- Önemli Hatırlatma
Milli Eğitim Bakanlığının eğitim-öğretim müfredâtını değiştirmesi ve adına Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli demesi üzerine[1] müfredâtın adından başlayarak içeriğine yönelik epey eleştiri ortaya çıktı. Bu eleştirilerin başını laik, demokrat, toplumcu, hukûkun üstünlüğünü isteyen, parasız ve kamusal eğitimden yana olan, Türkçenin ortak eğitim dili olması yanında ana dilde eğitimi de gerekli gören, burjuva cumhûriyetine[2] karşı olup halk cumhûriyetine taraftar olan, ulus[3] bilincini arzulayan; antikapitalist, antiemperyalist ve antifaşist[4] öğretmen sendikaları çekerken Türkçü ve Türk-İslâm sentezcisi olduklarını bildiğimiz öğretmen sendikaları kendilerine altın tepsiyle sunulan devlet olanaklarını kaybetmemek için ya sustu ya da utangaç bir biçimde eleştiriyormuş gibi davrandı.
Sağcılın tartışmasız sonucu olan muktedire[5] itaat ve statükoyu[6] koruma güdüsü nedeniyle Kur’ânî adâlet[7] ve tevhidî[8] kıst’ı[9] dikkate almayan tam kavmiyetçi ve yarı muhâfazakâr veya yarı kavmiyetçi ve tam muhâfazakâr sendikalar, öğretmenleri acıtacak Öğretmenlik Meslek Kânunu’nda da üç maymunu oynayarak hakîkî bir sivil toplum[10] kuruluşu olmadıklarını, derinliği ve türü bizce meçhûl[11] bağlantıların görünür kuruluşları olduklarını göstermişlerdir.
Dindârlığı cemaat ve tarîkât programları ve propagandaları üzerinden kurgulanan, zihni Kur’ân’ın tarihsel ve toplumsal arka plânınan habersiz olan, ufku geleneksel askerî dîn-tarım toplumunun[12] anlayış ve uygulamaları ile bunu destekleyen yapıların dayatmasından öte bir pratiği kavramaya kapalı olan kimselerin pek çoğu; ma’ârif modeline tevhit ile adâletin veya Kur’ân ile sünnetin bir yöntemi; küfür[13] diyârını İslâm[14] beldesine çevirecek fethin mimarı olacak öğrencileri yetiştirme vesilesi gözüyle bakıyorlar. Çünkü tanık olduğum izlenim budur. Kavmiyetçi-muhâfazakâr[15] sendikaların bizde bıraktığı izlenimler nedeniyle ma’ârif kavramını ve bunun Kur’ân’daki karşılığını ortaya koymak mecbûriyetindeyiz.
Tüm zamanlarda biat etmeyi[16] muktedir karşısında sessiz itaate dönüştüren, İslâm’ı teslim bayrağını çekip ağzını açmamaya indirgeyen, mesîhî[17] güce sahip oldukları vehmi[18] üzerinden mutlak itaat gerçekleştirdikleri efendilerini bilinçaltında zillullah[19] görme eğiliminde olan zâhirperestler;[20] ele geçirdikleri kurumlarda şûrâya dayalı Peygamber pratiğini katlederek, tek sesli saltanat kültürünü egemen kılarak, başını kaldıranı itaate zorlayarak Muâviye’nin tüm çağlardaki fikirdaşlığını ve Ebû Zer’in amansız muhâlifliğini temsil etmiştir. Bu zamanda da böylesi fecaat[21] durumlara düşme riski vardır. Malumdur ki cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarıyla döşenmektedir.
Kavmiyetçi-muhâfazakâr muallimlerden[22] kimileri tevhit ve adâlet yoldaşlarıyla özel sohbet ortamlarında konuşurken “Üyeliğimiz onlarda olsa bile fikrimiz sizinle.” diyerek vicdânını temizlemeye çalışıyor. Böylesi yamuk bir duruşun nasıl bir eylem ve söylem doğurduğunu merak edenler, Kerbelâ’da Hüseyin ile onu öldürmeye gelen ordunun komutanı arasında geçen diyaloğu[23] okusunlar.
- Düşünme Yöntemleri
Bir şeyi aklından geçirmeye, göz önüne getirmeye, zihinde kurmaya; bir şeyin ne olabileceğini önceden kestirmeye; bilgileri karşılaştırıp bilgiler arasındaki ilgilerden yararlanarak bir sonuca ulaşmaya düşünme(k); düşündüğümüz şeye düşünce denir. Düşünce, akılımıza düşmüş olandır. Yani düşünme(k), zihnin eylemi; düşünce, bu eylemin ortaya koyduğu sonuçtur.
Düşünme(k) insanın temel niteliğidir; o nedenle kültür üretmek, uygarlık yaratmak insana özgüdür. Düşünme bahsinde kullandığımız akıl (taakkul), fikir (tefekkür), muhâkeme, hikmet, tedbîr (tedebbür), zikir (tezekkür), teemmül, rey (rü’yet), hüccet, idrâk, nazar,[24] kıyâs, i‘tibâr, eraeytüm,[25] elemtera,[26] ilim (ta’lîm), rusuh, ders (tedrîs), terbiye ve te’dîb gibi kavram ve ifadeler literal[27] anlamlarıyla da olsa anlaşılmadan ma’ârif konusuna girilemez.
Müslüman filozof[28] olan Fârâbî,[29] konuşma anlamındaki nut(u)k sözcüğünün felsefede düşünmeyi kastettiğine işaret ederek düşünmeyi bir içsel konuşma olarak tanımlar. Bu nedenle dil bilgisini[30] dilin mantığı, mantığı da düşünmenin dil bilgisi olarak kabul eder.[31] Bu bağlamda “Düşünme nedir?” sorusu üzerinde durduktan sonra “Kur’ân’daki düşünme tür ve kavramları nelerdir?” diye sorgulama yapmalıyız.
Bilim, düşünme türleri hakkında oldukça zengin bir literatür ortaya koymuştur. Örneğin bir soru, sorun ve konuyu en küçük parçalarına ayırarak sonuçlandırmaya analitik düşünme; verilerin[32] sebep-sonuç ilkelerinden hareketle verileri gruplara ayırarak aradaki zincirleme ilgiyi koparmadan ulaşılan sonuca kategorik düşünme; olay ve olguları[33] sosyal, kültürel veya bilimsel ölçütlerin gereğine göre tutarlılık ve geçerlilik yönlerinden değerlendirdikten sonra ulaşılan sonuca eleştirel düşünme; tanınmış ortak kabullerden yola çıkarak yeni sonuçlara ulaşmaya ıraksak (uzaklaşan) düşünme; birbirinden farklı olmasına rağmen köken birliği olan kabullerin buluştuğu yerleri bulmaya yakınsak (yaklaştıran, odaklayan) düşünme denir.
Düşünmeyi sınıflamaya devam edersek bir başkasını anlamak için kendini onun yerine koyarak ulaşılan sonuca empatik düşünme; mevcut kabuller ve tabulara[34] karşı özgür, özgün[35] ve alternatif[36] olabilecek yeni görüşler sunmaya yaratıcı düşünme; sorunların çözümünde olası yöntemleri denemekten kaçmayarak ulaşılan deney sonuçlarına hipotetik düşünme; bireysel tecrübelerin kazandırdığı sonuçlara yansıtıcı düşünme; kişinin kendi zihinsel çabalarıyla elde ettiği daha üstün bir seviyede düşünme sonucuna meta-bilişsel düşünme veya üst biliş düşünme; iki şey arasındaki ortak bir özellikten hareketle biri hakkında verilen bir kararı öteki hakkında da vermeye; bütünden parçaya, genelden özele doğru giderek ulaşılan sonuca tümdengelim düşünme;[37] parçalardan bütüne, özellerden genele vararak ulaşılan sonuca tümevarım düşünme denir.
Bilimin anlattığına göre birden fazla değişkenin ürünü olan bir problemi birden çok çözüm yöntemiyle çözerek elde edilen sonuca bütünleştirici (birleştirici) düşünme; sorunların çözümünde kişinin kendini gözleyerek ve analiz ederek sosyal çözümlemelere gitmek için ulaştığı sonuca refleksif düşünme; olay ve durumlara alışılmış çözümlerin dışından bakarak ulaşılan sonuca lateral düşünme; konu hakkında konuşurken ufkun açılması ve zihnin rahatlaması için konuyla doğrudan ilgisi olmayan bir meseleyi konuşup konuya tekrar dönerek ulaşılan sonuca yanal düşünme veya rastgele girdi yöntemiyle düşünme; geçmişte yaşanmış olay ve durumlardan hareketle bir kurgulama yaparak ulaşılan sonuca dönüşümsel düşünme; hayâl ile gerçeği birbirinden ayıramadan ulaşılan gerçeğimsi sonuca büyüsel düşünme denir.[38]
- Kur’ân’da Düşünme Kavramları
Yukarıda sıraladığım düşünme biçimleri Kur’ân’ın akıl, fikir ve idrâk kavramları çerçevesinde değerlendirildiğinde ilgili biçimlerin ma’ârif ile ne kadar ilişkili olduğunu ortaya çıkaracaktır. Fakat ma’ârif kavramına giderken ona zemin oluşturan Kur’ânsal kavramları çözümleme açısından gelecek mefhûmların[39] izah edilmesi gerekecektir.
- 1. Akıl
Akıl, Arapça kökenli bir sözcük olup deve azmasın diye devenin bağlanması veya kişinin kendini kontrol etmesi yeteneği; bilgiyi algılama kuvveti veya bir nesneyi yakalayıp bırakmama, devenin köstek[40] bağıyla bağlanmasıdır. Bu bağlamda iyi-kötü, güzel-çirkin ve yararlı-zararlı olanları ayırma ve ona göre karar verme yeteneğine akıl denmiştir. Kur’ân tarihsel bir metin olarak aklı bu anlamlarıyla yansıtmıştır.
Aklın zıttı ahmaklıktır. ‘A-k-l kökünden türemiş olan ‘ikâl, bağlı devenin rahat hareket etmesini engelleyen köstek olup bağlanan her şeyi kasteder, hatta deve vergisi için kullanılır. Aklın zenginliğine erb,[41] bilginin korunmasına zihin denir. Zekâ, açık veya net olmayan bir şeyi eksiksiz kavrama veya ateşin alevlenmesidir. Bu nedenle Güneş’e de zekâ denir.
- 2. Fikir
Fikir; bir şeyin iç kısmına ulaşabilmek için o şeyin kabuğunu soyma; bir şeyin gerçekliğini anlayabilmek için o şeyin derinliğine doğru yapılan zihinsel çabadır.
Tefekkür, fikrin eylemsel boyutudur. Bu nedenle mütefekkir, suyun dibine dalmış, kuyunun kaynağına inmiş, bilginin kökenine ulaşmış kimsedir. Daha temelde taze cevizin kabuğunu soyarak içini yemeye fikir denir. Kur’ân; tevhit, adâlet ve özgürlük ideolojisinin inşâ edilmesinde akıl ve fikir sözcüklerini referansları[42] arasına yerleştirir.
- 3. Muhâkeme
Hüküm; azmış birini ceza vererek durdurma, ata gem vurmadır. Aynı kökten gelen hikmet kişinin kendini frenlemesi, oto-kontrol içinde olması; sınır tanımayan, haddini aşan birini ceza vererek durdurma ve azgın ata gem vurmadır. Hükümet yanlışlar yaparak toplumu rahatsız etmeye çalışanları engellemedir. Muhâkeme; akla gem vurma, aklın sınır koyması veya ölçülü kullanılması yahut kontrollü olmasıdır. Muhâkeme etme; azmış birini hukûkun ilkeleri içinde kontrolde tutmadır.
Kararlarını araştırma ve analizlerine göre değil, mahallenin büyüklerine ve sözde kanaat önderlerine göre veren, sadece taklit ederek hareket eden ve başkalarının fikrini kendi düşüncesiymiş gibi benimseyen kimseye muhâkemesiz mukallit denir.[43]
- 4. Hikme(t)
Muhâkeme ve hikmet h-k-m köklerinden gelir. Hikmet; anlam derinlik ve inceliğini, olayların arka plân analizlerini, görülenlerin ötesindeki gözden kaçanları kavrama gücüdür. Hikmet; baskı, dayatma, karartma ve karmaşaya engel olacak düşünce ve eylem ortaya koyma; ispatlı ve isâbetli olma, anlayış derinliği, algıda yüksekliktir. Hatta rafine olmuş[44] bilgi veya hırs, yanlış ve sorumsuzluğu engelleyen tüm akıl yürütme yetenekleridir. Hikmet; kişinin kendini frenlemesi, oto-kontrol içinde tutmasıdır.
Baskı, dayatma, karartma ve karmaşaya engel olan kişiye hâkim; baskı, dayatma, karartma ve karmaşaya engel olan yere mahkeme; baskı, dayatma, karartma ve karmaşayı engelleyen şeye muhkem denir.
- 5. Zikir
Zikir; anlamın zihinde hazır durması, hatırlama, anma, bir şey unutulduktan sonra ondan geriye kalan şeydir. Hıfz, bilginin korunması; zikir, bilginin hatırlanması veya çağrılmasıdır. Her söze zikir denir. Zikir, aynı zamanda düşüncenin eyleme geçirilmesidir. Zikir, unutmanın zıttıdır; ilim, cehâletin zıttıdır. Tezkîr, birine hiç bilmediği bir şeyi hatırlatmaktır.
Arapçada zikirle aynı kökten türemiş olan penise zeker denilmesinin nedeni akla penis gelince bedenin cinsel ilişkiye hazır hale dönüşmesi nedeniyledir. Zikir bir şeyi anarak onun değeri ve onurunu dile getirmektir. Zikredilen, hatırlanan, hatırlatılan, hatırlatılarak onur ve kıymeti yükseltilen şeye mezkûr denir.
Zikir, tespih taneleriyle Tanrı adlarının tekrarlanması, tarîkât törenlerinde hay huy çekilmesi değildir. Zikir bilgi temelli olup değerlerin hatırlanarak hayata yansıtılması ve böylece yansıtılan şeyin onurunun yükseltilmesidir.
- 6. Teemmül
Teemmül; bir şeye yoğunlaşarak derinlemesine düşünme, çerçevesini geniş tutarak düşünme, meditasyon,[45] olay ve durumların içine iyice dalarak düşünme, sadece derinlemesine değil aynı zamanda genişlemesine göre de düşünmedir. Bu yönüyle temmül idrâk ve fikri de kapsayan çaplı bir düşünme biçimidir.
- 7. Tedbîr
Tedbîr; bir işin arkasını, sonunu, gerisini düşünmek; önlem almak, söz aktarmak, kendi ölümünden sonra köleyi özgürleştirmektir. Tedebbera, işin sonunu düşünmek, anlamaya çalışmaktır. Dübür (ç. edbâr), bir nesnenin arka tarafı, poposu, gerisidir. Zaman, mekân veya makam yönlerinden birinin gerisinden gelene dâbir denir. O nedenle dâbir takip eden, izleyen, geriden gelen kişiyi kasteder. İstidbâr, birinin veya bir şeyin öncesini araştırmaktır. Tedbîru’l-menzilî ev yönetimi, ev ekonomisi, evin gelir ve giderini öngörebilmek demektir. Bir toplumdan geriye kalan son kişinin de yok olmasına neden olacak felâkete debâr denir. Câhiliye Arapları çarşamba gününü uğursuz saydıklarından ona debâr adını takmışlardır.[46] Mal sahibinden geriye kalan oldukça fazla mala debru; savaşta bozguna uğramaya debre(tün) denir.
Tedbîr, aklın analiz ve sentez[47] yeteneklerini aktifleştirmek, olası tehdit ve tehlikelere karşı önlem almaktır.
- 8. Rey
Kişisel görüş, özel düşünce, bireysel kanaattir. “Âyet, hadîs[48] ve sünnet dışına çıkamayız; tercihimize göre konuşamayız.” diyen Hanbelî veya hadîs ekolüne karşı “Âyet, hadîs, sünnet ve pratik yaşamımızı bir arada düşünür; aklımızda ölçüp tartar ve vardığımız sonuçlar arasından en beğendiğimizi seçeriz.” diyen ekole ehl-i rey denir. Bu işin başını Halife Ömer, İmam Ali, Ebû Zer, Peygamber’in eşi Ayşe, İbn-i Mes’ûd, Sa‘d bin Ebû Vakkâs, Huzeyfe bin Yemân, Ammâr bin Yâsir, Selmân-ı Farsî; İbrâhim en-Nehaî, Âmir bin Şerâhîl eş-Şa‘bî, Saîd bin Cübeyr, Kâsım bin Abdurrahman, Ebû Bekir bin Ebû Mûsâ, Abdurrahman bin Ebû Leylâ, Hasan-ı Basrî, Muhammed bin Sîrîn, Katâde, Hammâd bin Ebû Süleyman, Süleyman bin Mu‘temir ve Süleyman el-A‘meş ile İmam A’zam çeker.
