-vechi’l-lâhi” ifadesi belirleyici olmuştur.
[176] Vâsi’
[177] Alîm
[178] Bakara, 115.
[179] Cevad Ali, Cahiliye’den İslam’a İbadet Tarihi, Ankara Okulu Yayınları, çev. Muammer Bayraktutar, Ankara, 2015.
[180] Bakara, 199.
[181] Hem Mekke’nin eski yöneticilerinden biri hem de Elçi Muhammed’in dedelerinden biridir.
[182] Bakara, 198/Meş’ar-i Haram, Müzdelife Bölgesi’nde buluna Kuzah Dağı’nın bir tepesine verilen addır. Ancak Müzdelife’nin tamamı kastedilir.
[183] Kâbe’nin hemen yanında bulunan ve araları 400 m olan iki tepedir.
[184] Mina, Mekke’ye 4,5 km uzaklıkta olup Mekke-Müzdelife arasındaki yerdir.
[185] Arafat ile Mina arasındaki yer
[186] Arafat, Mekke’nin güneydoğusunda ve Mekke’ye 25 km uzaklıktaki dağdır. Hacılar burada oturarak bekler. Âdem ile Havva’nın kavuştuğu yer kabul edilir.
[187] Yaşar Çelikkol, İslam Öncesi Mekke, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2013.
[187] Mâide, 6.
[188] Tevrat, Tevratı Şerif Yahut Eski Ahit Kitabı, Hakimler,13: 5, Kitabı Mukaddes Şirketi İstanbul, 1997.
[189] Buhârî, Hac, 126.
[190] İbnu’l-Kelbi, Putlar Kitabı, çev. Beyza Düşüngen, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1968.
[191] Hacda Safa Tepesi’nden başlayarak Merve Tepesi’ne doğru hızlı hızlı veya koşarak dört gidiş ve üç dönüş yapmadır.
[192] Yaşar Çelikkol, İslam Öncesi Mekke, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2013.
[193] Telbiye: Emret, emredin, emri uygulamaya hazırım. Allâhumme lebbeyk (Tanrı’m emret…) diye başlayan sözlerdir. Hacda ihramlıyken söylenir.
[194] Yaşar Çelikkol, İslam Öncesi Mekke, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2013.
[195] Müslümanlar
[196] Le’alle-kum tettegûn
[197] Bakara, 183.
[198] Hayrullah Örs, Musa ve Yahûdîlik, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1999.
[199] Bakara, 187.
[200] Mehmet Said Toprak, Talmut ve Hadis/Karşılaştırmalı Bir Araştırma, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul, 2012.
[201] Ali Osman Ateş, İslam’a Göre Cahiliyye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, Beyan Yayınları, İstanbul, 2014.
[202] Eyyâm-ı Bid(z): Ak günler demektir. Ayın en parlak olduğu geceleri kasteder.
[203] Cevad Ali, Cahiliye’den İslam’a İbadet Tarihi, Ankara Okulu Yayınları, çev. Muammer Bayraktutar, Ankara, 2015.
[204] Ali Osman Ateş, İslam’a Göre Cahiliyye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, Beyan Yayınları, İstanbul, 2014.
[205] Su’luk
[206] Kadri Yıldırım, Cahiliye Dönemi Arap Edebiyatında Süluk Şairler Hareketi, DÜİFT, Diyarbakır, 2001.
[207] Ali Bardakoğlu, Kurban, DİA.
[208] Tenâlu’l-Birr(e)
[209] Âl-i İmran, 92.
[210] Meryem, 32.
[211] Mümtehane, 8.
[212] Saffât, 107.
[213] Adem Apak, Anahatlarıyla İslam Öncesi Arap Tarihi ve Kültürü, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2012.
[214] Tevrat, Tevratı Şerif Yahut Eski Ahit Kitabı, II. Samuel,15:7, Kitabı Mukaddes Şirketi İstanbul, 1997.
