Prof. Dr. Erinç Yeldan, ülke ekonomisinin içinde bulunduğu duruma ilişkin konuştu. Enflasyonun her şeyden önce bir sonuç olduğunu söyleyen Yeldan “Alışık olduğumuz bir krizde değiliz ama kriz artık zamana yayılmış, durgunluk olarak sürekli evimizde hissettiğimiz olgu şeklinde” diyor.
Havva Gümüşkaya
Enflasyonla mücadele iktidarın kaçıncı önceliği? Enflasyon ve ücretler arasında nasıl bir bağ var? Verimlilik Türkiye’de ücretlere yansıyor mu? Halkın borçluluk, düşük ücretler, hayat pahalılığı kıskacında olduğu ülkede enflasyonun yapısal nedenleri, hükümet politikalarının etkileri ve ekonomik beklentileri Prof. Dr. Erinç Yeldan ile konuştuk.
Prof. Dr. Yeldan, zamana yayılmış uzun bir durgunluk ve vasatlaşma yaşandığının altını çizdi.
2020’nin başında 2026’da tek haneli enflasyona inileceği belirtilmişti, fakat şimdi bu hedefin ötelendiğini görüyoruz. Hükümet enflasyon konusunu ciddiye almıyor mu? Ya da gerçekten başarılamayan bir mücadele mi var?
Türkiye’de enflasyonun her şeyden önce bir sonuç olduğunu hatırlamamız lazım ve bu sonuç ekonomi içerisindeki daha doğrusu bütün politik ekonomi, siyaset dahil ekonomideki dengesizliklerin yapısal sorunların tıkanıklıkların çatışmaların sınıf çatışmalarının bir ürünü bir tezahürü.
Sanıldığı gibi yalnızca parasal politikalarla çözülebilecek bir mesele değil.Türkiye’deki enflasyonun temelinde siyasi ve ekonomik dengelerin birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu görüyoruz. AKP’nin iktidarda olduğu son 22 yılda, bir rant ekonomisine dayalı kalkınma modeli benimsedi.
Unutmayalım ki AKP bir koalisyon hükümetidir: cemaatler ve şirketler koalisyonu. AKP’den önce Özal da aslında sanki tek partili veya 12 Eylül faşizminin uzantısı olarak sanki tek görüş iktidardaymış gibiydi. Fakat Özal’ın kurduğu ANAP da kendi içerisinde cemaatleri, MHP’yi sadece siyasi görüş olarak değil birer iktisadi güç olarak değerlendirmeliyiz, hem cemaatleri, hem ulusal ve uluslararası tekeller ve onların uzantıları farklı çıkar gruplarını bir potada yürütüyordu. O da 1970’lerin koalisyon hükümetlerinin bir devamıydı. Şimdi konuya bu şekilde baktığımız zaman ben özenle şunun altını çiziyorum: AKP bir koalisyon hükümeti. Çıkar gruplarının koalisyonu ve bu çıkar gruplarının bir arada tutulabilmesi için AKP ekonomi idaresinin sürekli olarak rant çıkar ve yandaş gruplara aktaracağı bir iktisadi kaynak iktisadi artık yaratmak zorunda.
Bu modelde, sermaye gruplarının ve cemaatlerin koalisyonu, yani çıkar gruplarının ekonomik sisteme hakim olduğu bir yapı oluştu. AKP, bu grupları bir arada tutabilmek için kamu kaynaklarını sürekli olarak belirli çıkar çevrelerine aktarmak durumundadır. Bu aktarım, uzun vadede sürdürülemez hale geldiğinde ise inşaat, imar ve spekülatif finansal işlemler üzerinden sağlanan yeni rant kaynaklarına yönelindi.