Ehl-i rey ekolü Irak’ın Kûfe şehrinde ekolleştiği için Kûfe Okulu/Ekolü denir. İslâmî sol, muvahhit (tevhitçi) sosyalizm, İslâmî komünizm veya tarihselci İslâm düşüncesi gibi düşünce sistemlerinin ilk önderleri bu isimlerdir.
Hevâ,[49] özgür düşünceyi olumsuz amaç için kullanmak, rey ise özgürlüğü olumlu işler için işletmektir. Rey ekolünden olanları “hevesine uyanlar” diye suçlayanlar, düşünmenin altında ezilen taklitçi eziklerdir.
- 9. Hüccet
Hüccet; bir sözün doğruluğuna, bir yolun gidilebilir olduğuna, bir fikrin benimsenebilir değer taşıdığına kanıt olan şeydir. Aynı zamanda iki çelişik durumdan birinin doğru olduğunu gösteren kanıt veya belgedir. Hüccet, mahkemede kullanılan kanıt veya belge için kullanılan bir terimdir.
Hüccet derecesine gelmiş bir şeye hücceti’l-bâliğa, İslâm’a girmek için varlığı gerekli ve yeterli bir kanıt olan kimseye hücceti’l-İslâm denir. İmam Gazâlî’ye bu ünvanı verenler, onun felsefi yönüne değil, bunalım eseri olan kısa süreli tasavvufçu eğilimine âşık olanlardır.
- 10. İdrâk
İdrâk; kuyunun dibine inerek su içmek; bir şeyi kaynağına inerek anlamaktır. Yani bir yere ulaşma, bir yere varma, bir şeyin dip noktası, derin biçimde kavramadır. Bir düşünceyi en temel noktasından başlayarak tüm tarihsel değişimini de göze alarak anlamadır. Câhiliye Dönemi’nde çöl ortamında temiz suya ulaşmanın yöntemlerinden biri de kuyuya inerek su içmeydi. Kelime bu eylemden doğmuştur.
İdrak sahibine müdrîk denir. Müdrik, ezbere bilen, duyduğunu söyleyen, şeyhten alıntı yapan, sloganik konuşan, cemaatinin papağanlığını yürüten, partisine sözcülük eden, cemaat önderi ve parti liderlerinin tutarsız söz ve eylemlerini sabah akşam savunan bir ahmak veya bir sürünün aptallaştırılmış bir koyunu değildir.
- 11. Nazar
Bir nesneyi tam manasıyla anlamak ve kavramak için o nesneye gözü çevirmeye, acele etmeden ve tekrar tekrar düşünmeye (teemmül), araştırma ve incelemeye nazar denir. Halk için bu sözcük basit bir görmedir, ancak bilginler için basîret anlamında kullanır. Nazar; bir şeyin gelmesini mutlaka bekleme, zaman tanıma, mühlet verme, şaşma ve hayret etme, ders çıkarma anlamlarında kullanıldığı gibi karşılaştırma yapmayı da içerir. Bu nedenle her karşılaştırma bir nazardır ama her nazar bir karşılaştırma değildir. Çünkü nazar araştırma ve inceleme anlamlarında da kullanılır.
Bir şeyi tekrar tekrar ve dikkatli düşünmeye nazartü fî-kezâ, birbirini gören kabîleye hayyun nazarun; eş, denk ve benzer olmaya nazîr; yarışmak, çekişmek ve üstün gelmek için ötekine bakana münâzir; bir görüşle ilgili tartışmaya, kişinin kendi basîretiyle gördüğü şeyi ortaya koymaya münâzara(tün) denir.[50]
- 12. Kıyâs
Kıyâs; ölçme, takdir, eşitlik, tümevarım[51] yoluyla elde edilen ölçü, doğruluğu kabul edilen en az iki önermeden[52] zorunlu olarak üçüncü bir önermeye ulaştıran akıl yürütme, hakkında açık hüküm bulunmayan bir meselenin kararını aradaki ortak özellik veya benzerliğe dayanarak belirlemektir.
Kıyâsın bir algoritma[53] oluşturup oluşturmadığı, dînin kaynağı veya dînî anlayışın üretilmesinde araç olan bir gidiş yolu olup olmadığı mezheplerin gündeminden hiç düşmemiştir.[54] Akla yedi yüzden fazla vurgu yapan Kur’ân’ın kıyâsa yer vermediğini düşünmek akla savaş açmaktır.[55] Ancak kıyâsı dîn kabul etmeyeceğimiz gibi dînin bir kaynağı olarak da göremeyiz. Kıyâs sadece bir yöntem olabilir, yöntemler ise kanıt olmazlar. Hanefîlerin dışında kalan Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikî mezheplerinin kıyâsı şeriatın dört delîlinden[56] biri sayması delil ile yöntemi karıştırmalarından ibarettir.[57] Oysaki kıyâs dînî dünyayı ve onların pratikleri ile metinlerini anlamada öncelik sonralık ilişkisi kurarak gerçeği yakalamaya çalışmak veya doğruyu eğriden ayırmada kullanılan karşılaştırmalı bir akıl yürütme biçimidir.[58] O nedenle mantığın bir numaralı eylemi kıyâstır.
Kıyası mehzepler arasında ilk kullanan kişi Ebû Hanîfe’nin hocası Hammâd’dır, Ebû Hanîfe de kıyası geliştirip sistemleştirendir. Kıyasın nerede başlayıp nerede bittiği, dînî hüküm ve tercihlerde geçerliliğinin ne olması gerektiği gibi konularda oldukça çok tartışma[59] olsa da karşılaştırmaya dayalı bir akıl yürütme olan kıyâstan vazgeçilememiştir.[60] Bu konuda en şaşırtıcı olanı ise kıyâslayarak aklı işletmenin neredeyse yasaklamaya varan rivâyetleridir.[61] Bu tür aktarımda bulunanlar ya dönemin özgür düşünmeden rahatsız olan saray ve saltanat çevreleri ya da Arap aklının rivâyete dayalı olmasını İslâm aklı sanan ve atalardan aktarılanları kutsayıp özgür ve özgün düşünceyi İslâm dışı gören ulemâdır.
- 13. İ‘tibâr
İ’tibâr, görülenden görülmeyene ulaştıran durum, denemek, tecrübe etmek, şaşırmak, hayret etmek, değer vermek, bilgin yerine koymak, saygınlık, onur anlamlarına gelir.[62] Aynı kökten gelen ta’bîr de görünenden görünmeyen tarafa geçmek anlamına gelir. Bu anlamdan hareketle rüyada görülenlerin birer sembol olduğunu düşünerek yorum yapmaya da ta’bîr denmiştir. Rüya ta’bîr edebilmek için semboller hakkında bilgi edinmiş olmak, kişi ile sembol arasında doğru ilişki kurabilmek gerekir.
Kur’ân’da sembollerle ilişkili olarak müteşâbihât,[63] temsil,[64] temessül[65] vb. sözcükler kullanılır. Buradan da anladığımıza göre mesel ve kıssaların dili baştan ayağa sembol bilgisine ihtiyaç duymaktadır. O nedenle Kur’ân’ın üçte birini çözebilmek için Mısır, Mezopotamya ve Anadolu’daki sembolik anlatımlar anlaşılmadan özellikle İncil ve Kur’ân’ın mecazlı dili çözülemez.
- 14. Rusuh
Resh, birden fazla kanıtla bilmek,[66] görmezden gelinmesi imkânsız olan bir zorunluluğun sonucuyla bilmektir. Rusuh, bir şeye gösterilen olumlu ısrarın (sebâtın) olumlu sonucudur; sağlamlık, sağlam biçimde yetiştirmek,[67] temeli çok iyi atıldığından dolayı kımıldatılamaz biçimde sağlam olan, kalıcı, sâbit durma anlamlarını karşılar. Hatta göl suyunun çekilmesi için de kullanılır.[68]
Rusuv, büyüklük, yükseklik ve ağırlık bakımlarından kımıldatılamaz yapıda olmayı kasteder. Dağ vb. yerinden kımıldatılamaz büyük cisimler için kullanılır, bu sebeple büyük dağa cebelün râsin denir ve o nedenle duvar veya ağaç için kullanılmaz. Bazen ağacı sağlam dikmeyi anlatmak için mecazen erseytu’l-‘ûde fi’l-arzi[69] denir.[70]
Bir şeyin bir yerde sağlam ve yerleşik bir halde durmasına rusûhu’ş-şey’i, selin bıraktığı su birikintisinin toprağın dibine çekilerek kalıcı biçimde durmasına reseha’l-ğadîru, bir bilgi alanında çok sağlam temeller üzerinden bilgi sahibi olanlara er-râsihu fi’l-‘ilmi[71] denir.[72]
- 15. Rüşd
Rüşd; doğru ile eğriyi ayırabilmenin olgunluğu ve bilincine ulaşmak, doğru ile iyiyi yapabilme olgunluğu,[73] yolun doğrusunu bulup orada ilerlemek, aklın gereğine uygun biçimde davranmak, mülkiyeti akıl ve ekonomi ilkelerine uygun biçimde kullanacak düşünce olgunluğuna erişmek; kâr ve zararı belirlemede, gelir ve gideri düzenlemede yeterli bilgi ve donanıma ulaşmak; doğru yolda yürümek veya doğru tarafa yönelmek anlamlarına gelir.
Yolun doğrusunu göstermeye erşede/irşâd, birinden yol göstermesini istemeye isterşede/isterşâd,[74] doğru yolda yürüten kılavuza, doğru tarafa yönelten rehbere, doğru istikâmeti gösteren navigasyona mürşîd;[75] doğru yolu bulan, aklın gereğine uygun biçimde davranan, mülkiyeti akıl ve ekonomi ilkelerine uygun biçimde kullanacak olgunlukta olan; kâr ve zararı belirlemede, gelir ve gideri düzenlemede aklı yeterli bilgi ve donanıma sahip olan kimseye reşîd denir. Reşit olana, rüşt sahibine râşit denir.
- 16. Ders
Ders; gizli yol, izi silme, eski(t)me, regl olma, cinsel ilişkiye girme, buğday dövme, elbiseyi eskitme, silinip gidenlerden geriye kalan iz veya işaret demektir. Yazı veya kitap eskidi, derken derese’l-kitâbu; bilgiyi ezberleyerek zihnime iz bıraktım, derken derestü’l-‘ilme; topluluk şu yerin izini kaybettirdi, yerin izinin kaybolmasına sebep oldu, derken derese’l-gavmu’l-mekâne; bir devenin sırtında uyuz izinin görülmesine derese’l-ba’îru denir.
Ezberlemek tekrar ile mümkün olduğundan sürekli okumaya da ders denmiştir. Ders, aklın fikirleşerek idrâk ile kucaklaşabilmesi ve teemmüle dönüşmesi için ortaya konan eğitim ve öğretim çabalarıdır. Akıl bu sayede insana hizmet eder, yoksa akıl insanın hayvanlık düzeyinde hapsolan beşer[76] aklı olarak kalır. Tedrîs, ders kökünden türemiş olup yanlışlardan iz bile bırakmadan öğretmek, buğdayı döverek un yapma gibi sıkıntılara katlanarak öğretmek, eskilerden kalan iz ve işaretlerden hareketle yeni şeyler öğretmek, ya hiç bilinmeyen ya da pek bilinmeyen yol ve yöntemlerin izini sürerek öğretmek demektir. Ders verene müderris, ders verilen yere medrese denir.[77]
- 16. 1. Mektep-Medrese Çatışması
Tanzîmâtla[78] başlayan mektep-medrese çekişmesi, askerî dîn-tarım toplumundan sanâyî toplumuna geçişin sancısıdır; daha önemlisi inanma ile sorgulama, skolastik[79] ile eleştiri, ezber ile analiz,[80] ön yargı ile ön bilgi,[81] mezhepçi dîndârlık ile inanç ve yaşamda serbestlik, aklını şeyh ve efendilere teslim etme ile özgür düşünme, cemaat ve tarîkât dînciliği ile Kur’ân ve akıl dindârlığı, abdestli kapitalizm ile antikapitalist Müslümanlık, çocuk gelin ile kadın hakları, câriye ile özgür ve eğitimli kadın, Kur’ân’ın Arapçasına tapıp anlamından kaçınmak ile Kur’ân’ı öz dilinden okuyup tahlil etmek;[82] şehit, vatan, millet, bayrak, Allâh rızası, îlâ-yı kelimetullâh[83] sözcükleri üzerinden aldatmak ile her türlü aldatılmaya akıl, muhâkeme, hikmet, fikir, idrâk ve temmül ile karşı koymak; ezberletilmiş sahte kutsallar ağı ile ferâset,[84] basîret[85] ve hakîkat temelli araştırmak; dîn kardeşliği ile insanlıkta kardeşlik; mezheptaşlık ile insanlıkta yoldaşlık,[86] toprak kutsayıcılığı ile yeryüzünü tüm insanlığın ortak mülkü görme ve kan dökmeyi kutsama ile barış çiçekleri sunma arasındaki çelişkilerdir.
Bir Kur’ân Müslümanı bu sebeple skolastik batağına batmış medresenin değil; akıl, bilim, eleştiri, özgürlük, analiz ve eşitlik merkezli eğitim yuvası olan mektebin yanındadır. Dogmatik[87] bilginin öğretimi olan kelâm,[88] akâid,[89] fıkıh[90] ve ilmihâl[91] ile özgür bilim, özgür sanat ve felsefenin çatışması mektep-medrese ihtilâfının[92] temelini oluşturur.
Daha derine gidersek mektep-medrese çatışması İslâm tarihinde saray, saltanat ve hilâfet merkezli tebâ[93] ve raiyye[94] yetiştirme kurumları ile Mûtezile,[95] İbn-i Rüşd,[96] Fârâbî,[97] İbn-i Sînâ,[98] rönesans,[99] reform[100] ve aydınlanmanın[101] temelinde yükselip mevcut tüm değer,[102] sistem, yöntem ve yönetimleri sorgulayan; fikri, vicdânı ve irfânı hür nesiller yetiştirme kurumları arasındaki savaştır.
Günümüzde mektep yerine Fransızca ekol’den alınmış olan okul[103] sözcüğü kullanılır. Okulların medreseye dönüştürülmeye çalışılması tarihin geriye akıtılmaya çabalanması, Kur’ân değerlerinin saray fıkhı, saltanat İslâm’ı ve Sünnî mezhepçiliğe fedâ edilmesidir. Medreseden yetişenlerin büyük çoğunluğu statükonun sorgusuz ve itaatkâr kulları olurlar; okuldan yetişenlerin büyük çoğunluğu ise özgür, bağımsız, sorgulayan, eleştiren, kendi yol ve inancını kendi çizen kimseler olurlar.
Bu durumda “Türkiye’nin eğitim sisteminden bahsi geçen özgür ve özgün bireyler çıktı mı?” sorusu sorulabilir. Cumhuriyet tarihinde insan hakları, eğitim, kadın ve çocuk hakları alanlarında büyük atılımlar yapılmasına; sanat, bilim ve kültür sahalarında epey mesafe alınmasına rağmen bunun cevabı maalesef “İstenen seviyeye çıkamadık.”tır.
Muâsır[104] medeniyet seviyesine çıkamayışımızın sebeplerine gelince çok neden ortaya koyabiliriz. Çünkü demokrasi, laiklik ve hukûkun üstünlüğünü hayata geçirmede sınıfta kalan; Şâfîleri Hanefîleştirme, Alevîleri Sünnîleştirme, Türk soyundan gelmeyenleri Türkleştirme, gayr-ı Müsimleri ülkeden çıkararak monoton[105] ve monoblok[106] bir devlet yaratma eylemleri bağlamında Müslüman, Sünnî ve Türk olmayan Türkiye halklarının dilleri, dinleri ve mezhepleriyle varlık göstermesinin görünmez biçimde engellenmesi, modern Cumhûriyet’in Osmanlı’dan kalan Türkçülük ve kontrollü Müslümanlık hastalığına tutulduğunu gösterir. Bu hastalık çok ciddi bir illet[107] olduğundan hedeflenen uygarlığa ulaşmak elbette zorlaşır.
Millî Nizam Partisi’nden Türkiye İşçi Partisi’ne kadar partilerin kapatılması, Sabahattin Ali ve Adalet Ağaoğlu’ndan Necip Fâzıl’a kadar yazar ve düşünürlerin kitaplarının yasaklanması, Adnan Menderes ve Deniz Gezmiş’ten Erdal Eren’e kadar haksız idamların gerçekleştirilmesi, başörtüsüne bir dönem kamusal öğrenim ve memuriyet alanlarında yasaklar getirilmesi, Said Nursî ve Kemâl Tâhir’den Enver Gökçe’ye kadar binlerce insana acı çektirilmesi, Mehmet Âkif ve Nâzım Hikmet’ten Ahmet Kaya’ya kadar pek çok sanatçının öz yurdundan kaçmak zorunda bırakılması; Mustafa Suphi’den Mâhir Çayan, İbrâhîm Kaypakkaya, Taylan Özgür, Sinan Cemgil, Yılmaz Güney ve Metin Yüksel’e kadar binlerce özgürlükçü, devrimci ve direnişçi düşünce mensuplarının paçavra[108] gibi savrulması; hak arayan MEF-Der[109] ve TÖS’den[110] TÖB-Der’e[111] kadar sendikalara[112] dünyanın dar edilmesi gibi sonuçlar devlet etiğimizin sorgulanması gerektiğini göstermektedir. Oysaki Kur’ân perspektifi ve Medîne Sözleşmesi’ne göre devletin dîni adâlet, mezhebi kıst ve tarîkatı insanlığın deneyimlerle ulaştığı antikapitalist, şûrâcı,[113] çoğulcu bir demokratik cumhuriyet düzenidir. Ancak bu analizci sonucu ne dînciler ne de onlara karşı çıkanlar anlayabildi. Bu gerçekliklerin temelinde inşâ edilecek bir modern toplumun niteliklerini dikkate almayan derin efendiler, mektebi medrese karşısında zayıf düşürdüler.