[215] Ali Osman Ateş, İslam’a Göre Cahiliyye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, Beyan Yayınları, İstanbul, 2014.
[216] Bahîra: Beş defa doğurup da beşincisi erkek olan deve.
[217] Sâibe: Bir felaketten kurtulanın serbest bıraktığı deve.
[218] Vasîle: Erkekli dişili ikiz doğuran koyunun erkek kuzu hatırına salıverilmesi.
[219] Hâm: On dişi deveyi aşılayan (hâmile bırakan) erkek deve.
[220] Maide, 101-104.
[221] Ferâ: Bir devenin tapınak (tağut) için kesilen ilk yavrusuna denir. Günümüzde bir cami, türbe, yol ve bina açılışında hayvan kesme geleneği olarak devam eder.
[222] Atîre: Recep ayına özel hayvan kesme.
[223] Buhari, Akika, 3.
[224] Akika: Doğan çocuğun kaza, bela ve hastalıktan korunması, anne-baba ve toplumuna faydalı bir insan olması umuduyla hayvana kesme eylemine denir. Tanrı’ya teşekkür amaçlı bu hayvan kesiminde de -sözde İslam geleneğine göre- erkek çocuk için iki, kız çocuk için bir hayvan kesilmesi koşulu öne sürülerek eşitsizliğe prim verilmiştir.
[225] Bakara, 127.
[226] Yaşar Çelikkol, İslam Öncesi Mekke, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2013.
[227] Necran Kâbesi denirdi.
[228] Haceru’l-Esved: Kara taş
[229] Bakara, 125.
[230] bkz. Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Bakara Suresi, 235 nolu dipnot, Düşün Yayınları, İstanbul, 2014.
[231] İbnu’l-Kelbi, Putlar Kitabı, çev. Beyza Düşüngen, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1968.
[232] Devrimci Muhammed’in dedelerindendir.
[233] Yaşar Çelikkol, İslam Öncesi Mekke, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2013.
[234] Muharrem, Recep, Zi’l-Kâde, Zi’l-Hicce ayları
[235] Tövbe, 37.
[236] Tövbe, 5.
[237] Ali Osman Ateş, İslam’a Göre Cahiliyye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, Beyan Yayınları, İstanbul, 2014.
[238] Harun Öğmüş, Cahiliye Döneminde Araplar, İz Yayıncılık, İstanbul, 2013.
[239] Enfal, 41.
[240] Muâhât: Ahitleşme, söz birliği etme, sözleşme.
[241] Nisâ, 33.
[242] İbn-i Subh: Sabah(ın) çocuğu.
[243] Hılf (ç. ahlâf): Anlaşma, sözleşme anlamında olup barış için oluşturulmuş siyasal ve hukûksal birlikteliklerdir.
[244] İbn-i Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye/Büyük İslam Tarihi, çev. Mehmet Keskin, Hz. Peygamber’in Hılfu’l-Fudul Cemiyetine Girmesi, 2. cilt, Çağrı Yayınları, İstanbul, 2000.
[245] Tevrat, Tevratı Şerif Yahut Eski Ahit Kitabı, Tesniye, 20: 10, Kitabı Mukaddes Şirketi İstanbul, 1997.
[246] Bakara, 208.
[247] Adem Apak, Anahatlarıyla İslam Öncesi Arap Tarihi ve Kültürü, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2012.
[248] Şûrâ, 38; Âl-i İmran, 159.
[249] Yaşar Çelikkol, İslam Öncesi Mekke, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2013.
[250] Nisâ, 35.
[251] Mehmet Azimli, Halifelik Tarihine Giriş, Çizgi Yayınları, Konya, 2012.
[252] Veliaht: Tahta geçecek prens, kral adayı.
[253] Buhârî, Menâkıb, 2.
[254] www.peygamberyolu.com/İnsanlık Dışı Bir Cahiliye Adeti
[255] Mehir: Kadının mülkiyetine geçen mal veya para.
[256] Nisâ, 23.
[257] Nisâ, 23.