Ancak bu, kaynakların ekonomiye üretken bir biçimde katkı sağlamaması anlamına geliyor. İnşaat sektöründeki yoğunlaşma, aslında büyüme verilerine olumlu yansısa da bu yatırımlar reel anlamda verimliliği artırmıyor. Tam aksine, reel üretim ve inovasyona dayanmayan bu ekonomi politikası, enflasyon yaratıcı bir döngüye sebep oluyor. Enflasyonu yalnızca rakamsal hedeflerle dizginlemek de mümkün olmuyor; çünkü asıl mesele yapısal bir dönüşüm gerçekleştirememek. Türkiye ekonomisinin üretim tabanı zayıf; katma değeri yüksek üretim yapılmadığı sürece enflasyonu kontrol altına almak da zorlaşıyor.
Enflasyonu düşürmeyi değil AKP kendi yandaş çevrelerine kaynak aktarmaya öncelik veriyor, vermek zorunda… Bunu bir ciddiyetsizlik değil AKP’nin zaten mevcudiyetini borçlu olduğu koalisyon ortaklığının zorunlu harcamaları, zorunlu israfı olarak değerlendirmeliyiz. Enflasyon da işte 22 yıllık bu koalisyonun bir arada tutmasının başarısının bedeli olarak karşımıza çıkıyor.
AKP enflasyonla mücadele etmeyi elbette birinci sıraya alamıyor çünkü birinci sırada bu enflasyonun bilhassa kaynağını oluşturan çıkar çatışması ve rant aktarım mekanizmasının kendisi var.
Yani, AKP’nin koalisyonu sürdürebilmek adına kaynak aktarımına devam etmesi zorunluluğu var diyorsunuz. Ama bir yandan da halk desteğini ciddi anlamda kaybetmiş görünüyor. Bu durum nasıl sürdürülebilir? Desteği yeniden kazanması için bir adım atması mümkün mü?
Halk desteğini kaybetmiş bir iktidar için bu zorunlu, ancak mevcut şartlarda çok kısıtlı bir hareket alanı var. Mehmet Şimşek’in uygulamaya koyduğu “rasyonel para politikaları” da aslında dış finansmanı tekrar çekmeye çalışmakla alakalı. AKP’nin düşük faiz politikasına dayalı ekonomi yönetimi, Türkiye’nin yurt dışından sermaye çekebilme kapasitesini oldukça zayıflattı. Enflasyonist politikalar, yüksek dış borçlanma ve ulusal para birimindeki değer kaybı, yabancı yatırımcıların güvenini sarsmış durumda.
AKP, geçmişte seçim dönemlerinde halkın alım gücünü artırıcı geçici çözümler sundu; asgari ücret zamları veya çeşitli sosyal yardımlar gibi. Başka makyajlanmış müdahaleler, belki kırsal kesime ilişkin müdahaleler… Bunlar tek başına ne AKP’nin oy tabanını genişletmeye yeterli olacaktır ne de Türkiye ekonomisinin mevcut istikrarsız, çaltantılı kırılgan görünümü altında bunlara müsaade edebilecek konumdadır.
Gerçek anlamda halkın refahını artırmak, ancak yüksek katma değerli üretime geçmek ve gelir dağılımını iyileştirmekle mümkün.
Hep bir iki sene duyarız. İki senede Türkiye’ye milyar dolarlar gelecektir, kaynağı değişir; doğalgaz bulunur, bir yerler satılır… Ben çok net hatırlıyorum, 2000ler hep Türkiye’ye 25 milyar dolar gelecek ve enflasyon tek haneli rakamlara düşecek, büyüme hızımız da yüzde 5 olacak manşetleri ile geçti… Türkiye neredeyse 30 senedir önümüzdeki 2 senenin bu vaatleriyle geçiyor ve hiç kimse de bunları inandırıcı bulmuyor.
O nedenle Merkez Bankası raporlarında da ‘ezoterik’ söz oyunu ile geçiştirilen beklentilerin idaresi, fiyatlama davranışlarının düzeltilmesi gibi mistik kavramlar ortaya çıktı. Bunlar uluslararası iktisat yazılımındaki tanımlar fakat Türkiye’deki kullanımında artık içeriği boşaltılmış anlamsız söz kümesi haline geldi. Yapısal reform kavramı da öyle… Her derde dava bir ilaçmış gibi.