Mafya, gladyo[114] ve kontrgerillanın[115] yollarını açıp küresel kapitalizme her türlü imkânı sunan; eğitim, sağlık, hukûk, iktisat, tarım ve güvenlik alanlarında eşitsiz bir ülkenin kurulmasında dîn ve milliyetçilik afyonlarını[116] kullanan derin bir kurulu düzenden[117] elbette halk cumhuriyeti, demokratik cumhuriyet, laik ve sosyal cumhuriyet veya hukûk cumhuriyeti çıkmaz; çıksa çıksa burjuva cumhûriyeti, sosyal faşist cumhûriyet,[118] gizli aristokrasi,[119] küçük burjuva cumhûriyeti[120] veya lümpen[121] toplum cumhuriyeti çıkar. Böylesi bir düzenin okulundan çağdaş dünyayı geçecek bireyler üretilemez, bilgi donanımı üst düzeyde ve bilinci yüksek öğrenciler yetiştirmek hayâl olur.
Yüz yıllık cumhuriyet pratiğimize baktığımızda Sünnî-Müslüman Türklerin egemenliğinde ama halk demokrasisine mesafeli duran ve kapitalist seçkinler cumhuriyetini hâkim kılan bir uygulamanın gerçekleştirildiğini görmekteyiz. Bunu Sünnî-Müslüman bir Türk âileden gelen biri olarak söylüyorum ve bu durumdan anti-kapitalist, sosyalist ve devrimci-demokrat bir Müslüman olarak rahatsızım. Bu bağlamda Osmanlı’ya göre modern, ilerici, aydın, eşitlikçi ve özgürlükçü bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti; ilkesel olarak savunduğu değerlerin hayata geçirilmesinde Osmanlı’dan kalan hastalıklı davranışları, feodal[122] kırıntıları ve sınıfsal angajmanları[123] istenilen anlamda terk edememiştir. Bu gibi nedenlerle mektep, medreseye karşı ciddi bir alternatif oluşturamamış; medresenin skolastik bataklığı, halkın nazarında hem İslâmî hem Batı modernizminden daha makbul bir tercihmiş gibi görüntü kazanmıştır. Medresenin temsil ettiği feodal toplum düzeni yerine mektebin temsil ettiği özgür akıl, özgür bilim, özgür sanat, özgür yaşam, özgür seçim ve özgür bireyin önem ve değeri halka yeterince yansıtılamamıştır.
Kifâyetsiz muhterisler[124] ve yeteneksiz mukallitler ile derinliksiz modernistlerin elinde oyuncağa dönen eğitim sisteminde ne eğitim ne sistem kaldı; mektebin rûhu yok edildi, herbir okulun bir ekol olarak bilim, sanat ve felsefe üzerinde yaratıcı eylemler ortaya koyan bir akım oluşturduğu unutturuldu. Konunun bu yönü Türkiye Cumhuriyeti halkına[125] bilim, kültür, eğitim ve sanatın diliyle muhakkak anlatılmalıdır.
- 17. İlim
Bir şeyi kendi gerçekliği ile kavramaktır. İçinde sanma, tahmin ve şüphe taşımayan bilgi; yalansız, isabetli ve dosdoğru bilgi; bir varlığı kendisine ait olmayan nitelikten ayıran iz ve işaret anlamlarına gelir. Bir konuda karar verirken hükmün arka plân ve görünmez taraflarını birbirine bağlayabilme donanımıdır. Varılan bir kararın neden-sonuç ilişkisini, amaç-araç bağını kavrayarak üretilen sağlam bilgiye ilim denildiği gibi bilgi, bilme, anlama ve tanımaya da Araplar ilim der. Tüm bu yaklaşımları dikkate aldığımızda akıl, fikir, idrâk ve teemmülle ilgili bir sonuca götüren önemli bir araçtan bahsediyoruz.
Kesin ve net bilgiye ‘ilmu’l-yagîn, filolojiye/edebiyâta ‘ilmu’l-edeb, eğitim bilimine ‘ilmu’t-terbiye, kafatası bilimine/kraniyolojiye ‘ilmu’l-cumcume, morfolojiye ‘ilmu’s-sarf, dil bilimine/filolojiye ‘ilmu’l-luğa, anlam bilimine ‘ilmu’l-ma’nâ, psikolojiye ‘ilmu’n-nefs, etimolojiye ‘ilmu gavâidi’l-luğa,[126] bilgi teorisine/epistemolojiye ‘ilmiyât denir.[127] İlim ayrıca alem, işaret, iz, sınır, işaret taşı, lider, bayrak, sancak, desen ve dudak çatlağı anlamlarında da kullanılmıştır.
- 18. Ta’lîm
Bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, nesneyi gerçek haliyle bilmek anlamlarındaki ‘ilm kökünden türemiş olup bilgi öğretmek, ders okutmak[128] demektir.[129] Ta’lîm; Arapçada kahramanlık nişânı (madalya) takmak, işaret koymak anlamlarında da kullanılır.
Zorunlu derse ta’lîmu’l-ilzâmî, lise öğrenimine ta’lîmu’s-sanevî, ilköğretime ta’lîmu’l-ibtidâî, yükseköğretime ta’lîmu’l-âlî, öğretici/didaktik nitelikli olmaya ta’limî denir.[130]
- 19. Terbiye
Terbiye sözcüğünün türediği rabv kökü; korumak, ıslah etmek,[131] gözetmek, yükseltmek anlamlarında olup çocuğu veya ekini besleyip büyütmek, geliştirmek, bir şeyi en mükemmel derecesine ulaşıncaya kadar adım adım inşâ etmek; bir şeyi derece derece geliştirerek olgunlaştırmak demektir.[132] Tüm bu işlemler aklı aktifleştirmeyi, ortak akılla hareket etmeyi (şûrâ) gerektirmektedir.
- 20. Te’dîb
Te’dîb; iyi tutum, incelik, kibarlık anlamlarındaki edeb kelimesinden türemiş olup eğitmek, bilgilendirmek anlamlarına gelir. Kişinin eğilim ve davranışlarını bizzat kendi iradesi ile kendinin yönetmesi veya bir kimsenin kendi dışındaki bir kaynağın etkisiyle kontrol edilip yönlendirilmesidir.[133]
- Ârif ve Ma’ârif
A-re-fe; kavramak, tanımak, bir şeyin karşılığını göstermek, sabretmek, fark etmek, kusuru(nu) bildirmek, yönetmek, koku sürünmek, liderlik etmek anlamlarına gelir. Bu üçlü kökten türemiş pek çok kelime vardır. Örneğin ‘arf, hoş ve güzel koku; ‘arrefe bildirmek, haber vermek, bildirdi, öğretti, güzelleştirdi, donattı, süsledi, belirginleştirdi, istedi, tanıştırdı, anlattı, ilan etti; te’ârefe, karşılıklı tanımak, her iki tarafın birbirini tanıması; i’terefe[134] itiraf etmek, onaylamak, kabul etmek, reddetmeyi bırakıp tanımak; ‘arrâf gelecekten haber veren;[135] ‘arîf(un)[136] hem tanıyan hem tanıtan; el-‘arîfu insanlar tarafından tanınan önder, şâir ve yönetici; ‘irf dayanma, sonradan öğrenme; ‘urf (örf) veya ma’rûf bilinen, tanınan, iyi, uygun, açık bir bilgiyi bilmek, özel bir bilgiyi anlamak, aklın beğenerek kabul ettiği tüm nitelikler, insan benliğini huzura kavuşturarak sakinleştiren her türlü eylem, aklın veya etik değerlerin güzel bulduğu her türlü davranıştır.
Tasavvufa göre ma’rûf Tanrısal sırlar ile varlıkların özü ve gerçeği hakkında derin düşünerek elde edilen bilgi veya Tanrı’nın yol göstermesiyle keşfedilen bilgidir. Münker aklın veya etiğin çirkin görerek reddettiği her çeşit eylemdir. ‘Urf irfân sahipleri, deyim, terim, horoz ibiği, dayanma, itiraf, bilme, tanıma, bağış, ikram, cömertlik; ‘urf(un) adâlet, fayda, bilinen; ‘urf(en) peşi sıra, ardı ardına, fayda sağlayan, örf bakımından, gelenek yönünden; ‘urfe; kumsal, yüksek yer, sınır;[137] ‘uref; kumullar, yüksek yerler; ‘urefâ’ ârifler, uzmanlar, liderler, başkanlar, temsilciler, sınıf temsilcileri; ‘urife belli, aşikâr, apaçık anlamlarına gelir.
Ma’ârif; ‘arefe kökünden türemiş sözcüklerden biridir, irfânu’d-dâr (evin kalıntıları) kelimesinden doğmuş olup ma’rifeler, ma’rifetler demektir. Ma’rifet veya ‘irfân;[138] idrâk etmek, kavramak, karşılığını göstermek, sırları bilme gücü, bilgi, kültür, dayanma, bir şeyi ötekinden ayıran temel farkı bilmek, bilinenleri birbirinden ayırabilmek, bir şeyi etkileri veya sonucu üzerinde düşünerek kavramak anlamları yanında bilim ve tekniğin yolundan gidilmesiyle kazanılan bilgi ve sanat demektir.[139] Bu haliyle ma’rifet, sınırlı bir bilgi alanıdır. İlim sözcüğüne göre daha özeldir.[140] Ma’rifet, varlık ve eşyayı temel farklarıyla, özsel yapılarıyla bilip ayırabilmektir. Bu nedenle her ilim ma’rifet değildir, ancak her ma’rifet ilimdir.[141]
Ma’ârif; bir şeyi etkileri veya sonucu üzerinde düşünerek kavramak, bilinmeyenleri bilebilme ve kavrama güçleri, bilinenleri nitelikleri üzerinden ayırabilme yetenekleri, kuyudaki suyu kuyuya inerek ve suya dokunarak anlamak gibi varlık, bilgi ve ahlâkı tüm detayları ve köklerine inerek kavrama çalışmalarıdır. Bu yaklaşımlardan hareketle metafizik,[142] epistemoloji[143] ve etik[144] alanlarında derinlik kazanma eylemlerine ma’ârif; ilgili alanlarda ilerlerken örnek alınan, deneyimlerinden yararlanılan yol ve yöntemlere ma’ârif modeli denir.
- 1. Ma’ârif Toplumu
“Ey Muhammed! Suyu içtikten sonra suyun kalan fazlasını, terzinin diktiği elbiseden geriye kalan fazla kumaşı, ihtiyaç giderildikten sonra elde kalan fazla malı, ekilmeyen araziyi, terk edilen tarlayı, verildiğinde vereni zora sokmayan şeyi, kişinin temel ihtiyaçları dışında olup meslekî ve ticârî ihtiyaçlarının dışında kalan her türlü yiyecek, giyecek, binecek, içecek ve barınak fazlalığını kabul et; istenmesi, hedeflenmesi, yönelmesi ve alınması kolay olanı tercih et; başkalarını suçlayıp sorumluluğu onlara atmayı bırak, kınamak yerine bağışlamayı seç. Bağış, ikram, cömertlik, güzellik için süsleme ve donatma, kesintisiz yarar, tanışma, direniş ve farkındalığı değişmez ilkelere dönüştür. Kavmiyet davası güden, cinsiyet ayırımı yapan ve mülkiyet tekeli kuranları muhatap alma, onlardan uzak dur.”[145] âyetinde ma’ârif bilincinin neye dayanması gerektiği vurgulanır.
Âyete göre ma’ârif toplumu ihtiyaç fazlasını paylaşan, anti-faşist, dayanışmacı, sorumluluk bilincine sahip, estetik değerlerle donanmış, hem karakter güzelliğine hem somut nesnelerin güzelliğine önem veren, tanışma ve yakınlaşmayı direniş ruhuyla birleştiren, kadın erkek ayrımı gütmeyen ve sınıflaşmaya karşı duran eşitlikçi bir toplum bilinci taşıyan insanlardan oluşan birlikteliktir. Bu düzende dîn, mezhep, sermâye, cinsiyet, milliyet (kavmiyet) önceliği ve üstünlüğü yoktur; eşitler arası ilişkiler ve herkesin bir ötekini düşündüğü eşitlik bilinci vardır. Bahsi geçen nitelikte bir toplum yaratma hedefi dışına çıkanların ma’ârif davası bir safsatadan[146] ibarettir.
Kur’ân’ın öne çıkardığı ma’ârif modelinde bir Bizans devlet modeli olan Osmanlı’yı Kur’ân’ın yönetim modeli gören, Türk’ü yücelten, Arap ve Arapçayı kutsayan, Kürt’ü Türklüğe vagon yapan veya reddeden; şeyh, tarîkât, cemaat, üstâd, üstâz, eren, tekke, türbe, sarık ve şalvarı dîndârlık işaretleri sayan; saray, halîfe, zillullâh ve saltanat düzenini itibar aracı gören; tefsir,[147] mezhep, imam; sağcılık, sağ partilere oy verme, statükoya sadâkat ve lidere sorgusuz itaat kültürünü İslâm’ın olmazsa olmazı kabul eden anlayış ve tipler yoktur. Tumturaklı[148] laflarla reklâm edilen ma’ârif modeli söylemlerinin Kur’ân testinden geçirilmesi mutlak farzdır.[149]
- 2. Ma’rûf Görünümlü Münker
“Topluma karşı görev ve sorumluluk bilinci taşıyanlar eşinden ayrılmış ve geçim derdine düşmüş kadınlara aklın veya etik değerlerin güzel bulduğu her türlü eylem çerçevesinde faydalanacakları yahut kazanç sağlayacakları eşyâ veya mal versin. Böyle davranmak doğru zaman ve doğru yerde, doğru biçimde ortaya konan iş ve söz olduğundan görev ve sorumluluk bilinciyle donanmış kimselerin özleriyle de uyumlu bir sonuçtur.”[150] âyeti ma’rûfun mağdur kadınlar üzerinde nasıl uygulanacağına dair bir açıklama içerir.
Bu âyetten anladığımıza göre ma’ârif modelini ve ma’rûf davranışı topluma karşı görev ve sorumluluk bilincine sahip kimseler gerçekleştirebilir. Dikkat edilirse yaşadığı topluma karşı görev ve sorumluluk üstlenenlerin Müslüman, Hristiyan, Yahûdî, ateist, komünist, sosyalist veya Budist denilen dînî veya ideolojik[151] kimliklere sahip olması değil; insanlara yararlı olması öne çıkarılmaktadır. Alevî’yi Sünnî,[152] Hristiyan’ı Müslüman, Kürt’ü Türk, Şâfiî’yi Hanefî yapma çabaları; farklılıkları tekleştirme, çeşitlilikleri düşmanlaştırma, Sünnî dogmaları[153] putlaştırma; dernek, sendika, vakıf, cemiyet, cemaat, tarîkât, ocak ve partilere yandaş devşirme; Arapların tarihsel tecrübe ve kültürüne dayalı hukûku olan şeriatı tüm zamanların değişmez ve tartışılmaz hukûk kuralları diye yutturma; fakirleri zenginlerin egemenliğine Emevî kaderciliği üzerinden razı etme, dindârlığı tarîkât ve cemaatlere bağlılık ve abdestli kapitalist partilere ölümüne destek verme biçiminde paket programa dönüştürme gibi eylemler ma’ârif değil münker, ma’rûf değil münkirdir. Münker ve münkir anlayışlardan ma’ârif toplum üretilemez.
- 3. Ma’rûf Söz veya Sözün Ma’rûfu
“Kamu yönetiminin hem ihtiyaç sahipleri için harcamak hem de toplu yaşamın gereken yerlerinde kullanmak üzere varlıklılardan aldığı fakat peşinden yoksulları inciten her türlü vergiyi almaktansa, zenginin yoksula yakınlaşması ve sınıf farkının azalması için zengin tarafından yoksula verilen ancak sonrasında yoksulları rahatsız eden maldansa; ezilen halklara yardıma koştuktan sonra onların gönlünü kırmaktansa, toplumsal ve bireysel iyilikleri istedikten sonra devenin yerinde duramaması gibi duruşunu kaybetmektense, birey ve topluma zarar veren siyasal, ekonomik ve sosyal arızalardan uzaklaştıktan sonra küçük küçük de olsa zararı sürdürmektense; sözün eylemle doğrulanmasından sonra sözü veya eylemi kirletmektense aklın beğenerek kabul ettiği tüm nitelikleri içeren, insan benliğini huzura kavuşturarak sakinleştiren tüm eylemleri kapsayan, aklın veya etik değerlerin güzel bulduğu her türlü eyleme kapı açan ve eski defterleri kapatıp tüm kusurların üstünü örten bir söz söylemek; gerçek anlamda hem iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ve faydalıyı zararlıdan ayrıştıran; kişileri pasiflikten uzaklaştırıp aktif birine dönüştüren, mal ve serveti hiçbir baskı olmadan sırf iyilik olması için verdiren bir mutluluk kaynağı hem de iyi, güzel ve faydalı bir eylemdir.”[154] âyetinde sözün gücüyle iktidâra gelip gücün sözünü kullananlar eleştirilir.