[258] Bu uygulamaya hul denirdi.
[259] İddet: Boşanmış veya eşi ölmüş kadının yeniden evlenmek için bekleme süresi.
[260] Bakara, 234.
[261] Talak, 4.
[262] Muazzez İlmiye Çığ, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Kökeni,21. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2009.
[263] Bakara, 223.
[264] Nahl, 58.
[265] Yaşar Çelikkol, İslam Öncesi Mekke, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2013.
[266] Ahzap, 40.
[267] Buhârî, Meğâzî, 38.
[268] Mâide, 83.
[269] Ebu Davud, Salât, 61.
[270] Mehmet Said Toprak, Talmut ve Hadis/Karşılaştırmalı Bir Araştırma, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul, 2012.
[271] Diyet: Suçlunun kendisinin veya yakınlarının ödemesi gereken para yahut mal oranı (Bir kişinin verdiği sözü yerine getirmemesi veya borcunu ödememesi durumunda onun yerine sorumluluğu üstlenmeye, yani kefil olmaya kefâlet denir, kefaleti kefil olan öder.)
[272] Yüz deve
[273] İsrâ, 33.
[274] İncil, Korintliler’e I. Mektup, Fuhuştan Kaçının, 6: 19, Yeni Yaşam Yayınları, İstanbul, 2014.
[275] Tevrat, Tevratı Şerif Yahut Eski Ahit Kitabı, Levililer, 20: 1-5, Kitabı Mukaddes Şirketi İstanbul, 1997.
[276] Tevrat, Tevratı Şerif Yahut Eski Ahit Kitabı, Çölde Sayım, 5: 19, Kitabı Mukaddes Şirketi İstanbul, 1997.
[277] Nûr, 6-9.
[278] Ali Osman Ateş, İslam’a Göre Cahiliyye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, Beyan Yayınları, İstanbul, 2014.
[279] Mâide, 38.
[280] Bakara, 173.
[281] Tevrat, Tevratı Şerif Yahut Eski Ahit Kitabı, Tesniye, 24: 14-15, Kitabı Mukaddes Şirketi İstanbul, 1997.
[282] Karaborsa: Piyasada bulunmayan bir malı stoklayıp el altından gizlice pahalıya satma, malı piyasadan çekerek önce pahalılaştırma ve sonra da yüksek fiyata satma.
[283] Nûr, 37.
[284] Nisâ, 25.
[285] Rehabilite: Sağlığına kavuşturma, iyileştirme, eski düzen ve sistemini kazandırmak için tedavi süreci yürütme.
[286] Muhammed, 4.
[287] Güz, sonbahar
[288] Bahar, ilkbahar
[289] Ramazan
[290] Kurban
[291] Nesâî, Bayram, 1.
[292] Yom-Kipur: Yevmu’l-kefr, kefâret günü, affetme ve bağışlama günü.
[293] Ali Osman Ateş, İslam’a Göre Cahiliyye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, Beyan Yayınları, İstanbul, 2014.
[294] İbn-i Mâce, Sayd, 16.
[295] Buhârî, Ferâiz, 30.
[296] Cevad Ali, Cahiliye’den İslam’a İbadet Tarihi, Ankara Okulu Yayınları, çev. Muammer Bayraktutar, Ankara, 2015.
[297] İbn-i Mâce, Yemek, 8.
[298] Buhârî, 1: 179.
[299] Müslim, 2: 613.
[300] Müslim, 2: 614.
[301] Buhari, Fedâil, 11.
[302] En’am, 97; Vâkıa, 75.
[303] Ali Osman Ateş, İslam’a Göre Cahiliyye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, Beyan Yayınları, İstanbul, 2014.
[304] Duhâ, 1/Ve’d-duhâ
[305] Fe-emme’l-yetîme fe-lâ teghar
[306] Ve-emme’s-sâile fe-lâ tenhar
[307] Fe-haddis
[308] Duhâ, 1-11.