Financial Times’ta okudum, Türkiye koşullarını uyarıyorum yani merkez bankası o kadar artık işlevini anlamını yitirmiş vaziyette ki Yıldız Savaşları filmindeki JEDI şövalyeleri zihninize müdahale yapacakmış gibi beklentilerinizi idare edecek. Nasıl idare edecek? JEDI Merkez bankacılığı diye ifade edebileceğimiz bir garip karmaşa ortaya çıktı. Oysa beklentilerin idaresi ancak ve ancak tutarlı bir maliye politikası ve bunları destekleyecek üstyapı, hukuki sistem ile ancak bu enflasyonist dinamiklerin arkasındaki yapısal yapışkanlığın kaldırılması mümkün olabilecek.
Beklentiye yönelik ücret zamları konusu daha Asgari Ücret Masası kurulmadan gerek Merkez Bankası gerek başka kurumlar tartışmaya açıldı. Böyle bir durum söz konusu olabilir mi?
Merkez Bankası’nın yaklaşımı aslında Türkiye’nin neo-liberal politikalarının bir uzantısı. Kendi işlevini yalnızca “fiyat istikrarını sağlamak” olarak tanımlıyor ve bu görevin dışında kalan döviz kuru, kredi dağılımı gibi konularda karar almıyor. Ancak enflasyonun ana nedeni olarak ücret artışlarını hedef göstermesi, toplumun geniş kesimlerinin refahını etkileyen bu büyük sorunu yalnızca bir rakamsal meseleden ibaret görmek anlamına geliyor.
Biraz daha derinlemesine baktığımızda, Türkiye’de en yoksul %20’lik kesimin yaşadığı enflasyon oranının %77 gibi yüksek bir düzeye ulaştığını görüyoruz. Buna karşılık en zengin %20’lik kesim %30 oranında enflasyon yaşıyor. Bu da bize enflasyonun nasıl bir adaletsizliği derinleştirdiğini gösteriyor. Merkez Bankası’nın bu tür söylemler geliştirmesi, sosyal olarak kabul edilemez. Gıda, kira, ulaşım gibi temel giderlerdeki fiyat artışları, emekçi kesimin yaşadığı gerçek enflasyonu ortaya koyuyor. Ancak enflasyonun altında ücret artışları sunulması, adeta bu kesimi sosyal dışlanmaya itiyor ve mevcut eşitsizlikleri daha da keskin hale getiriyor.
Elimizdeki çalışmalar Türkiye’deki enflasyonun ardında birinci olarak yüksek kâr marjının olduğunu ikinci olarak da evet bozulan beklentiler olduğunu gösteriyor. Fakat bu beklentilerin bozukluğu da AKP’nin yönetim tarzından, hukukun, liyakatin tahrip edilmesinden, denetim mekanizmasının tahrip edilmesinden kaynaklanıyor. 2024 için yüzde 34 tahminle başlayıp 10 puan yukarda yüzde 44 tahminle bitirdiği vakit yani, bu yeni 10 puanlık artışını 2025 için 7 puanlık artışın 2026 için tekrardan çift haneli 3 puanlık artışın arkasındaki tek nedeni ‘ücretli kesime yapılan zamlardır’ diye kendini aklamaya çalışması yani iktisadi ve siyasi ahlak açısından kabul edilebilir olgu değil.
Daron Acemoğlu’nun açıklamalarıyla verimlilik tartışmaları başladı. Verimlilik artışları ücretlere nasıl yansıyor? Türkiye’de bu konuda nasıl bir tablo ile karşı karşıyayız?
Türkiye’de genel olarak verimlilik artışlarının sermaye ve finans kesimine yansıdığı, emekçi kesimlerin bu artıştan yeterince yararlanamadığı artık hepimizin yakından bildiği gerçekler. Bu, Türkiye gibi çevre ekonomilerinde sıklıkla karşılaşılan bir tablo. Üretkenliğin sürdürülebilir bir biçimde artması için güçlü bir sanayi ve teknoloji altyapısı gerekiyor. Fakat Türkiye’de, sermaye kesimi ile emekçiler arasındaki verimlilikten yararlanma dengesizliği çok belirgin. Bu durum, sendikaların zayıf olduğu ve iş gücü piyasasının parçalı yapısının hakim olduğu bir ortamda daha da keskinleşiyor.