Salt[155] bir dayanışma, saf bir yardımlaşma, hâlis bir omuzdaşlık gösterip ardından yaptığı tüm iyilikleri yakarcasına davrananlardan güzellik beklenmez. Bir kadını boğulmaktan veya yangından kurtarıp sonra ona tecavüz etmek ne kadar çirkinse yapılan iyiliğin ardından onu unutturacak kötülükler yapmak bir felâkettir. Bu olguya dikkat çeken Kur’ân, sonrası berbat olan iyilikler yapmaktansa bütün yanlışları silen, akıl ve toplumsal etiğin yanında duran iyi ve güzel sözleri daha değerli bulmaktadır.
Birine önce iyilik yapıp ardından “Dînini, mezhebini, cinsel yönelimini, itikadını,[156] ideolojini terk edip benim tercihlerime göre yaşa veya benim egemenliğime gir.” biçiminde bir davranışa girmek; devşirmecilikte olduğu gibi yapılan iyiliğin karşılığında âilenin çocuğunu alıp kendi ideolojisine askerî veya sivil görevler yapan gönüllü bir köleye dönüştürmek, işgâl altındaki bir halkı işgâlden kurtardıktan sonra onların yer altı ve yer üstü imkânlarına çökmek ma’rûf bir davranış değildir. Yetiştireceğimiz çocuklara emperyalist dedelerinin işgâl hikâyeleri ecdâdın şanlı fetihleri olarak anlatılırsa Kur’ân’ın bu âyeti inkâr edilmiş olur. Bir ma’ârif modelinin olmazsa olmazlarından biri de bu âyetin iletileridir.
- 4. Farklılıkların Ma’ârifi
“Ey birbirine yaklaşarak yakınlaşan, hareket halinde olan, vahşet[157] ve bedevîlikten[158] çıkmış olan, uygarlaşarak yabanîliği[159] atmış bulunan topluluk! Hepinizi bir erkek ve bir dişiden farklı sayı ve bölümlere ayrılan çok kalabalık topluluklar halinde yarattık. Birbirinizin farklılıklarının farkına varıp birbirinizi tanıyın, birbirinizin kusurunu birbirinize söyleyin, birbirinizi idâre edin, birbirinize ileri olduğunuz alanda liderlik edin, birbirinizi güzelleştirin ve bildiklerinizi birbirinize öğretin, birbirinizi süsleyin ve birbirinizin ihtiyaçlarını giderin, birbirinizi reddetmek yerine kabul edin diye hem aynı atadan gelenleri kollara ayırdık hem kültür, gelenek, örf ve dil bakımından farklı olmalarına rağmen birbirini kabul edip birbiriyle karışan aşîretler, boylar ve halklardan ortak yaşam birlikteliği oluşturduk.”[160] âyetinde ma’ârif toplumunun temel niteliği belirtilmiştir. Ma’ârif; bir şeyi etkileri veya sonucu üzerinde düşünerek kavramak veya göstergeler[161] üzerinden ayırabilmek olduğundan ma’ârif toplumunda sanılarıyla[162] hareket etme görülmez. Ma’ârif toplumu birbirini tanımak için emek veren bir toplumdur.
Âyette hangi toplum veya topluluğa mensup olsanız da hepiniz var oluş yönünden bir erkek ile bir dişiden oluştuğunuz için tümünüz birbirinizle eşitsiniz, mesajı verilmiştir. İster padişah ister köle ol, ikiniz de bir babanın döllemesi ve bir ana rahminden gelerek ve sonunda ölerek eşitleniyorsunuz, mesajı verilmiştir. Aynı soydan gelenlerin farklı kollara mensup olanları veya farklı soylardan gelenler yaratılışta üstün değildir; üstün olanlar üretim, uygarlık yolculuğu, teknik, bilim, sanat, eğitim, hayvancılık ve tarım gibi alanlarda diğerlerine göre ileride olabilirler. Bu gibi alanlarda ileri düzeyde olmak, diğerlerinden üstün olmak değildir; sadece yaşam kalitesinde üstünlüğü yakalamış olmaktır. Âyete göre kültür ve uygarlıkta, bilim ve sanatta ileri olanlar kendilerinden geri olanların ellerinden tutup onları kendi düzeylerine çıkarmalıdır. İleride olanlar geride kalanları sömürmek, aşağılamak, insan yerine koymamak gibi eylem ve düşüncelerden uzak durmalıdır.
Beşerî ilişkilerin temeline ‘arefe fiilinden türemiş sözcükleri yeleştiren Kur’ân, inşâ edilecek ma’ârif toplumu için hiçbir düşünce ve kimliği dışlamayan bir birliktelik programını benimsemektedir. O nedenle bir mezhebin bir tarîkât kolunun savunduğu düşünceyi topluma dayatmaya kalkmak; Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat,[163] Hanefî,[164] Nakşî[165] tarzında bir anlayışı İslâm modeli diye benimsetmeye çalışmak; Türk, Osmanlı, Türk-İslâm ve İslâm kimlikleri dışındakileri Türkleştirmek, İslamlaştırma adıyla Sünnîleştirmek, Osmanlı hayranlığı yaratarak saray ve saltanat düzenlerini sevimli bir rejimmiş[166] gibi yutturmaya uğraşmak; saray ve saltanat tarihlerini Kur’ân’ın ilkeleri ve İslâm Peygamberi’ne ihanetleri üzerinden anlatmak yerine İslâm’ın onurlu tarihiymiş gibi cilalayıp pazarlamak ne ma’rûf ne ma’ârif ne de irfân yoludur. Tam aksine zulmü adâlet,[167] karanlığı aydınlık, yalanı gerçek diye yutturmaktır. Bir ma’ârif modeli bu gerçeklikten âzâde[168] olamaz.
- 5. Kadîm Öğretilerden Beslenen Ma’ârif
“Aklın veya etik değerlerin güzel bulduğu her türlü eylemi sergileyerek sevgi, acıma ve adâlete durmaksızın çağıranlar, sağduyuya sürekli gönderme yapanlar tanık olsun.”[169] âyetinde sürekli iyilik, devamlı güzellik, noktalanmayan sağduyu ve bitirilmeyen sevgi üzerine kurulmuş âdil[170] bir toplum düzeni için çabalayan kimseler değerli bireyler olarak öne çıkarılır ve erdem[171] yolculuğunun tanıkları arasında sayılır.
Âyette iyilik, güzellik ve fayda yolunda tanık gösterilen ergin[172] kimselerin dinsel, mezhepsel ve ırksal kimliklerine yer verilmez. Yani erdem sahibi bir ergin olmanın koşulunu sadece Sünnî-Hanefî mezhepten, Sünnî bir tarîkât ve cemaatten gelmeye bağlamak bir saptırmadır. Çin, Hint, İran, Mezopotamya, Mısır ve Anadolu’nun kadîm[173] gelenekleri yanında Yunan felsefesi ve Batı mistisizmi[174] de bilge ve olgun kimseleri dünyaya hediye etmiştir. O nedenle kâmil insan,[175] edeb, ahlâk,[176] iffet,[177] mahremiyet[178] ve fıtrat[179] gibi kelimeleri bir dîn ve mezhebin, bir cemaat ve tarîkâtın, bir örgüt ve ocağın anlayışına göre tanımlamak ve onların yaklaşımını sorgusuz biçimde üstün kabul etmek ne Kur’anla ne de vicdân ve akılla örtüşür. Bilgelik, hikmet, derin bakış ve doğayla barış içinde yaşama kültürü Kızılderili öğretilerinden Taoizm, Zerdüştlük, Budizm ve Mayalara kadar tüm kadîm öğretilerde vardır.
Ma’ârif modeli söylem ve yazımlarına kaynaklık etme olasılığı olan Sünnî paradigmanın[180] kadın cinayetlerini, berdeli,[181] çocuk işçiliği ve evliliğini, seks işçiliğini, kadın erkek eşitsizliğini, güvencesiz çalışmayı, servet dengesizliğini, işçi-patron çelişkisini, gelecek endişesini, sosyal ve ekonomik adâletsizlikleri kaldırmaya dair bir proje üretememiş olmasına rağmen zımnen[182] ideal dünyanın doktrini, ideal öğrencinin inanç dünyası ve ideal Müslümanın kimliğini inşâ edecek bir model gibi algılatılması ne kadar yanlışsa karşıt ve alternatif fikir ve akımlara mutlaka reddedilmesi gereken görüşler olarak yaklaşılması da Kur’ân’ın maârif anlayışıyla o kadar çelişir.
Kur’ân Müslümanlığı tanımlaması ve tarihselcilik fikrine dinsizlik, kâfirlik,[183] zındıklık[184] yakıştırmasında bulunan cüppeli ve cüppesiz yobazlar[185] ile sakallı ve kravatlı softaların[186] Kur’ân’ı etimolojik, arkeolojik ve tarihsel süreç çerçevesinde incelemekten kaçınmaları; tefsir, hadîs, siyer[187] ve megâzî[188] kaynakçalarını eleştirel bir süzgeçten geçirmiş olmaya kötü bakmaları ortadayken ma’ârif modeli diye Sünnî geleneğin içindeki İmam Azamla da çatışan dar dünyanın tarîkât ve cemaat menşeli anlayışlarını egemen kılmaya çalışmak, Kur’ân Müslümanlığını Kur’ân’dan kopuk bir dinciliğe yedirmeye çalışmaktır.
Sünnîlerin tüm zamanlarda tek yaptığı şey muktedirin kanatları altında zenginleşmek, servet biriktirmek, halkı itaatkâr kullara dönüştürmek ve ritüel memurluğu yapmaktır. Sünnî ulemânın en önemli vazîfesi muktedirin huzuru ve egemenliği tehdit edildiğinde cehâlete mahkûm ettikleri halkı kutsal devlet, lidere mutlak itaat, ulu’l-emr[189] saptırmaları üzerinden itaatkâr sürüye dönüştürmektir.[190] İslâm târihi denilen, ama aslında saray ve saltanatlar tarihi ve mezhep savaşları üzerinden yürütülen menfaatler tarihi olan geçmişi insafla okuyan herkes bu realiteye[191] parmak basar.[192]
- 6. Cennet Ma’ârifi
“Onlara huzur içinde uzanıp dinlenebilecekleri, istedikleri meyve ve içeceği istedikleri an yanlarında bulacakları; gözleri sadece kendilerini gören, gözlerinin içine bakan ve gözü dışarıda olmayan eşlerin olacağı; sevgi dolu, özgür ve eşit bir yaşam sürecekleri; güzel, faydalı ve estetik konuşmalar yapacakları; şırıl şırıl akan pınarların arasında gezinecekleri sevinç ve huzura kaynaklık eden yüksek yerlere kurulmuş mekânlarda oturarak sevinç ve huzurla dolacakları; dolup dolup boşalan, ama aklı uyuşturmayan içki kadehlerinden içecekleri, serilmiş halılar ve sıra sıra yastıklar arasında keyif sürecekleri; yürekten bağlı, fiziksel ve psikolojik bakımdan birbirine denk olanlarla eşleşecekleri, görkemli ağaçlar ve üzüm bağlarıyla donanmış bahçelerde yaşayacakları, alt tarafından ırmaklar geçen bahçelere yerleşerek oralarda altın künye ve bilezikler takacakları, incilerle süslenip ipek elbiseler giyecekleri; güzel sözlere uyulacağı, sözün güzelinin peşinden gidileceği, açıktan söylenebilen veya söylenemeyen düşüncelerin sadece iyi olanına ilgi duyulacağı; kişinin eşiyle birlikte özgürlük, eşitlik, barış ve kıst düzenini yaşayacağı; bitmez tükenmez bir üstünlük kurma tutkusu ile söz geçirme hevesi ve egemenlik kurma saplantısının yaşanmayacağı, uçsuz bucaksız mal biriktirme hırsının olmayacağı; açlık çekilmeyeceği, susuz kalınmayacağı, evsiz olunmayacağı, temel ihtiyaçların karşılanacağı, özgürlüklerin sınırlandırılmayacağı; altın, ipek ve gümüşün herkeste olacağı; yalan, talan ve iftiranın olmayacağı; hem mideyi hem gözü doyuracak biçimde bol bol yiyecek ve içeceklerin olacağı bir yer hakkında haber verildi; oralara nasıl ulaşılacağı hakkında öğreti ortaya kondu. Böylece onlar duygu ve düşüncelerin çölleştiği dünyanın ortasında ruhsal güzellik ve zihinsel süslerle donatıldı.”[193] âyetinde ma’ârif sahibi bir dünyanın betimlemesi yapılmıştır.
Kur’ân çöl halkına ve çöl gerçekliğine uygun yaşam süren Araplara barış (İslâm) ve güven (iman) alt yapısıyla kurulan âdil, muksit,[194] özgürlükçü ve direnişçi bir dünyanın ütopyasını cennet olarak adlandırdı. Evrensel vicdânî değerlere uyulmadığı takdirde cehennem distopyasıyla[195] karşılaşmanın da akla uzak olmadığına vurgu yaptı.
Ma’ârif modelini öne sürenler, Kur’ân’ın ütopik ve distopik dünyasından ilkeler üretmek istiyorlarsa şeyhlerin tövbe seansı saçmalıklarından, cemaatlerin dokunulmaz kitaplarından; takke, sarık, şalvar, başörtüsü ve çarşafı İslâmî kıyafet diye yutturanların söylemlerinden medet ummak yerine bahsi geçen âyetleri içten inceleyip uygulasınlar ki niyetlerini Kur’ân terazisinde tartabilelim.
- 7. Tedricî Ma’ârif Yöntemi
“Gerçekleri bilerek gizleyenler ve isteyerek nankörlük yapanlar, ‘Ey her şeyi olduğundan daha iyi hale getiren, dağınıklığı toplayan, adım adım besleyip büyüten, karmaşayı düzene sokan, imkân ve nimetleri bir program çerçevesinde aşama aşama artıran eğiticimiz veya bilge yöneticimiz! Bizi öldürüp dirilten, zorluk ve kolaylığa yönlendiren, sevinç ve kedere boğan sensin. Kasıtlı suçlarımızı veya kasıtsız hatalarımızı kabul ediyoruz; tüm varlıklara ve evrensel vicdânî değerlere karşı işlediğimiz her türlü yanlışı bilinçli biçimde terk ediyoruz. O halde eğriden doğruya, çirkinden güzele, kötülükten iyiliğe giden bir yol bulmak için daima bir çıkış var mıdır?’ dediler.”[196] âyetinde kaostan kozmosa,[197] tedricî ilerlemeye,[198] bilgeliğe,[199] eğitimli olmaya,[200] kasıtlı suç ve kasıtsız hataları kabul edip onlardan uzak durmaya, yanlıştan bilinçli biçimde dönmeye ve kurtuluşa doğru sürekli bir yol bulmaya vurgu yapılmıştır. Tüm bu nitelemeler yampirilerin[201] değil dürüstlüğü şiâr edenlerin[202] yoludur.
Bu âyet, ‘arefe kökünden türemiş bir sözcük olan i’tirâf kelimesini kullanırken ortaya koyduğu bütünlük içinde bir yandan ma’ârif modelinin neliğini veya nasıllığını beyan ediyor öte yandan ma’ârif sahibi birey ve toplumun ulaşması gereken nitelikleri sıralıyor.
- 8. Ma’ârifet ve Fazîlet
“Herbirinizin birbirinizden farklı bir fazlalığa sahip olduğunu, birinin ötekinden bir yönüyle üstün yanının bulunduğunu unutmayın.”[203] âyeti hiç kimsenin ötekinden geri olmadığını, herkesin bir başkasından bir özelliği bakımından üstün olduğunu belirtir. Bu âyete göre hiçbir birey görmezden gelinemez, hiç kimse aşağılanamaz, herkesin yetenekli olduğu bir alan vardır, kimse yararsız sayılamaz. O nedenle eğitim sistemleri, yönetim biçimleri, görevlendirmeler ve hedefler kişilerin yetenek ve niteliklerine uygun biçimde tanzim edilmeli;[204] bireyler yaratılıştan getirdikleri yetenekleri üzerinden geliştirilip hayata hazırlanmalıdır. Bu tür bir eğitim fırsatı herkese verilmeli, hiç kimse bir başkasından az veya fazla eğitim hakkına sahip olmamalıdır.