[309] Müslümanlık
[310] Buhârî, Edep, 108.
[311] Ramazan Altıntaş, Cahiliyye Arap Toplumunda Kadın, Diyanet İlmi Dergisi, 37. cilt, 1. sayı, 2001.
[312] İncil, Korintliler’e I. Mektup, Duada Düzen, 11: 3-8, Yeni Yaşam Yayınları, İstanbul, 2014.
[313] Buhârî, Gusül, 28.
[314] Hristiyanlarda sadece Habeş Kilisesi sünneti sürdürüyor.
[315] Rukye: Okuyup üfleme.
[316] Ateş-gede: Zerdüşt tapınağı.
[317] Jinja: Japon Şintoizm tapınağı.
[318] Sinagog: Yahûdî tapınağı.
[319] Menda: Sâbiî tapınağı.
[320] Tekke: Kelimenin aslı tekye’dir. Tarîkât eğitiminin verildiği yer.
[321] Gurdvara: Sih tapınağı.
[322] Katedral: Psikopos’un bulunduğu ve diğer kiliselerin yönetim merkezi olan büyük kilise.
[323] Şapel: Küçük burun. Ritüel için ayrılan küçük bir yer, bina ya da oda. (Bu, kilisenin ek küçük bir yeri de olabilir, bağıımsız küçük bir kilise de olabilir.)
[324] Mandir: Hindû tapınağı.
[325] Meşruku’l-Azkar: Bahâî tapınağı.
[326] Kaf, 16.
[327] İncil, Korintlilere I. Mektup, Fuhuştan Kaçının, 6: 19, Yeni Yaşam Yayınları, İstanbul, 2014.
[328] Mehmet Azimli, Dört Halifeyi Farklı Okumak/Hz. Ömer, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2013.
[329] Tedricîlik.
[330] Nesh: Sonradan gelen âyetin önce gelen âyetin hükmünü kaldırması nedeniyle anlamı kalmamış âyetin Kur’ân’da yazılı durduğu halde hiçbir hükmünün bulunmadığı iddiâsı.
[331] R. İhsan Eliaçık, İhyadan İnşaya İslam Düşüncesi, 2. baskı, İnşa Yayınları, İstanbul, 2015.
[332] Tekvîr, 9.
[333] Beled, 13.
[334] Nisa, 3.
[335] Fetih, 23; Ahzab, 62; Fatır, 43.
[336] Zuhruf, 3; Nahl, 103.
[337] Zümer, 27.
[338] Yusuf, 3.
[339] Zümer, 27.
[340] Kehf, 54.
[341] Âhad haber: Tek kişinin aktardığı bilgi ve haber. “Peygamber şöyle dedi.” biçiminde gelen, kaynağı tek kişi olan hadîsleri kasteder.
[342] Sünnet: “Davranış, yol, yöntem” anlamlarına gelir. Hz. Devrimci Muhammed’in Müslümanlarca uyulması gerekli sayılan davranışlarıdır. Tanrı’nın davranışına sünnetu’l-lâh, Peygamber’in Kur’an’ı açıklayan davranışlarına sünnet-i resulu’l-lâh denir. Kur’ân’ın uygulaması olan Peygamber davranışlarına sünnet denir. Yoksa Peygamber’in her davranışı ahlâkî ve hukûkî sünnet tanımına dâhil değildir.
[343] İbn-i Mâce, Nikâh, 36; Müslim, Mesâcîd, 205-208; Nevevî, Şerh-u Müslim, 5/13; Buhârî, Tefsir sureti 18, 92. Tirmizî, Suyûtî, Zerkeşî, Taberânî, Müslim, Ebû Dâvûd, Hanbelî ve Buhârî’den epey malzeme toplanabilir.
[344] Bkz. Kitabı Mukaddes, Ohan Matbacılık, İstanbul, 1997, s. 485-492.
[345] Kasas 6, 8, 38; Ankebut, 39; Mü’min 23-24, 36-37’de bahsedilir.