İşçi ücretlerinin sürekli olarak baskılandığı güdük sanayileşme modeli olarak Türkiye’nin kendi sürdürebilir verimlilik artışını kurgulayamamış olması elbette çok beklenen bir sonuç. Türkiye’de bu tarihçe içerisinde yalnız değil. Benzer ekonomilere bakarsanız Arjantin de böyle, Meksika da böyle, Güney Afrika da böyle. Yani küresel kapitalizmin çevre ekonomisinde yer alan ekonomilerin kapitalizmin eşitsiz gelişme yasalarının doğal uzantısı. Ama bu bir çaresizlik öyküsü değil kuşkusuz. Türkiye’nin kalkınma planları döneminde bu olağanüstü konjonktürün yarattığı olguların dışında kendi sürdürülebilir büyüme öyküsünü yarattığı dönemler oldu. 1960 sonrası gibi o dönemin sendikalı ücretleri bu verimlilikten daha fazla yararlanabilirken ve biraz da o zamanın özel koşulları içerisinde sermaye kesimi sendikal hareketlere daha hoşgörülü davranmaya itilmişken artık böyle olgu da yok.
Türkiye’deki iş gücü piyasasının, örgütsüzlük ve esnek çalışma şartlarının yaygınlaşması nedeniyle emekçilerin toplu pazarlık gücü zayıflatılıyor. Bunun sonucu olarak, olası bir verimlilik artışı ya da büyüme, emekçilerin ücretlerine yansımıyor, sermaye ve özellikle finans kesiminde yoğunlaşıyor. Bu dengesizlik, yalnızca bireylerin ekonomik refahını değil, aynı zamanda ekonominin uzun vadeli sürdürülebilirliğini de tehdit ediyor.
Son olarak, Türkiye’nin mevcut ekonomik durumunda halk kesimleri çoklu bir kıskaca alınmış durumda. Borçluluk, düşük ücretler, hayat pahalılığı… Bütünlüklü baktığımızda nasıl bir Türkiye ekonomisi ile karşı karşıyayız? Bu ekonomik krizin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz, klasik anlamda büyük çöküşlerle tanımladığımız bir kriz değil; daha ziyade, zamana yayılmış bir “durgunluk” krizi. Korkut Boratav hocanın ‘çürüme’ olarak ifade ettiği bir vasatlaşma süreci. Bu durgunluk, toplumda genel bir umutsuzluk, ekonomik belirsizlik ve gelecek beklentilerinde ciddi bir düşüş yaratıyor. İşsizlik ve yoksulluk artarken, gelir dağılımındaki bozulma toplumun geniş kesimlerini etkisi altına alıyor.
Sigortalı tam istihdamlı, sosyal haklarıyla beraber yaratılan istihdam biçimlerinin giderek ortadan kaybolması ve insanların görüşlerini, umutlarını, amaçlarını dile getirecek siyasi sistemin mevcudiyetini yitirmesi, hukuki yolların artık siyasallaşarak kapanması aslında krizin kendisi.
Hükümetin enflasyon hedeflerini sürekli olarak revize etmesi, Merkez Bankası’nın kendi tahminlerini tutturamaması, toplumda güven kaybını artırıyor. Bu kriz, sadece ekonomik rakamlarla ifade edilen bir çöküş değil, aynı zamanda insanların ekonomik sistemin bir parçası olarak kendilerini var edemediği bir ortam.
Ne yazık ki bu krizin her sene yenilenmesini, herhangi bir değişiklik ve umut verici hamle olmadan bu sistemin sürekli olarak eşitsizlik, güvensizlik, adaletsizlik ve yoksulluk yaratmasını seyrediyoruz. Bunun adı kriz işte. Türkiye alışık olduğumuz bir şekilde olağandışı bir çökme ve muazzam bir finansal krizde değil, ama artık zamana yayılmış, durgunluk olarak sürekli evimizde hissettiğimiz olgu şeklinde.