Bu âyet hiçbir koşula bağlı kalmayan bir eşitliği hayatın merkezine yerleştiriyor. Âyete göre insanlara yeteneklerini geliştirme fırsatları tanınırken insanları biyolojik alanda kendi yeteneklerine uygun biçimde yetiştirmek gerektiği gibi onların tercihi doğrultusunda moral[205] değerleriyle donatmak da şarttır. Çünkü herbir birey doğal alandaki gelişme hakkı kadar mânevî alanda da istediği değerler üzerinden ilerleme hakkına sahiptir. Yönetimler bireylerin bu her iki talebine uygun bir sistem kurmalı ve insanların anatomik[206] ve pisişik[207] gelişimine olanaklar sunmalıdır. Yani Hristiyan’a İncil, Yahûdî’ye Tevrat, Alevî’ye yedi ulu ozan, Zerdüşt’e Zend-Avesta, Sünnî’ye dört mezhep, Şiî’ye iki mezhep eğitimi verilirken ateist, deist, panteist, panenteist ve agnostiğe istediği inanç ve inançsızlık eğitimi verilmelidir. Bu tür eğitimler verirken herkesin ana dilinde anlayacağı biçimde bir eğitim öğretim diline özgürlük sağlanmalıdır.[208] Kur’ân’ın ve Medîne’de uygulanan Peygamber pratiğinin gereği bu şekilde bir modelleme yapmaktır.
Kur’ân’ın yansıması olan bir ma’ârif modelinin eğitim programı günümüz koşullarında antikapitalist, laik, katılımcı, tartışmasız ve koşulsuz eşitlikçi, özgürlükçü, dayanışmacı, kucaklayıcı, çözümleyici, barıştırıcı ve güven temelli bir demokratik cumhûriyetin ilkeleri üzerinde kurulabilir. Aksi takdirde başka dünya görüşleri ve yaşam tarzlarına yasak ve hapisler getirerek Kur’ân’ın özgürlükçü emellerine[209] ihânet eden bir modellemeden[210] tevhit ve adâlet çiçekleri değil, tefrika[211] ve adâvet[212] kasırgaları çıkar.
_______________________________________________________________
[1] Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, 27 Mayıs 2024’te Türkiye Yüzyılı Maarif Modelini onayladı.
[2] Burjuva: Köylü, işçi veya soylu sınıfına dâhil olmayıp sosyal statüsü ve gücünü eğitimi, işveren olması ve zenginliğinden alan kentli. Bu kimselerin oluşturduğu sosyal sınıfa burjuvazi denir. Kur’ân’ın ağniyâ, bâhis, müstekbir, murâbî, kânîz, mele ve mütref gibi adlarla belirttiği sömüren sınıflardır.
[3] Ulus: Kağan ailesinin her bir üyesine verilen ülke payı (Zamanla bu alanda yaşayan tüm insanları kastetmiştir.). Aralarında dil, tarih, gelenek ve görenek birliği veya yakınlığı olan insanların oluşturduğu topluluk. Ulus, ülkedeki dînî, etnik ve politik tüm çeşitliliği tek bir ideal etrafında birleştirip bir üst kimlik inşâ ettiğinde başarılı bir kompozisyon ve mozaik olur. Ancak ulus, ülkedeki kimliklerden birinin diğerlerine egemen olmasına ve diğer kimliklerin egemen kimlik karşısında eritilip yok edilmesine neden olursa ulus düzeni batar. Troçkistlerin de belirttiği gibi ulus devletlerin büyük çoğunluğu bu karakterdeki ırkçı yönetim modelleridir. Ulusallık, ulusalcılık veya ulusçuluk günümüzde pek çok devlette gizli faşizmi besleyen milliyetçi devlet modeline evrilmiştir.
[4] Faşizm: Kendi âidiyetini egemen kılmak için otoriter, totaliter ve kavmiyetçi olan; şiddet ve savaşı meşrû hakkı gören; komünal mülkiyet ilişkisine ve enternasyonal dünya sistemi kurma idealine tahammül edemeyen bir sermâye sınıfı taraftarı anlayış. Bu anlayışın yansımaları şöyledir: Siyâsî, ekonomik, hukûksal ve toplumsal alanlarda baskı, dayatma ve zorbalıklar ile özgürlükleri kısıtlama; dîndârlık, dinsizlik, ana dili kullanma, mezheplilik, mezhepsizlik ve dünya görüşü serbestliğini kontrolünde tutma; keyfî biçimde seyahat sınırlaması getirme, konuşma ve eleştirme hakkını alma veya kısıtlama; devleti kutsayıp devlet sembollerini yüceltmeyenlere savaş açma, lider putçuluğu yapma, sorgusuz itaat etmeyi dayatma, güvenlikçi politikaların bireysel ve toplumsal hayatın her alanını belirlemesini tartışmasız kabul etme, tarih’i kavimler savaşının belirlediğini iddiâ ederek Kur’ân’daki mustazaf (proleter)-müstekbir (burjuvazi) çelişkisine dayalı tarih anlayışını reddetmedir. Bu anlayış yönetim erkinin yönettikleri üzerinde Tanrı gibi egemenlik kurduğu Tanrı-devlet modellerinin çağdaş biçimi ve Kur’ân’ın Firavunluk dediği düzenin bizzat kendisidir
[5] Muktedir: Birey ve toplumun kaderini belirleyen güç sahibi, yönetim gücünü elinde tutan kişi/kurum, Tanrı gibi bir yönetim gücüne kavuşan. Kur’ân’a göre yöneticilere muktedir değil müstahdem (hizmetli, hizmetçi) veya âbid (ibâdet eden, doğuştan getirdiği yetenekleri ve kazandığı donanımları gerektiği biçimde kullanan) denilmelidir. Çünkü Kur’ân halk üstünde Tanrıcılık oynamaya, halka Tanrı gibi güç gösterisi yapmaya, büyüklenme sebebiyle halka hesap vermekten kaçınmaya Tanrı şirketi kurmak (Tanrı AŞ./şirk) demektedir.
[6] Statüko: Kurulu düzen, işlemekte olan sistem, yürürlükteki işleyiş.
[7] Adâlet: Eşitlik, herkese karşı eşit davranmak, ya herkese var ya hiç kimseye yok demek.
[8] Tevhidî: Tevhîde âit. (Tevhîd: Birlik, birleme, birleştirme. Tanrı’nın tek olduğunu kabul eden görüş. Toplumbilimde halkı parçalanmaz tek bir bütün kabul etme.)
[9] Kıst: Hak edilen şeyi hak edene hak ettiği oranda vermek.
[10] Sivil Toplum: Resmî kurumlar ve resmî görevlilerden bağımsız biçimde faaliyetlerini yürüterek toplumsal içerikli işler yapan topluluk. Bu topluluk; çevre, kültür, sanat, eğitim, spor, tarım, hayvancılık, bahçecilik, hukûk, çocuk ve kadın hakları gibi pek çok alanda devlete bağlı kalmadan çalışmalar yürütür.
[11] Meçhûl: Bilinmeyen, tanınmayan, meşhûr olmayan.
[12] Askerî dîn-tarım (toplumu): Ordunun topraklar işgâl etmesi, dînleştirilmiş bir mezhebin insanları kontrol etmesi ve halkın genelde tarım yaparak hem geçinmesi hem de vergi vermesine dayalı politik düzen. Gücünü ordudan, toplum düzenini gelenekler ve mezhepçi dîn görüşünden, ekonomisinin asıl gelirini ise tarımdan sağlayan ve henüz sanâyî toplumu koşullarını yaşamayan sosyal, ekonomik, hukûkî, askerî ve politik sistem.
[13] Küfür: Karanlık, karartma, aydınlık yaşamı karanlığa dönüştürme, gerçeğin üstünü kapatma. Geleneğe göre Tanrı’nın varlığını inkâr etme. [(Dâru’l-Harp: Savaş kurallarının geçerli olduğu yurt/Dâru’l-İslâm: Barış kurallarının geçerli olduğu yurt. Ancak gelenek kendi mezhepçi hukûk kuralları ve politik düzeninin uygulandığı yere dâru’l-islâm (İslâm beldesi), uygulayamadığı yere dâru’l-harp (küfür diyârı) demiştir. Geleneksel İslâm anlayışı, dâru’l-harp ilan ettiği bir yurtta her türlü gasp, hırsızlık, haksızlık ve zulmü şeriata uygun eylemler olarak kabul eder; kazanmak ve biriktirmek için her türlü hukûk ve etik kuralını dîn, şeriat ve fıkıh adına reddeder. Dâru’l-islâm ve dâru’l-harp kavramları askerî dîn-tarım imparatorluklarının işgâl ve zulümlerini sorgulatmamak ve onların hareketlerini haklı eylemler olarak göstermek için Sünnî ulemâ tarafından uydurulmuştur.]
[14] İslâm: Barış. (İman: Güven/İtikad: İnanç)
[15] Kavmiyetçi-muhâfazakâr: Bir ırk, soy, boy ve kavim kimliğini ve o kimliğe ait töre ve gelenekleri öne çıkarıp alışılmış dîn anlayış ve pratiğini dînin kendisi gibi yutturan zihniyet. Milliyetçi kelimesini kullanmayışımın sebebi bu sözcüğün Kur’ân’daki karşılığı dışında kullanılıyor olmasıdır. Çünkü millet Kur’ân’da aynı değerler etrafında bir inanç sistemi oluşturmuş topluluğun ürettiği hukûk düzeni, farklı kavimlerin veya aynı kavmin ortak inançlılarının oluşturduğu hukûk sistemi, ideolojik yönden aynı dünya görüşüne sahip olanların kendi aralarında uyguladığı şeriat/hukûk sistemi anlamlarında kullanılır. Ayrıca tekrar tekrar gidip gelinen işlek yol, felaketler karşısında birbirini koruyan topluluğun davranışı anlamlarına gelir. Millet sözcüğü kurdun sıçraması veya saldırması anlamındaki melel’den türemiştir.
[16] Biat: Karşılıklı rıza ile alışveriş yapma. Maddeleri ve ilkeleri belirlenmiş bir anlaşma üzerinde her iki tarafın bağlı kalacağına dair yapılan sözleşme.
[17] Mesîh(î): Kremlenmiş, yağla ovulmuş, ovalanmış, mesh edilmiş (olanla ilgili). İsa Peygamber’in lakabı. İnanışa göre İsa hastalar ve engellileri elleriyle ovalayarak sağlıklarına kavuşturuyordu. Mesîhî, Mesih gibi demektir.
[18] Vehim: Kuruntu, zan, tahmin, gerçekte olmadığı halde gerçekmiş gibi düşünme veya olmadığı halde varmış gibi kabul etme.
[19] Zi’l-lul-lah: Allâh’ın gölgesi. Yaptığı her işi, söylediği her sözü Tanrı’nın eylem ve sözü gibi algılanan ve bu sebeple itiraz edilmesi imkânsız hâle gelen yönetici. Gölgeye itiraz ve isyan gölgenin sahibi olan Tanrı’ya karşı bir başkaldırı sayıldığı için mezhepçi ve dînci iktidârlar tarafından sultanlara karşı çıkanlara hayat hakkı tanınmamışlar; zulme başkaldıranları devlet düşmanı, çapulcu ve eşkiyâ gibi göstererek halkı devrimci isyanları bastırmaya çalışmışlardır. Bu ortamda Sünnî ulemâ İmam A’zam gibi istisnâlar dışında devamlı zâlim muktedirlerin yanında olmuş ve karşılığında devletin olanaklarına çökmüştür.
[20] Zâhir-perest: Dış görünüşe bakarak yargılayan, dış görünüşe taparcasına değer veren, görüntüye tapan, sadece gördüklerine bakarak hizmet eden. Değer, itibar ve haysiyeti görünüşte/görüntüde arayan. Saray ve saltanat putçuları “adâlet, kıst, özgürlük, merhamet, dayanışma, destekleşme, direniş, kardeşlik”te aranması gereken itibarı şatafatlı yaşamda, süslü saraylarda, göz alıcı binalarda, israflı hayatta göstermeye çalışarak hem vicdân ve sağduyuya hem Kur’ân ve vicdân elçisi Muhammed’e hem de devrimci demokratik sol’a ihanet etmiştir. (Zen-perest: Kadına tapan, kadınlara çok düşkün olan.)
[21] Fecaat: Yürekler acıtan durum, çok acıklı olay/durum.
[22] Muallim: Ta’lîm ettiren, öğreten, ilim öğreten. öğretmen.
[23] Diya-log: İki kişinin konuşması. (Mono-log: Tek kişinin konuşması.)
[24] Gâşiye, 17.
[25] Kasas, 71/Gördünüz mü, görmüş gibi bildiniz mi?
[26] Bakara, 246/Görmedin mi, bilmedin mi?
[27] Literal: Harflere ilişkin, harfî, sözcük anlamını gözeten.
[28] Filozof: Felsefeci, felsefeyle uğraşan, felsefenin gelişmesine katkıda bulunan, yeni bir felsefe çığırı açan, feylesof. (Felsefe: Bilgi sevgisi. Görülen veya görülmeyenlerin varlığı, kaynağı, anlamı ve sebebi üzerinde düşünme. Varlık, bilgi ve etik üzerinde olası anlamlar üzerinde fikir yürütme.)
[29] Fârâbî (ö. Hicrî 339, Mîlâdî 950): Gök bilimci, mantıkçı ve müzisyendir. Mantık bilmine yapmış olduğu katkıları ve düzenlemeleri nedeniyle muallim-i sânî (ikinci öğretmen) ya da hâce-i sâni (ikinci hoca) denir. (TDV İslâm Ansiklopedisi, Fârâbî, 12. cilt, s. 162-163, İstanbul, 1995.)
[30] Dil bilgisi: Bir dilin ses, biçim ve cümle yapısını inceleyip kurallarını saptayan bilim dalı.
[31] TDV İslâm Ansiklopedisi, Düşünme, 10. cilt, s. 53-57, İstanbul, 1994.
[32] Veri: Bir araştırma, tartışma ve akıl yürütmede eldeki ilk bilgi. Sonuca ulaştıran her türlü bilgi/birikim, bir sonuca varmamız için elimize verilen şey, bilinmeyenlere ulaşmamızı sağlayan bilinenler, akıl yürütürken/araştırma yaparken kullandığımız temel kavram ve araçlar; muta, done, data.
[33] Olgu: Kanıtlanabilen ve bilimsel verilere dayandırılabilen olay ve düşünce. Düşünülmüş olan değil gerçekleşmiş olan. Nesnel, irâde dışı, sürece bağlı, herkes tarafından kabul edilebilir, yorumlarla değişmez niteliği vardır. Olmuş, gerçekleşmiş, ispatlanmış durum. Örneğin “Tuz Gölü İç Anadolu bölgesindedir, İstanbul Türkiye’nin kültür ve ticaret başkentidir, ışık saniyede 300.000 km hızındadır, canlılar üreme yoluyla çoğalır.” demek birer olgu örneğidir. Eskiden vak’â denirdi. Yani bir zaman aralığında olmuş, bitmiş, görülen bir olay ve durumdur. Yeniçerileri kaldıran sürece Vak’â-yı Hayriye denilmesi gibi. Ortaya çıkan, olan her iş ve duruma olay denir. Olgu, bir zamana bağlı ortaya çıkan olayların görülebilen sonucudur. Tanrı’nın varlık veya yokluğu tartışması da her iki taraf açısından bir olgudur.
[34] Tabu: Korkuyla karışık saygı duyulan, dokunulması ya da kullanılması yasak olan, aksi yapıldığında zararı dokunacağı düşünülen insan, hayvan ve nesne. Ancak günümüzde tabu denilince belli normlarla ilişkili olarak kutsal/dokunulmaz kabul edilen oldukça güçlü toplumsal yasak(lar) kastedilir. Yani kutsal yasaklara tabu denmektedir. Tabulaştırmak; dokunulmaz, eleştirilmez, sadece yüceltilir, ancak ve ancak tartışmasız biçimde saygı duyulur bir anlayışa sahip olmak, kutsal yasak haline getirmektir.
[35] Özgün: Nitelikleri bakımından benzerlerinden ayrı veya üstün olan, kendine özgü bir nitelik taşıyan, çeviri olmayıp asıl/aslı olan, orijinal, ibdâî.
[36] Alternatif: Sırayla değişen, seçenek, farklı, almaşık.
[37] Özelden özele veya genelden genele doğru akıl yürüterek ulaşılan sonuca da denir.
[38] Alfred North Whitehead, Düşünme Biçimleri, Külliyat Yayınları, çev. Yusuf Kaplan, İstanbul, 2023; Ömer Yıldırım, Düşünme Çeşitleri Nelerdir, 30.04.2020, www.felsefe.gen.tr.
[39] Mefhûm: Sözün düşündürdüğü anlam, sözün işaret ettiği anlam, sözün sebep olduğu olası anlamlar.
[40] Köstek: Hayvanın kaçıp gitmesine engel olmak için iki ayağını birbirine bağlayan kısa ip/zincir, hareketi engelleyen şey.
[41] Üstünde çok et bulunan kemik.
[42] Referans: Bir söz, düşünce veya aktarılan bölümün dayandığı kaynak.