[346] Said-i Nursi, Muhakemât.
[347] Duhân, 44/Taâmun esîm(i)
[348] Yürüdüler.
[349] Bakara, 20/Le-hum meşev fî-hi
[350] İsabetli, etkili.
[351] Müzemmil, 6/Agvemu galîlen
[352] Kurtubi Tefsiri, 16/147.
[353] Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an Verileri açısından Laiklik, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2003.
[354] Tövbe, 60.
[355] Öztürk, age.
[356] Öztürk, age.
[357] Bediüzzaman Said-i Nursi, Sözler Kitabı, 27. Söz, Hatime, Envar Neşriyat, İstanbul, 1989.
[358] Hadîs değil.
[359] Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an Verileri açısından Laiklik, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2003.
[360] Age.
[361] Bâtın: Gizli, kapalı, sırlı.
[362] Zâhir: Açık, ortada, besbelli.
[363] Râğıp el-İsfehânî, ez-Zerî’a ilâ Mekârimi’ş-Şerî’a, tahkik E. Y. Acemi, Kahire-1985, s. 207.
[364] Usûl: Asıllar, temeller, kökler, metodoloji, yöntemler, tarzlar
[365] Lafız: Söz, sözel taraf, literal yön.
[366] Ebu’l-Abbas Ahmed bin İdris Sanhaci Karafi, el-İhkam fi Temyizi’l-Fetava, tahkik Ebu Gudde, Beyrut, 1995; Öztürk, age.
[367] Zaman Aşımı: Zaman geçmesi nedeniyle hükmün kalkması.
[368] Tedricî: Derece derece, adım adım, basamak basamak ilerleme.
[369] Muhammed, 4/Ya serbest bırakın ya da fidye verebilenin fidyesini aldıktan sonra serbest bırakın.
[370] Ömer Nasuhi Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 3/402.
[371] Diyânet İşleri eski başkanlarındandır. Yazdığı İlmihâli ünlüdür.
[372] Zamanların değişmesiyle hükümlerin de değişeceği inkâr edilemez.
[373] İzmirli İsmail Hakkı, İlm-i Hilaf, İstanbul, 1330, s. 98-99.
[374] İcmâ: Konsensüs, mutâbakat, bir konuda ortak noktayı bulup anlaşma.
[375] Nahl, 68.
[376] Makâsıd: Amaçlar, maksatlar, hedefler.
[377] Vesâit: Vasıtalar, araçlar, aracılar.
[378] Fürû: Ayrıntı, asıl amaç olmayıp amaca götüren yol ve yöntem, teferruât.
[379] Makâsıd-ı şerî’a: Hukûkun amaçları, yasaların ruhu.
[380] Bu eser, makâsıd ilkesini bir metodoloji olarak ele alır ve dînsel hükümlerin tek tek amaçlarını açıklayarak varoluş gerekçeleri üzerinde durur. Yani hükmün sebebini belirterek hükmün var oluşundaki tarihsel süreci gösterir.
[381] El kesme, zina yapanlara yüz değnek vurulması, kısas uygulanması, fidye hükmü, miras oranları, diyet ödemesi, cuma toplantısı gibi.
[382] Ma’rûf: Toplum tarafından hoş karşılanan ortak iyi.
[383] Ahzab, 21/Güzel örnek
[384] Ebû Hanîfe: Hanîflerin babası, anti-şirkçilerin efendisi, Tanrı ortaklığı kuranların başdüşmanı.
[385] Gazâlî gibi ilâhî (Tanrısal) ve beşerî (insan ürünü, insana ait) ayrımı yapmadan.
[386] Bu adların niteliklerini tanıma konusunda İhsan Eliaçık’ın “İslam’ın Yenilikçileri” adlı üç ciltlik serisine bakılabilir.
[387] Adil Çiftçi, Fazlurrahman ile İslam’ı Yeniden Düşünmek, Kitabiyat Yayınları, 2. baskı, Ankara, 2001.