[43] Muhâkemesiz mukallit: Hikmetsiz taklitçi. Başkalarının kontrol, fren ve gazıyla hareket edip kendi olamadığı için kişiliği, duygu ve düşünceleri taklit olan. Özgür ve özgün kişiliği olmadığından sürekli birilerini taklit ederek varlık göstermeye çalışan.
[44] Rafine: İstenmeyen maddelerden arındırma, arıtma, inceltme, süzerek kaliteyi yükseltme.
[45] Meditasyon: Nefes kontrolleri eşliğinde belli kişi, anlam, yer ve manzaralara odaklanarak gündelik düşüncelerden uzaklaşıp kendi iç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkmadır. Böylece olumlu bir psikolojiye ulaşma amaçlanır. Tasavvufta buna halvet denir.
[46] İp veya telin arkaya doğru bükülmesine debîr, öne doğru bükümesine gabîl denir.
[47] Sentez: İki zıt fikrin çatışması sonucunda ortaya çıkan yeni fikir.
[48] Hadîs: Söz, Peygamber’in sözü. Hadîsçiler, Peygamber’in sözlerini Kur’ân ile eşitler ve Peygamber’in kendi ortamında, kendi kültür çevresinde söylediği tüm sözleri genelgeçer konuşmalar olarak kabul eder. Bu yaklaşım oldukça problemli ve Kur’ân dışıdır.
[49] Hevâ: Heves, sınır tanımaz çılgın istek.
[50] Râğıp el-İsfehânî, el-Müfredât, N-Z-R mad., çev. ve not. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[51] Tüme-varım: Parçalardan bütüne doğru giden yöntem.
[52] Önerme: Kabul edilmesi için öne sürülen düşünce, kesin doğru veya kesin yanlış olan bir hükmü bildiren söz, bir cümlenin doğrulanabilir veya reddedilebilir durumda olması, teklif. Her önerme bir cümledir; ama her cümle bir önerme değildir. Önerme en az iki terimden (iyi-kötü, güzel-çirkin vb.) oluşur, bir yargısı bulunur, doğruluk veya yanlışlık değeri bulunan cümleler taşır. Bir cümlenin önerme olabilmesi için o cümlenin doğru ya da yanlış bir sonuç vermesi gerekir. Dilek, soru, ünlem ve emir cümleleri önerme cümleleri olamaz. Örneğin “Hava sıcaktır.” cümlesinde hava ile sıcaklık arasında bir ilişki vardır ve bu durumun gerçekleştiği söylenerek olumlu bir önerme ortaya konmuştur. “Çiçekler bitkidir.” cümlesinde çiçeklerin bitki olduğu söylenmiştir, bu durum deneyle ispatlanabilir bir durumdur. “Mehmet çalışkan değildir.” cümlesinde çalışkanlık özelliğinin Hasan’da bulunmadığı belirtilerek olumsuz önerme ortaya konmuştur. (Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Önerme mad., 2. baskı, Ekin Yayınları, Ankara, 1996; Önerme Nedir, Türleri Nelerdir, Felsefede Önerme Örnekleri Nelerdir? 13 Ocak 2022)
[53] Algoritma: Bir problemi çözmek için uygulanan yöntemler dizisi, bir sorunu sistemli biçimde basamak basamak çözmek için uygulanan yol ve yöntemlerin tamamı, çözüm yolları.
[54] Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-1331, XVI, 62, 63
[55] Sa’d, 28; Muhammed, 10.
[56] Kur’ân, Peygamber pratiği (sünnet) ve sözü (hadîs), ulemânın bir konu üstünde anlaşması (icmâ), kıyâs.
[57] Serahsî, Usûl, Kahire 1372-1373, II, 131, 132; İbnu’l- Kayyım, İ’lâm, Kahire 1325, 1326, I, 253.
[58] Nisâ, 59; Câsiye, 21.
[59] Şah Veliyyullah Dehlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa, Mısır 1966, I, 319, 340, II, 62.
[60] TDV İslâm Ansiklopedisi, Kıyas mad., 25. cilt, s. 528-538, Ankara, 2022.
[61] Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, Feyzu’l-Kadir ile birlikte, Mısır 1938, III, 256.
[62] Haşir, 2.
[63] Âl-i İmrân, 7.
[64] Bakara, 26.
[65] Meryem, 17.
[66] Tek kanıt olmayacak, pek çok delil olacak.
[67] John Penrice, Kur’ân Sözlüğü, R-S-H mad., çev. Ömer Aydın, İşaret Yayınları, İstanbul, 2010.
[68] Mehmet Kanar, Arapça Türkçe Sözlük, Reseha mad., Say Yayınları, İstanbul, 2012.
[69] Ağacı toprağa çok sağlam diktim.
[70] Ebû Hilâl el-Askerî, el-Furûg fi’l-Luğa, Rusûh mad., İşaret Yayınları, çev. Veysel Akdoğan, 3. baskı, İstanbul, 2017.
[71] Nisâ, 162; Âl-i İmrân, 7.
[72] Râğıp el-İsfehânî, el-Müfredât, R-S-H mad., çev. ve not. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[73] Hakkı Yılmaz, Kur’an’daki Önemli Sözcük ve Kavramlar, Rüşd mad., Nergiz Yayınları, İstanbul, 2017.
[74] Mevlût Sarı, el-Mevârîd, R-Ş-D mad., İpek Yayınları, İstanbul, 1982.
[75] John Penrice, Kur’ân Sözlüğü, R-Ş-D mad., çev. Ömer Aydın, İşaret Yayınları, İstanbul, 2010.
[76] Beşer: Derinin dış tarafı (epiderm). İnsan derisinin kıl ve tüy engeline takılmadan görülmesi nedeniyle insana beşer denmiştir. Yani beşer sözcüğü insanın bedeni, anatomisi ve görünüşünü kasteder. Beşerden türemiş olan mübâşeret, iki deriyi dokundurmaktır. Kadın ile erkeğin en görünür yanları olan tenlerinin birbirine değmesine, cinsel amaçlı dokunmalarına mübâşeret denir. Arapçada edeme(tün) deri içi, beşera(tün) deri dışıdır. Beşer, dış görünüş güzelliği gerektirdiğinden yakışıklı adama raculün beşîrun, güzel kadına imre’etun beşîratun denir. Âdem, beşer ve insan niteliğini birlikte taşıyan homo-sapiens türüdür. Bu nedenle insan, beşerden kopmuş ve ilgisini kesmiş bir varlık değildir, beşerin biyolojik ve toplumsal yönden daha ileri düzeyli evrimleşmiş halidir. Eğitim, beşeri insanlaştırma sürecidir. Beşer, vahşî yanımız; insan yapıcı tarafımızdır. Âdem(oğlu), insanlaşmış kimliğimizdir.
[77] TDV İslâm Ansiklopedisi, Tâlim ve Terbiye mad,, 39. cilt, s. 523-527, İstanbul, 2010.
[78] Tanzîmât: Osmanlı’nın 3 Kasım 1839’da modernleşen dünyanın kapitalist ve ilerlemeci politikalarını uygulamaya başladığı dönemdir. Osmanlı askerî, ticârî, ekonomik ve sosyal bunalımlar yaşadığı için ilerlemiş dünya ile entegrasyon (uyumlu birliktelik) kurma yoluna gitti. Bu amaçla Batı’daki yasalar ve gelişmelere kapısını sonuna kadar açtı. Gelenek-modernizm, medrese-mektep, molla-muallim, eski düzen-yeni düzen, kölelik-köle karşıtlığı, câriyelik- özgür kadın, Arap elifbası-Latin alfabesi, şalvar-pantolon, sarık-şapka, başörtüsü-yapılı açık saç çatışmaları doğdu. Batılılaşmayı yanlış anlayan Felâtun Beyler ile doğru anlayan Râkım Efendiler arasında da problemler çıktı. Açılan bu kapıdan 1923’te modern Türkiye Cumhuriyeti doğdu.
[79] Skolastik: Okullu, okula ait, Orta Çağ’daki eğitim kurumlarında öğretilen ve dayatılan düşünce sistemi(ne ait), dogmatik düşünmeyi eğitimin merkezine yerleştiren anlayış(a ait).
[80] Analiz: Bağı çözme, çözümleme, ayrıştırma, bir şeyi parçalarına ayırarak daha sonra parçalar arasındaki ilişkileri tanımlayarak sonuca gitme.
[81] Ön bilgi: Bir konu hakkında önceden verilen ön yargısız kısa bilgi. Herhangi bir konuda derinlemesine bir araştırma yapmadan önceki yol ve yöntem konusunda aydınlatıcı olan bilgi. (Ön yargı: Deney, tecrübe ve gerçek bilgiye dayanmayan bilgi ve habere göre verilen karar veya alınan tavır.)
[82] Tahlîl: Analiz, parçaların ayırarak sonuca gitme.
[83] Îlâ-yı kelimetu’l-lâh: Allâh’ın sözlerini yayma, vahyin mesajlarını ulaştırma, Kur’ân’ı duyurma. Aslında vicdân, akıl ve sağduyunun mesajlarını ulaştırma olması gerekirken mezhep, cemaat ve tarîkâtı yaymaya dönüşmüştür.
[84] Ferâset: İşin derinliğini fark edecek bir bakışa sahip olma.
[85] Basîret: Bir konuda dosdoğru bilgi ve tanımanın üst düzeye ulaşması Olacakları erken görebilme. İleri görüşlülük. Görünenin ötesindeki görünmeyeni görebilme. Aklın gerçekliği görebilmesi. Duyguların körleşmemesi. Gösterilmeyeni görebilme. Sonuçları doğru kestirebilme. Akıl, sevgi, acıma, adâlet ve sağduyu ölçülerinde olacakları görebilme. Dosdoğru bilgi ve tanımanın üst düzeye ulaşması. İşlerin arka plân ve ötesini görebilme.
[86] Hakîkat: İnsan zihninden bağımsız olan ve duyu organları ile algılanabilen, zaman ve mekânda var olana gerçek denir. Gerçeğin herbir kişideki farklı farklı yansımasına hakîkat denir. Elimizde tuttuğumuz bir çiçek gerçek, onun zihnimizdeki yansıması hakikattir. Bir şeyin doğru veya yanlış sayılması gerçeğin algılanma biçimiyle, yani hakikatla ilgilidir. Gerçek nesnel, hakîkat özneldir. Çoğu zaman hakîkata da gerçek denildiğinden öznel gerçeklik tanımıyla hakîkat kastedilir.
[87] Dogma: Bir düşünce, inanç ve kabulü araştırma, inceleme, zıtlarıyla karşılaştırma, deneme-yanılma ve tecrübe etme yöntemlerinden geçirmeden doğru veya yanlış kabul etmek. (Dogmatik: Dogmaya ait, dogma ile ilgili. Bir düşünce, inanç ve kabulü araştırma, inceleme, zıtlarıyla karşılaştırma, deneme-yanılma ve tecrübe etme yöntemlerinden geçirmeden doğru veya yanlış kabul etme davranışı. Dogmatizm; bir şeyin doğru veya yanlış olduğu hakkında inceleme, karşılatırma, tartışma veya araştırma yapmadan duyduğu, okuduğu veya öğretilen bilgilere dayanarak karar verme anlayışı. Doğal dîn; vahiy, peygamber ve kitaba gerek duymadan evrensel işleyiş yasalarına ve evrensel tasarıma bakarak üretilen bilgi ve inanç.)
[88] Kelâm: Tanrı, peygamberlik ve ölüm sonrası (âhiret) konusunda iddiâlar öne süren ve tartışmalar yürüten dîn içi felsefe. Kelâmda Tanrı, âhiretin ve peygamberin gerçek olduğu ispatlanmaya çalışılır. Tanrı, âhiret ve peygamberlik üzerinde olumsuz ve şüpheci düşünceler baştan reddedilir. Bu nedenle tam bir felsefe olmayıp içinde felsefenin akıl yürütmesinden yararlanan ancak dînsel ön yargıları onaylatmaya çalışan bir yöntem özelliği taşır. Hristiyanlığın kendini onaylatmak için tıpkı Aristo felsefesinden yararlanması gibi davranır. Bu nedenle kelâm, tam bir skolastik bataklıktır. Sünnîlikte Eş’ârîlik ve Mâtürîdîlik; Şiîlikte Zeydîlik, İsmâilîlik, İmâmiyelik gibi kelâm ekolleri vardır. Kelâm, îtikadın (dogmanın) savunma alanıdır.
[89] Akâid: Akideler, inançlar, dogmalar. Nelere iman edilmesi gerektiğini anlatan bilim dalı. Tanrı, ölüm sonrası, melek, peygamber, kitaplar, kaza ve kader konularını bir mezhebin bakışı çerçevesinde ele alan ve tek tip yorumu kutsayan kabul alanı. Dogmatik bilgileri içeren bilgi alanı.
[90] Fıkıh: Dîne dayalı toplumsal, hukûkî ve siyâsî hükümleri dînî delilleriyle ortaya koyan bilgi alanı. Doğru anlama, derinlemesine kavrama, gerekeni gerektiği biçimde bilme. Dinsel ilkelerden üretilmiş bir hukûk olan millet’in yasa, yönetmelik, genelge, yönerge ve içtihatlarını iyi bilme, doğru anlama, derinlemesine kavrama, gerekçelerini ayırabilme. Dînin milletini kavrama çalışması.
[91] İlm-i hâl: Davranış bilgisi. Geleneksel dîn anlayışında namaz, oruç, hac ve kurban gibi ritüellerin nasıl yapılması gerektiği konusunda kalıplaşmış bilgiler veren kitaplara verilen isim. Ali Fikri Yavuz, Ömer Nasuhi Bilmen ve Süleyman Hilmi Tunahan’ın Hanefî ilmihalinden Halil Günenç’in Şafii ilmihaline ve Humeynî’nin Şiî ilmihallerine kadar epey mezhep ilmihâli vardır. Hayri Kırbaşoğlu’nun Ahirzaman İlmihali adlı eseri ise diğerlerinden farklı bir ilmihâldir.
[92] İhtilâf: Anlaşmazlık, gündüz ve gece gibi zıt şeylerin art arda gelmesi, alternasyon, zıtlık, karşıtlık.
[93] Tebâ: bir egemene bağlı olan zümre/topluluk. Tür, cins, topluluk.
[94] Raiyye (ç. reâyâ): Sığır sürüsü, koyun sürüsü, güdülen hayvan, sürü mensubu, uyruk, tebâdan her biri. İslâm dünyasında yönetici konumundaki asker sınıfı (seyfiye) ile ulemâ sınıfı (aklemiye) dışındaki vergi mükellefi olan halkı belirten bir terim olmuştur. XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’ne haraç ödeyen gayr-i Müslim halk için de kullanılmıştır. Bu kavramın kökleri muhtemelen toplumun askerî soylular, kâtipler, Zerdüşt dîn adamları ile vergi mükellefleri olan köylü, zanaatkâr ve tüccarlardan oluşan sınıfların bölündüğü Sâsânî İranı’na dayanır. Kavram buradan saltanatçı ve mezhepçi sözde İslâm devletlerine ve Selçuklular aracılığı ile de Osmanlılara geçmiştir. (TDK İslam Ansiklopedisi, Reâyâ mad., 34. cilt, s. 490-493, İstanbul, 2007.)
[95] Mûtezile: Tevhîd ve Adâlet ekolü.
[96] İbn-i Rüşd, felsefenin insanı dînî gerçekliğe ulaştırdığını düşünür. Felsefenin gerçekliği ile dînin hakikati doğrunun iki farklı anlatımı olarak kabul eder.
[97] Fârâbî, İslâm dünyasında Aristo’nun eserlerini tanıtan ve onun düşünce sisteminden etkilenen biri olduğundan muallim-i sânî (ikinci öğretmen) diye anılır.
[98] İbn-i Sînâ, felsefe ve tıpta uzman bir Müslüman aydındır.
[99] Rönesans: Yeniden doğuş, uyanış. XV. yüzyıldan başlayarak İtalya’da ve ardından diğer Avrupa ülkelerinde hümanizmanın (insancıllık, insanîlik, insan merkezlilik, Orta Çağ skolastik düşüncesine karşı çıkarak insan sevgisini, insanın yüceliğini en üstün amaç ve olgunluk düzeyi sayan öğreti) etkisiyle ortaya çıkan, Eski Yunan ile Latin kültür ve sanatına dayanarak gelişen bilim ve sanat akımı. (Hümanizma: İnsancıllığı, insanîliği, insan merkezliliği temel yapıp, Orta Çağ skolastik düşüncesine karşı çıkarak insan sevgisini, insanın yüceliğini en üstün amaç ve olgunluk düzeyi sayan öğreti.)
[100] Re-form: Yeni baştan biçim verme, yeniden biçimlendirme, baştan yaratma, biçimsel değişim, ıslâh(ât)
[101] Aydınlanma: 17 ve 18. yüzyıllarda genelde dînin dogmalarına, özelde Kilise’nin skolastik görüşüne karşı aklı merkeze alan yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkması ve temellendirilmesi. Dîn ile ilişkilendirilmiş hurâfelerin etkisinden dünyanın arındırılarak aklın egemen hale getirilmesi ve bunun için dînî kurumların halk üstündeki baskısının reddedilmesi ve bireyin özgürleştirilmesi yaklaşımı.
[102] Değer: Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, bir şeyin ölçülebilen karşılığı, bir şeyin olumlu veya olumsuz alanda sahip olduğu özelliğin kıymeti; güven, özgürlük, eşitilk, adalet, barış, sadakat, şefkat, dürüstlük, saygı ve sevgi gibi bireysel ve toplumsal yaşamda önemsenen ihtiyaçlar; bir şeyin iyi, güzel ve faydalı olduğunu belirleyen standartlar.
[103] Ekol/Okul: Bilim ve sanat kolunda farklı özelliklere sahip olan yöntem veya akım, çığır açma.
[104] Muâsır: Asırdaş, çağdaş, aynı asrı/çağı yaşayanlar.
[105] Mono-ton: Tek renk, tek sesli, tekdüze (Tekdüze: Değişmeden sürüp giden, aynı biçimde tekrarlanan.)
[106] Mono-blok: Tek blok, tek parça, tekgövde (Tekgövde: Parçalara ayrılmayan, bütün olarak bulunan.)
[107] İllet: Sakatlık, engellilik, hastalık, insanı kızdıran kimse veya şey, sebep.
[108] Paçavra: Ayak bezi/havlusu, eskimiş bez veya kumaş parçası, çaput.
[109] Erol Battal, Mefkureci Öğretmenler Derneği, 26 Şubat, 2010, habername.com; İbrahim Çiftçi, Mefkûreci Öğretmenler Derneği, Ağustos 2023, ilkadimdergisi.net.
[110] Türkiye Öğretmenler Sendikası
[111] Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği
[112] Tahsin Doğan, TÖB-DER Neden 40 Yıldır Kapalı, 11 Ağustos 2020, bianet.org.
[113] Şûrâ: Arının çiçeklerden topladığı tozlardan bal yapması. Farklı düşünce, yaşam ve inanç sahiplerine veya yapılacak işte işin uzman ve muhataplarına danışarak ortak akılla iş yapma/karar alma. Bal süzme, fikir danışma, deveyi pazara götürüp satmak için pazarda gösterme. Devenin fiyat ve kalitesini pazarda belirleme, toplanmış çiçeklerden hâsıl olan balı süzme. Farklı akıllardan yararlanarak bir fikir üretme, ortak akla dayalı bir sonuca ulaşma, kolektif çaba sonucunda bir hedefe varma. Ortak akılla karar alma mekanizması. Tek adam, tek lider, tek önder egemenliği yerine alanın uzmanları ve işin muhatapları ile birlikte fikir alışverişinde bulunarak karara varma. Yuvarlak masa ve forum modeliyle oluşturulan yönetim tarzı.
[114] Gladyo: Kısa ve enli kılıç. Devlet içinde yapılanmış olup hukûk dışına çıkan, katliam yapan, insan kaçıran, bombalama eylemleri düzenleyen gizli örgüt. İtalyan ordusunda 1950’lerde kurulan bir gizli örgüt.
[115] Kontr-gerilla: Karşıt gerilla. Gerillaya karşı kurulmuş düşman gerilla grubu. Bunlar halk ordusu olarak sivil kimselerden oluşturulur ve eylemleri resmî bir merkezden gizlice yönetilir. Gladyo (İtalya); B8, Koyun Postu (Yunanistan); Nato Komutası (Hollanda); Gehlen Hareketi (Almanya); SDRA-8 (Belçika) adıyla Nato üyesi ülkelerde derin devlet terörü estiren sözde anti-komünist, anti-sosyalist, gelenek putçusu, atalarının inanç biçimine körü körüne bağlı, ecdâd edebiyatı yapan, doğru ile eğrinin birbirine karıştırıldığı tarihsel olay ve kahramanlarla motive edilen, sübjektif bakış açılarıyla onore edilen ve devleti iç düşmanlardan kurtardığına inandırılan kimselerden oluşan bir örgütlenmedir. Alman, İtalyan, Yunan ve İspanyol milliyetçileri ve dîndârları bu hareketin hizmetinde bilerek veya bilmeyerek görev almıştır. Diğer NATO ülkelerinde de aynı karakterde kişi ve yapılardan örgüt üyesi devşirilir.
[116] “Kader, dünya imtihânı” fikriyle dîndârları, “Yurdumu özümden çok severim, vatan sağ olsun, vatanımız olmazsa ekmek ve eşitlik bir işe yaramaz.” sloganlarıyla milliyetçileri uyuturlar. ABD 6. Filosu’nun askerlerini solcu, devrimci ve sosyalist gençlerden Türkçü ve mezhepçi dînci gençlik korumuştur. İşte ABD güdümlü hareketin kimler olduğunu tarihimizde gösteren en enteresan olay budur. Sosyalist devrimciler, T.C.nin feodal Osmanlı’ya göre ilerici ve devrimci bir burjuva cumhuriyeti olduğunu bilir ve onu halk cumhuriyeti, demokratik cumhuriyet aşamasına getirme çabasına girişir. Bunu yaparken SSCB’nin askerî ve kültürel işgâline de sert tepki koyar. Ancak ABD güdümlü dînci ve kavmiyetçi hareketler, yurtsever devrimci sosyalistler gibi davranmak yerine işçinin patrona, köylünün ağaya, kadının kocaya, yönetilenin yönetene köle gibi çalışmasında bir sorun bir görmez. Onlar açlığı kader, yoksulluğu sınav, devleti insandan daha değerli kurum görürler. Yurtsever, devrimci demokrat ve sosyalist Müslümanlar için devlet halkı onurlu ve tok yaşatmak ve adâlet ile özgürlüğü egemen kılmak için vardır. Bu hedefi tepen bir devletin varlığı anlamsızdır; ancak dînci ve kavmiyetçiler için dîn ve devlet için ölünür ve öldürülür, devlet kişi hak ve özgürlüklerinden üstün tutulduğu için devletin yaşaması adına insanların temel hak ve özgürlüklerinden vazgeçilebilir. Yani sağcılık devlete ve dîne Tanrı rolü biçer ve onlara tapar; solculuk ise insanı kutsar ve her şeyi insanın huzur, mutuluk, özgürlük, eşitlik ve barışı için kullanır.
[117] Mehmet Akif İnan Hatıra Yarışması, Karanlık Dönemler ve Ödenmiş Bedeller, Eğitim-Bir-Sen Yayınları, 2. cilt, Ankara, 2012; Sadık Güleç, Sedat Peker’in Anlatmadığı Cinayet: Metin Yüksel Nasıl Öldürüldü, 21 Ağustos 2022 gazeteduvar.com.tr; Cihat Arpacık, 12 Eylül’ün Mahpus İslamcıları: Ben Hâlâ Akıncıyım, 11 Eylül 2020, indyturk.com; Dora Mengüç, 12 Eylül Darbesine Giden Yolda Neler Yaşandı, Eylül 2019, indyturk.com; Uğur Mumcu, Kontrgerilla Öğretileri, Um: Ag Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Yayınları, Ankara, 2020; Uğur Mumcu, Silah Kaçakçılığı ve Terör, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1993; Uğur Mumcu, Kürt Dosyası, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1993; Uğur Mumcu, Saklı Devletin Güncesi “ÇATLI vs”, Um: Ag Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Yayınları, Ankara, 2019; Soner Yalçın, Binbaşı Ersever’in İtirafları, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul, 2023; Soner Yalçın, Behçet Cantürk’ün Anıları, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul, 2021; M. Fahri, Amerikan Harp Doktrinleri, Yön Yayınları, İstanbul, 1966; Doğan Yurdakul, ABİ/Kabadayılar-Mafya Derin Devlet İlişkisi, Pozitif Yayınları, 10. baskı, İstanbul, 2009; Abdurrahman Dilipak, İhtilaller Dönemi, Beyan Yayınları, İstanbul, 1991; Cüneyt Arcayürek, Darbeler ve Gizli Servisler, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1989; Hüseyin Mertoğlu, Tanıklar Belgeler Bilgiler, Esra Yayınları, 1997; Hüseyin Movit, Gladio-Devleti Yöneten Gizli Güçler, Truva Yayınları, İstanbul, 2010; Timur Soykan, Baron İstilası, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul, 2024; Doğu Perinçek, Çiller Özel Örgütü, TBMM Susurluk Komisyonu’na Sunulan Dosya ve Belgeler, 8. baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2021; Ferit İlsever, Günümüzde Gladyo, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2022; Necdet Pekmezci, Derin Devlet Seti (Derin Abiler, PKK’yı Kim kurdu, Jitem, Yeşil, Reis), Kripto Basım Yayın, İstanbul, 2019; Burhan Bozgeyik, Türkiye Üzerine Oynanan Oyunlar, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 2007; M. Emin Değer, CIA Kontrgerilla ve Türkiye, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği, İstanbul, 2000; Fehmi Koru, Terör ve Güneydoğu Sorunu, Beyan Yayınları, İstanbul, 1992; Oğuzhan Müftüoğlu, 1960’lardan 1980’e Türkiye Gerçeği, Patika Yayınları, İstanbul, 1989.
[118] Sosyal faşizm: Söylemde özgürlükçü, devrimci, faşizm karşıtı ve barışçı bir düzen istediğini söyleyip pratikte faşizmin ılımlı kanadına veya sermâye diktatörlüğünün ılımlı eleştirisine dönüşmek. Dîn dilinde bu tipe münâfık denir. Bu kavram, Komüntern’in (Silahlı kuvvetler dahil olmak üzere tüm araçlarla uluslararası burjuvaziyi yıkmak ve bir baskı aracı olan devletin tamamen yıkılması için bir geçiş aşaması olacak olan Uluslararası Sovyet Cumhuriyetini yaratmak için oluşturulmuş olan uluslararası bir komünist örgüt yapısı.) 1924’teki V. Kongresi’nde sosyal demokratlar için uydurulmuş bir sözcüktür. Stalin, “Sosyal demokrasi faşizmin ılımlı kanadıdır.” demiştir. (Kürşad Bumin, Sosyal Faşist Lafı da Nereden Çıktı?, Yeni Şafak gazetesi, 5 Mart 2002; Anıl Çınar, Sosyal Demokrasiden Nasıl Kurtuluruz? 23 Şubat 2021, haber.sol.org.tr.
[119] Aristokrasi: Soyluların iktidarı, soylular sınıfı, kendini seçkin olarak görenler(in iktidârı).
[120] Küçük burjuva: Burjuva ile işçi sınıfı arasında kalan, mülk sahibi olmasıyla kapitalistlere, kendi emeğiyle geçinmesiyle işçiye benzeyen bir sınıftır. Gelir seviyesi toplumun ortası veya ortanın üstünde olan sınıftır. Aslında tanıdığımız ortadirektir. Esnaf, tüccar, geliri iyi çiftçi, küçük işletme sahibi, doktor, öğretmen, yazar, sanatçı, üniversite hocası, faizle geçinen, kira geliriyle geçinen, avukat, mühendis, devlet memuru gibi orta sınıfı oluşturanlardır. Küçük Burjuva üyeleri durumundan şikâyet etse de asıl amaçları zenginleşip sınıf atlamaktır. Bu maksatla hangi iktidâr, ideoloji, grup yanında durmak kâr getirecekse ona yakınlaşır, onun yanında görünmeye çalışır. Bir yandan kurulu düzenden, burjuva sınıfından rahatsız olur öte yandan düzenin nimetlerinden yararlanma yoluna gider. Tek amaçları bir gün burjuva sınıfına katılmaktır. Bunlar çoğaltma, biriktirme, tepeler oluşturma sevdasıyla kazanma yarışı içine girer, kazanmak için her rengi alır.
[121] Lümpen: Sınıf bilinci olmayan, toplumda var olan sınıfsal hiyerarşinin sürmesini çıkarlarına daha uygun bulan ve bu nedenle varlığını “egemen, burjuva, soylu” sınıfın varlığına bağımlı gören; hiçbir duruş, tavır ve projesi olmayan; siyasal rüzgârın esintisine göre hareket eden ve ekonomik düzen içinde tüketim nesnesine dönüşen; ama başkalarının üretimine konan; sosyal sorumluluklarda gözden kaybolan ezik kişi/sınıf.
[122] Feodal: Derebeylik (Orta Çağ’da toprağı ve üzerinde yaşayan köylüleri toprak sahibinin malı sayan siyasal düzen; feodallik, feodalite) sistemine dayanan. (Feodalite: Derebeylik)
[123] Angajman: Bağlamak, ipotek etmek, rehin etmek, meşgul etmek, istihdam etmek.
[124] Kifâyetsiz muhteris: Yeterli bilgi, donanım ve eylem gücü olmamasına rağmen her türlü makâm ve imkânı hakkı gören ve bunun için her türlü oyun düzeni yapan veya yapmaya hazır olan.
[125] Halk: Kalabalık topluluk. Tüm parçaları birbiriyle eşit olan büyük ve düz kaya parçası. Miktar, oran. Tanrı’nın yaratma eylemi. Yoktan veya vardan yaratma. Halka. Hulk, kişinin karakteri haline getirdiği alışkanlık ve davranışlar. Muhallak, kusursuz bir ölçü ve oranda yaratılmış olmak. Mahlûk, açık, anlaşılır ve tatlı söyleyişli bir anlatım, hiçbir söz isrâfı yapmadan gerektiği kadar kelime ve gerektiği oranda süslü söyleyiş kullanılmış söz. Halaga’l-kelâm, “Sözü orantılı ve ölçülü söyledi.” demektir.
[126] İlmâni(y)ye: Laiklik. (‘İlmânî: Laik)
[127] Mehmet Kanar, Arapça Türkçe Sözlük, ‘İ-L-M mad., 1. baskı, Say Yayınları, İstanbul, 2022.
[128] Bilgi öğretene mu’allim, bilgi öğrenene müte’allim denir.
[129] TDV İslâm Ansiklopedisi, Tâlim ve Terbiye mad., 39. cilt, s. 523-527, İstanbul, 2010.
[130] Mehmet Kanar, Arapça Türkçe Sözlük, Ta’lîm mad., 1. baskı, Say Yayınları, İstanbul, 2022.
[131] Islâh: Düzeltme, iyileştirme, İyi duruma koyma, yola getirmek, bir hayvan veya bitki türünden daha iyi verim alabilmek amacıyla yapılan işlem, sağaltma, doğal ve sosyal ortama uyumlu hale getirmek.
[132] TDV İslâm Ansiklopedisi, Tâlim ve Terbiye mad., 39. cilt, s. 523-527, İstanbul, 2010.
[133] TDV İslâm Ansiklopedisi, Tâlim ve Terbiye mad., 39. cilt, s. 523-527, İstanbul, 2010.
[134] Cuhûd’un zıttıdır.
[135] Kâhin, geçmişten haber verendir.
[136] Halkının davranışlarını ve onaylarını iyi bilen kimse.
[137] Mehmet Kanar, Arapça Türkçe Sözlük, A-R-F mad., 1. baskı, Say Yayınları, İstanbul, 2022.
[138] Zıttına inkâr denir.
[139] ‘İlim kelimesinden daha özeldir.
[140] ‘Alime, genel bir bilmedir. Bunun zıttı cehele’dir.
[141] Râğıp el-İsfehânî, el-Müfredât, ‘A-R-F mad., çev. ve not. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007; Ebû Hayyan el-Endülüsî, Kur’ân Lügati, ‘A-R-F mad., çev. Enes Selam, İşaret Yayınları, İstanbul, 2019.; Zemahşerî, Keşşâf, II/138; Mehmet Kanar, Arapça Türkçe Sözlük, A-R-F mad., 1. baskı, Say Yayınları, İstanbul, 2022; Kubbealtı Lugatı, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Maârif mad., 3. cilt, 2. baskı, İstanbul, 2006; John Penrice, Kur’ân Sözlüğü, ‘A-R-F mad., çev. Ömer Aydın, İşaret Yayınları, İstanbul, 2010; TDV İslâm Ansiklopedisi, Maârif, 27. cilt, s. 272-273, Ankara, 2003; Nişanyan Sözlük, Maarif mad., www.nisanyansozluk.com.
[142] Meta-fizik: Fizikötesi, doğaötesi. Duyularımızla algılayamadığımız varlıklar ile genel ve bütünleyici varlık kavramını konu edinen, varlığın içeriğini araştıran felsefe dalı, mâ-bâde’t-tabîa.
[143] Epistemoloji: Bilginin anlam ve özelliklerini inceleyen felsefe dalı; bilginin kaynağı, kapsamı ve geçerliği ile ilgili alan; bilgi felsefesi, bilgi nazariyesi, bilgi kuramı, mârifet nazariyesi.
[144] Etik: Ahlâk felsefesi, tarafların uyması veya kaçınması gereken davranışlar bütünü. (Kişinin doğuştan getirdiği doğal eğilimine ahlâk, bunun toplumsal kurallara göre uygulanmasına etik denir. Örneğin aç insanın yemek yemesi ahlâk, kaşığı sağ elle tutarak yemek etiktir.)
[145] A’raf, 199/Huzi-l’afve ve’mur bi’l’urfi ve a’riz ‘ani’l-câhilîn(e)
[146] Safsata: Boş laf, asılsız söz, laf ebeliği, gerçek gibi göründüğü halde aslında gerçekliği olmayan olan karşılaştırma, gerçek süsü verilmiş yalan, sofizm, sofist.
[147] Tefsir: Örtülü bir şeyin örtüsünü kaldırarak gizli olanı açığa çıkarmak, çözmek, çözümlemek, açmak, açıklamak, olası anlamları ortaya çıkarmak, anlama ve kavramada netlik olmayan durumları anlaşılır yapmak için açıklamak. Kur’ân âyetleri ile Peygamber sözlerini açıklamak.
[148] Tumturak: Gerekli olmadığı hâlde kulağa hoş gelen gösterişli kelimeler kullanma; kulağa hoş gelen, ses tonu yüksek olan etkili kelimelere yer verme, anlamından çok söylenişi parlak olan kelimeleri seçip kullanma.
[149] Mutlak farz: Hiçbir koşulda terk edilmemesi gereken görev ve sorumluluk.
[150] Bakara, 241/Ve li’l-mutallegâti metâ’un bi’l-ma’rûf(i) haggan ‘ale’l-muttagîn(e)
[151] İdeoloji: Bir hükûmet, bir parti veya bir grubun davranışlarına yön veren, siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan hukûkî, bilimsel, felsefî, dînî, moral ve estetik düşünceler bütünü.
[152] Sünnî: Sünnete bağlı, sünnet yolunda giden. Hukûk ve ritüel alanlarında Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî mezheplerine; inanç anlayışı ve dogmalarda Mâtürîdî ve Eş’ârî mezheplerine bağlı olanların oluşturduğu inanç grubu. Bunlar kendilerine Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebi veya Sünnî der. Bunların ortak özelliği ritüelleri (namaz, oruç, hac, kurban) aşırı yüceltmeleri, halîfeliği ve saray düzenini savunmaları, devleti kutsallaştırmaları, hadîsleri Kur’ân ile eşdeğer görmeleri, Arap kıyafetleri ve hukûkunu (şeriat) dînin gereği saymaları, yöneticilere itirazsız itaat etmeyi şart koşmalarıdır. İslâm’ı sağcılaştıran ve Kur’ân’ı ekonomik ve siyasal amaçlarından saptıran ekoldür. Bu ekol, tüm zamanlarda sultanlar tarafından korunmuş ve bu ekolün yayılmasına olanak verilmiştir. Karşıtları ise şiddetle cezalandırılmıştır. (bkz. Müslümanların Engizisyonu Ölümcül Kovuşturmalar)
[153] Dogma: Her türlü eleştiri ve araştırma konusu olmaktan uzak tutularak kabul ettirilmeye çalışılan görüş, nas, inak, akîde, îtikat, bir felsefe okulunun doğru diye benimseyip savunduğu tez, katı biçimde bağlı olunan öğreti, öğreti, mezhep.
[154] Bakara, 263/Gavlun ma’rûfun ve mağfiratun hayrun min sadegatin yetbe’u-hâ ezâ(en) va’l-lâhu ğaniyyun halîm(un)
[155] Salt: İçinde yabancı bir şey bulunmayan, yalnızca, sâdece, yalnız, sırf, mutlak.
[156] İtikâd: Bağlama, düğmeleme, düğümleme. İnanç ilkeleri, inanılması istenen dinsel düşünce, düşünceyi sınırlayan kabul, düşünmeye getirilen sınır, belli kabullerle birbirine bağlanmış düşünce; sınırı çizilmiş, donmuş, yeni üretim ve farklı açılıma kapatılmış düşünce. (Îtikat, felsefe gibi yenilenebilir, yanlışlanabilir yaklaşımları dînden çıkma olarak kabul eder.)
[157] Vahşet: Yabanîlik, yalnızlık, dehşet saçmak, insandan kaçan ve insana alışkın olmayan her türlü durum.
[158] Bedevî: Çöl halkından olan, çöllü, medeniyetten uzak, uygar dünyanın kural ve yaşamı dışında kalan.
[159] Yabânî: Verimsiz ve çorak yer, çöl, bozkır, insana alışmamış olan, evcil olmayan, insan içine çıkmayan, insanlarla ilişkiye alışmamış, medeniyetin değerlerinden uzak (yaşayan).
[160] Hucurât, 13/Yâ eyyuhe’n-nâsu in-nâ halag-nâ-kum min zeker(in) ve unsâ ve ce’al-nâ-kum şu’ûben ve gabâile li-te’ârafû
[161] Gösterge: Kendini değil başka şeyi ve farklı anlamı gösteren, bir şeyin varlığını gösteren işâret, bir gösteren ile bir gösterilenin kaynaşmasından oluşan dil birimi, belirtke.
[162] Sanı: Sanma işi, zan, anlamı tahmin etme, varsayma.
[163] Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat: Sünnî mezhebin tam adı.
[164] Hanefî: İmam A’zam’ın görüşlerini temel alarak hukûk kararları veren mezhep. Ancak İmam A’zam’ın ölümünden sonra Abbâsîlere yanaşan Hanefîler tarafından siyasal duruşunu kaybetmiş ve iktidârları halka karşı koruyan diğer Sünnî mezhepler gibi olmuştur.
[165] Nakşî: Bahâeddîn Nakş-Bend’in tasavvuf yolundan giden. Sünnî tarîkât içinde en çok taraftarı (müridi) olan ekoldür. Bu tarîkât, tıpkı diğer Sünnî tarîkât türleri gibi halkı ritüele, gerçekçi olmayan zikir anlayışına, kurulu politik ve ekonomik düzeni rahatsız etmemeye, yoksulluğa şükretmeyi ve sorgusuz itaat etmeyi sevimli göstermeye çalışır.
[166] Rejim: Düzen, sistem, yönetim şekli, özellikle sıkı düzen, akarsu debisinin yıl boyunca gösterdiği değişikliklerin tümü.
[167] Adâlet: Eşitçe bölüştürme. Eşit davranma. Verirken hiç kimseyi dışarıda bırakmadan herkese vermek, vermezken herkesi içine alarak hiç kimseye vermemektir. (Herkese verirken kişilerin hak ettikleri şeyi hak ettikleri oranda vermeye kıst denir. Örneğin bir fabrikanın tüm işçilerine ücret ödemek adâlettir. Ancak işin zorluğu ve riskine göre ücret farkı ortaya koymak kısttır.)
[168] Âzâde: Serbest, hür, kurtulmuş.
[169] Mürselât, 1/Ve’l-murselâti ‘urf(en)
[170] Âdil: Adaletli, eşitlikçi, hiç kimseyi ayırmayan.
[171] Erdem: Bilgi, bilgelik, yetenek, beceri, olgunluk, bilgi ve beceri ile donanmış olup olgun davranışlara sahip olmak. Kişiliği oturmuş olmak. Cesur, doğru, dürüst, iyi ve alçak gönüllü niteliklerine sahip olmak. Erliğin demlenmesi, demlenmiş erlik, eksiklerden olabildiğince arınmış yönetme yeteneği.
[172] Ergin: Olmuş, olgunlaşmış, tamamlanmış, ulaşması gereken yere varmış, yetişmiş, ermiş.
[173] Kadîm: Geçmişi uzun zamâna dayanan, başlangıcı olmayan, ezelî, zaman üstü, öteden beri, eskiden beri, önce olan, önceki, eski, çok eski zamanda var olmuş veya eskiden beri var olan, bayrı.
[174] Mistisizm: Akıldan çok sezgiye yer veren, Tanrı’ya gönül yoluyle ulaşılabileceğini benimseyen inanç ve düşünce, duygu ve sezgiye aşırı derecede yer veren felsefî doktrin, tasavvufa ait, ezoterik, gizemcilik, sırrîlik, sırriye. (XX. yüzyılın başlarından îtibâren tasavvuf karşılığı kullanılmaya başlanmıştır.)
[175] Kâmil: Noksansız, tam, eksiksiz, ermiş, kemâl sahibi, olgun.
[176] Ahlâk: Yaratılış, huy, karakter.
[177] İffet: Etik ve hukûka uygun davranış.
[178] Mahrem(iyet): Gizlililk, sırdaşlık, mahrem olma durumu, bir kimsenin başkalarından gizlenen özelliği. (Mahrem: Yasak, tabu, yasak alana giriş izni olan, sırdaş.)
[179] Fıtrat: Yaratılış, karakter, doğa, insanın yaratılışında var olan özellikler, huy, tıynet, mizaç, maya.
[180] Sünnî paradigma: Sünnî anlayışı oluşturan ortak değerlerin tamamı, Sünnîlerin değerler dizisi.
[181] Berdel: Bir âilenin kız ve erkek çocuğunun diğer âilenin kız ve erkek çocuğuyla karşılıklı olarak ve aynı zamanda evlendirilmesi.
[182] Zımnen: Örtülü biçimde, dolaylı olarak.
[183] Kâfir: Küfür eden, örten, gerçeği gizleyen, nankörlük eden, nankör. Eline geçenleri görmezden gelen. Gerçekler karşısında kör, sağır ve dilsiz numarası yapan. Kendini kandıran, sesi kesen, sözü susturan, görüneni yok eden, vicdanı söküp atan. Muhammed’in kişiliğinde somutlaşan barış ve güven değerlerini görmezden gelen. Haksızlığı hakka, karanlığı aydınlığa, dayatmayı özgürlüğe, savaşı barışa, düşmanlığı kardeşliğe, hırsızlığı emeğe, kavgayı dayanışmaya, nefreti sevgiye, işkenceyi acımaya, bencilliği paylaşmaya, pasifliği direnişe, güvencesizliği güven ortamına, eşitsizliği eşitliğe, hak yemeyi hakkı tutup kaldırmaya tercih eden. Gündüzü gizleyen, güvenilmez. İyiliğe kötülükle karşılık veren, gerçeği bilerek ve isteyerek toplumdan kaçıran, hedef saptırarak yalanı gerçek gibi kabul ettiren, gerçeği görmezden gelen, gerçeklere karşı nankörlük eden, gerçeği karartan, gerçekleri karanlığa gömen, gerçekleri saptıran, gerçekleri duymaktan nefret eden karanlık benlik. Gerçekler karşısında kulağını tıkayan, gözünü kapatan ve kafasını kuma gömen. Tohumu toprağa atıp tohumu gizleyen çiftçiye kâfir denir. Gerçekleri gizleyen ancak gerçeklerin bir gün mutlaka ortaya çıkmasına engel olamayan kişiler kâfir kelimesiyle tanıtılır. Kâfir, bilmeyen bir yalancı/cahil değildir; bilerek ve isteyerek gerçeği gizleyendir. Fıtratın kodlarını saklayıp ortaya çıkarmayana kâfir (örten) denir. Tohumu toprağa atıp tohumu gizleyen çiftçi. Gerçekleri gizleyen ancak gerçeklerin bir gün mutlaka ortaya çıkmasına engel olamayan.
[184] Zındık: Mani’nin Zend diliyle ortaya koyduğu inanç esaslarını kabul eden, Tanrı’ya ve âhirete (ölümden sonra yaşamın olduğuna) inanmayan.
[185] Yobaz: Bir inanç ve düşünceye hem körü körüne hem de aşırı bağlı olup farklı hiçbir düşünce ve inanca asla hoşgörüsü olmayan. Takıntılı bağlılık nedeniyle benimsediği veya içselleştirdiği şeylerin dışındakilere yaşam hakkı tanımayan. Fanatik, mutaassıp.
[186] Softa: Yanmış, tutuşmuş. Osmanlı’da sıbyan mektebini bitiren bir öğrenci 12-15 yaşlarındayken medreseye girerek softa adını alır ve medresede öğrenime başlardı. Bu öğrencilere suhte de denirdi. Henüz karşılaştırmalı bilgi düzeyinde olmayan öğrenci grubunu; yaşadığı çağın koşullarını, dil ve kültürünü tam kavrayamayan ve eskiyi kutsayan tipi kasteder. Osmanlı medreselerinde Kânûnî Dönemi’nde başlayan bozulma sonucunda ortaya çıkan softa isyanlarına softa şekâveti denir. Ayrıca 16. yy.ın ikinci yarısında başlayan ve 17. yy.ın başlarına kadar süren öğrenci olaylarına suhte fesâdı adı verilir. Anadolu’nun ilk büyük Celâlî isyanları da medrese öğrencilerinin (suhte, softa) hareketi olarak ortaya çıkmıştır.
[187] Siyer: Siretler, yürüyüşler, gidişler, tavırlar, erdemler, başarılar, hayat hikâyeleri. Peygamber Muhammed’in hayat biyografisi.
[188] Megâzî: Gazveler, gazâlar, gazâ hikâyeleri, gazavatnâmeler. Muhammed Peygamber’in katıldığı askerî harekatlara denir. Muhammed Peygamber’in katılmadığı askerî harekatlara seriyye denir.
[189] Ulu’l-emr: Yasa yapma, ideolojik ve psikolojk uykudakileri uyandırma, şaşırtıcı ve hayranlık verici işler üretme, fikrini doğru anlatma, değişmez evrensel ilkeler ortaya koyma, çirkin işlere karşı önlem alma, azı çoğaltma, toplumun işini yapma, bilgi ve haberi en kısa ve en hızlı biçimde ulaştırma, toplum yararına karar verme, iş yaparken ilgili kişi ve çevrelere danışma ve bilgi alışverişinde bulunma gibi görev ve sorumluluklar üstlenmiş olan siyâset, ordu, emniyet, sağlık, ticaret, eğitim, tarım, imar, iskân, hayvancılık, sanayi, belediye ve istihbârât alanındaki yönetim kurulları ile halk meclisleri, konseyler, sivil toplum kuruluşları, kolektifler, platformlar, şûrâ meclisleri.
[190] İhsan Eliaçık, Öteki İslam Tarihi, 3. cilt, İnşa Yayınları, İstanbul, 2016; Mehmet Azimli, Müslümanların Engizisyonu, Mana Yayınları, İstanbul, 2020 (1-4. ciltler).
[191] Realite: Gerçeklik, hakikat
[192] Mustafa İslamoğlu, İmamlar ve Sultanlar, Denge Yayınları, İstanbul, 1992; Yaşar Nuri Öztürk, İmamı Azam Ebu Hanife, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2009.
[193] Muhammed, 6/Ve yudhilu-humu’l-cennete ‘arrafe-hê le-hum
[194] Muksit: Kıst sâhibi, kıstı uygulayan. Kişiye hak ettiği şeyi hak ettiği oranda veren.
[195] Dis-topya: Kötü bir gelecek hayâli, kötümser gelecek kurgusu. (Zıttına ütopya denir.)
[196] Mü’min, 11/Gâlû rabbe-nâ emette-ne’sneteyni ve ahyeyte-ne’sneteyni fa’teraf-nâ bi-zunûbi-nâ fe-hel ilâ hurûcin min sebîl(in)
[197] Kaos: Uyumsuz ve karışık durum (Kozmos: Düzen, donanım.)
[198] Tedricî: Basamak basamak, derece derece, adım adım.
[199] Bilge: Geniş ve derin bilgi sahibi olan, bunu en doğru ve yararlı biçimde kullanan, iyi ahlaklı, olgun ve örnek. (Bilgelik: İlk Çağ felsefesinde kendini tanımanın bilgisi, olay ve durumları erdem ve bilgiden gelen bir üstünlükle değerlendirme durumu.)
[200] Eğitim: Bilgi ve beceri (işi yapabilme yeteneği) kazandırma, yetiştirme ve geliştirme (işi).
[201] Yampiri: Yan yan giden, çarpık biçimde yürüyen, eğri büğrü.
[202] Şi’âr: İz, işâret, ayırıcı işâret, bir şeyi benzerlerinden ayıran özellik, prensip, âdet, yol, usûl
[203] Bakara, 237/Velâ tensevu’l-fazle beyne-kum
[204] Tanzîm: Sıraya koyma, sıralama, dizme, düzenleme, düzeltme.
[205] Moral: Ruhsal güç, manevi güç, mâneviyât, ahlak gücü, ruh hâli.
[206] Anatomi(k): İnsan, hayvan ve bitkilerin yapısını, şeklini ve bu yapıyı meydana getiren organların birbiriyle olan ilgisi ve bağlarını inceleyen bilim, teşrih.
[207] Pisişik: Ruhsal, rûhî.
[208] Namık Kaya, 21 Şubat Dile Gelsin, 19 Şubat 2024, adilmedya.com.
[209] Kâfirûn, 1-6.
[210] Modelleme: Model oluşturmak, tıpa tıp aynısını veya benzerini yapmak (Model: Ölçek, müzikte ölçü, şiirde ölçü birimi.)
[211] Tefrika: Sürekli anlaşmazlık, ayrılmış şey, bölük, bölüm, partilere/gruplara bölünme, gruplaşma, gazete ve dergilerde arka arkaya yayımlanan yazılardan ortaya çıkan dizi.
[212] Adâvet: Açık düşmanlık.